15-11-2023
İsmet Berkan

Esas sormamız gereken, ‘Neden Anayasa Mahkemesi’nde 130 bin bireysel başvuru var’ sorusu değil mi?

Esas sormamız gereken, ‘Neden Anayasa Mahkemesi’nde 130 bin bireysel başvuru var’ sorusu değil mi?

Hukuk dediğimiz şey, bir ‘normlar’ yani kurallar hiyerarşisi.

Bu hiyerarşinin en tepesinde insan hakları var. Hepimiz, insan olmaktan kaynaklanan temel haklara sahibiz ve bu haklar, en üstün haklar.

Onun altında anayasa var. Anayasa, temelde vatandaşlarının ortak egemenliğinden doğan devletin nasıl yönetileceğini anlatan hukuk metni. Bir anlamda, bizim kendi aramızda yaptığımız ‘toplumsal sözleşme.’

Anayasanın altında da yasalarımız var.

İlla hiyerarşiyi saymaya devam edeceksek, yasaların altında yönetmelikler, tüzükler ve en altta da genelgeler var.

Adı üzerinde, hiyerarşi olduğu için en alttaki genelge, varsa kendisine kaynaklık eden tüzük, yönetmelik veya yasaya aykırı olamaz. Yasa Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa ise ise insan haklarını temel aldığı için insan haklarına aykırı olamaz.

Demek ki tersten bakarsak, ne anayasa ne yasa ne de yönetmelik tüzük ve genelgelerin insan haklarına aykırı olmaması gerekir. Bu bütün hukuk normlarından kaynaklanan uygulamaların da insan haklarına uygun olması gerekir.

Peki nedir o insan hakları? Bizim açımızdan bakacak olursak, 1954 yılında onayladığımız bir uluslararası sözleşme olan Avrupa İnsan Hakları Bildirgesi, temel insan haklarını belirleyen metin.

Türkiye, bu temel insan haklarına uyulup uyulmadığını belirlemek için kurulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türk vatandaşları için de yargı yetkisine sahip olduğunu ilk olarak 1987’de kendi vatandaşlarına bu mahkemeye başvurma hakkı vererek kabul etti, ardından 1990 yılında bu mahkemenin Türk yargısı üzerinde etkili olacağını, yani bizim yargı kararlarının insan haklarına aykırı olması halinde AİHM kararıyla yeniden yargılama dahil her türlü önlemin alınıp insan hakları ihlallerinin giderileceğini kabul etti.

Ülkemiz 33 yıldır AİHM’nin yargısal egemenliğini kabul ediyor yani. Bu konuda yaygın ve oldukça gelişmiş bir içtihat var, ülkemizde çıkan sorunlarla ilgili. Ve AİHM sayesinde bir zamanlar çok yaygın olan işkence gibi, mülkiyet hakkı ihlali gibi insan hakları ihlallerinde de çok büyük bir ilerleme sağlandı, şikayetlerin sayısı artık eskiyle kıyaslanmayacak kadar az. Ama maalesef bazı alanlarda da ilerleme sağlanamıyor bir türlü. Örneğin adil yargılanma hakkı, yargılama süresi, tutuklu yargılama, ifade özgürlüğü gibi alanlarda sorunlarımız devam ediyor.

AİHM önünde çok sayıda dosya olması, her ülke için olduğu gibi Türkiye için de bir utanç konusu temelde. Türkiye, 2010 yılında, yani AİHM’nin yargı yetkisini kabul ettikten 20 yıl sonra insan haklarını bir üst norm (kural) olarak uygulamak konusunda bir ileri adım daha attı ve kendi vatandaşlarına yargılanmaları sırasında insan haklarının ihlal edildiğini düşünmeleri halinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru imkanı verdi. (Bu imkan 2013’ten beri kullanılıyor.)

Umulan, bu yolun açılmasının AİHM’ye Türkiye’den açılacak davaların sayısını azaltmasıydı. Nitekim öyle oldu. Vatandaşlarımız, Strasbourg’daki mahkemeye başvurmazdan önce AYM’ye başvurdular ve sonuç aldılar. AİHM de AYM’nin bu başvuruları değerlendirme biçimini onayladı, yani AYM’de ‘kabul edilemez’ bulunup reddedilen bir başvurunun AİHM tarafından kabul edilmesi nadiren gerçekleşti.

Fakat tabii Türkiye’nin insan haklarını kendi hukukuna dahil etmesini hep ileriye doğru giden düz bir çizgi sanmak çok yanıltıcı olur. Türkiye, özellikle 2014’ten beri ama en çok da 15 Temmuz 2016’dan beri ciddi bir gerileme yaşıyor insan hakları alanında.

Bunu birden bire Türkiye’den AİHM’ye kadar giden dosyaların artan sayısından görebiliyoruz. Şu an AİHM’de Türkiye’den gelmiş 30 binden fazla dosya var. Bu anlamda Türkiye mahkemeye en çok şikayet edilen ülkelerden biri.

Bir de şu var: AYM’ye son 11 yılda 550 binden fazla vatandaş bireysel başvuruda bulundu. Bunlardan 425 bini karara bağlandı. Sadece geçen yıl 74 bin, bu yılın ilk 10 ayında ise 50 binden fazla bireysel başvuru kararı verdi mahkeme. Ama buna rağmen iş yükü de azalmadı. Şu an mahkemede karar bekleyen 130 binden fazla başvuru var.

Sorun, AYM’nin hızı veya yavaşlığından kaynaklanmıyor. Sorunun kökeninde Türkiye’deki mahkemelerin insan haklarına uygun karar verip vermemesi ve yargılama sırasında vatandaşın temel insan haklarına saygı gösterip göstermemesi yatıyor.

Bu 130 bin başvuruyu AYM’ye karşı bir eleştiri vesilesi kabul edenler yanılıyor. Bu kadar başvurunun olması, AYM’ye değil, başta Yargıtay ve Danıştay’a eleştiridir. Hem de bizzat vatandaşın eleştirisi.

Türkiye, 1990 yılında AİHM’nin yargı yetkisini kabul ederken, zaman içinde Türk yargısının evrensel insan haklarına uygun karar verebilir hale gelmesini umuyordu. Bu ümidi, 2010 yılında ‘Artık benim vatandaşım kendi haklarını savunmak için büyük avukatlık ücretleri vermek zorunda kalmasın, kendi ülkesinde de haklarını savunabilsin’ diye düşünerek AYM’ye bireysel başvuru yetkisini vererek sürdürdü ve deyim yerindeyse el arttırdı.

Ama 33 yıllık evrensel hukuka yaklaşma çabamızda bir dönem atılan ileri doğru adımlarda ciddi bir gerileme yaşıyoruz. Bu gerileme son yıllarda çok çarpıcı bir boyutta, çünkü Türk yargısı kendi Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını ve oluşturduğu insan hakları içtihadını kabul etmiyor, buna direniyor, hatta son olarak bu direnişin bir üst kademeye geçip kurumsal çatışmaya dönüştüğünü görüyoruz.

AYM’nin insan hakları konusunda geliştirdiği içtihada uyulmuş olsa, ne mahkeme önünde 130 bin dosya birikirdi ne de son yaşadığımız Can Atalay krizi yaşanırdı.

Yargıtay, bu yaşadığımız son krizde Anayasanın 14. maddesini yorumlarken ‘Anayasa koyucu abesle iştigal etmez’ diyor ve yorumunu buna göre yapıyor.

Ama unuttuğu bir nokta var: 2010’da bireysel başvuru hakkı için üst mahkeme olarak Yargıtay’ı değil Anayasa Mahkemesi’ni seçen de aynı ‘abesle iştigal etmeyen’ iradeydi. Üstelik o irade bu kez Meclis değil doğrudan halkın kendisiydi. O irade Anayasanın 90. maddesine de insan hakları sözleşmesinin Türk hukukunun üzerinde olduğunu yazmıştı.

Elbette aynı ‘Anayasa koyucu irade’ bu kez bireysel başvuru hakkını ortadan kaldırabilir, hatta AİHM yetkisini de tanımamaya başlayabilir.

Arzu edilen böyle bir ‘yerli ve milli hukuk ile yargı’ ise kendilerine bu konuyu referanduma sunup halka sormalarını tavsiye etmekten başka bir şey gelmiyor aklıma.

Bakalım halk ‘yerli ve milli’ yargıyı mı seçecek, evrensel insan haklarını uygulamayı mı?

Erdoğan, Almanya’ya, gergin bir geziye doğru

Erdoğan, Almanya’ya, gergin bir geziye doğru

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu cuma Almanya’nın başkenti Berlin’e gidecek.

Uzunca sayılabilecek bir aradan sonra gerçekleşecek bu ziyaret pek çok bakımdan önemli.

Bir kere Türkiye ile Almanya, bu ülkede yaşayan 3 milyonu aşkın Türkiyeli sayesinde bir çeşit ‘akraba’ sayılır, sık sık görüşülmesi kaçınılmaz.

İki ülke arasında uzun bir tarihi geçmişten gelen yakınlık da var. Eh üstüne Avrupa Birliği ve NATO ilişkilerini de eklerseniz, Türkiye’nin Almanya ile Almanya’nın da Türkiye ile ilişkisi son derece kıymetli.

Ancak bu hafta sonundaki gezinin üzerine bir İsrail-Filistin gölgesi düşmüş durumda. Almanya, neredeyse koşulsuz biçimde İsrail’i destekliyor bu son çatışmada. Türkiye ise Gazze’deki sivilleri ve Filistin’in devlet olma hakkını.

O yüzden, Türkiye-Almanya ilişkisinin özüyle bağı olmayan bu dış sorun, bu hafta sonu yapılacak geziyi gölgede bırakabilir. Çünkü iki ülke lideri dolaylı yoldan bu konuda bir polemik içinde, hatta Alman Başbakanı son olarak Tayyip Erdoğan’ın bir düşüncesi için ‘saçma’ kelimesini kullandı bile.

Umalım ki iki lider cuma günü görüşmelerinde aralarındaki bu fikir farklılığını uygarca ele alsınlar, onların arasındaki bu fark Türkiye-Almanya ilişkilerine yeni bir gölge olarak yansımasın.

Fenomen dolandırıcılar fenomeni

Fenomen dolandırıcılar fenomeni

Ben eski kafalı biriyim, hatta bu anlamda çağdışıyım. Sanıyorum ki, birisi meşhur oluyorsa, olumlu anlamda bir başarısından, bir farkından ötürü meşhur oluyor. Hala meşhur olmayı, toplumun başarılı bir kişiye verdiği bir ödül sanıyorum.

Oysa bu ilişki kopalı çok oluyor. Meşhur olmanın faydalı anlamda bir başarıyla veya beceriyle ilişkisi özellikle sosyal medya çağında neredeyse tamamen sona erdi. Ben mesela Dilan Polat’ın adını o bir soruşturmanın konusu olana kadar duymamıştım bile. Oysa şimdi öğreniyorum, son iki yıldır kendi 13 yaşındaki kızım dahil milyonlarca kişi onu eğlenmek için sosyal medyadan takip edermiş.

Bu sabah Bahar ve Nihal Candan diye iki kız kardeşin adını da öğrendim. Onlar üstelik TV’ye de çıkarmış. Hangi becerileri nedeniyle bilmiyorum ama onlar da ‘fenomen’miş.

Bu çeşit fiziki görünüm, tuhaf davranışlar sergileme veya düpedüz sosyal meda şaklabanlıklarıyla elde edilen ‘fenomen’ statüsünün suçta ve dolandırıcılıkta kullanılması nedense bana hiç yadırgatıcı gelmedi. Haydan gelen şöhretler huya gidiyor.

Dünü mü konuşmak istiyoruz, yarını mı?

Dünü mü konuşmak istiyoruz, yarını mı?

Türkiye uzunca bir zamandan beri öyle bir patinaj halinde ki, bunu anlatmak çok zor.

Patinaj halinin sebebi mi yoksa sonucu mu, kestirmesi zor ama dünde fena halde saplanıp kalmış durumdayız, düne ait kavgalara öyle çok enerjimizi veriyoruz ki, yarını konuşmayı, bırakın konuşmayı hayal etmeyi bile unuttuk.

İşte Prof. Dr. Güven Sak çok güzel yazmış bugün, başkaları yapay zekanın insanlık üzerindeki olası etkilerini tartışırken biz hala Anayasa Mahkemesi kararına uyup uymamayı konuşuyoruz.

10Haber’de tamamını yayınladığımız yazıyı herkese öneririm.