12-07-2023
İsmet Berkan

Amiral gemisinin manevra kabiliyetiyle onu izleyen istimbotların manevra kabiliyeti neden bu kadar uyumsuz?

Amiral gemisinin manevra kabiliyetiyle onu izleyen istimbotların manevra kabiliyeti neden bu kadar uyumsuz?

Klasik benzetmedir, ben de yapayım: Dev gemiler, örneğin uçak gemileri, büyüklüklerinden ötürü daha ağır ağır manevra yaparlar, örneğin bir uçak gemisinin 180 derece geri dönmesi için bir hayli geniş bir çember çizmesi gerekir. Buna karşılık ona eşlik eden veya karşı cepheden onu izleyen diğer savaş gemileri daha küçük boyutlu olduğu için çok daha kolay ve hızlı manevra yapabilirler.

Eğer Türkiye’de Tayyip Erdoğan o benzetmedeki amiral gemisi veya uçak gemisiyse, etrafından veya karşı cepheden onu izleyen daha küçük gemilerin son manevrada Erdoğan’ın bir hayli gerisinde kaldığını görmemiz gerek.

Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliğine onay vermesi, bu onaydan sadece 3 saat önce çok sert açıklama yapan Cumhurbaşkanı İletişim Başkanlığı için bile bir sürpriz olmuş gibi duruyor.

Oysa tam tersi sürpriz değil mi?

Türkiye, bundan 14 ay öncesine kadar İsveç ile PKK’nın ve FETÖ’nün ilişkisi konusunda neredeyse bilgisizdi; kırk yılın başında gazetelerde bir haber çıkar, kırk yılın başında bazen Dışişleri Bakanlığı bir kınama bildirisi yazar ve kimse de görmezdi. Ben İsveç aleyhinde PKK ve FETÖ bağlamında konuşan lider seviyesinde tek bir siyasetçi bile hatırlamıyorum. Bizim böyle bir gündemimiz yoktu.

Sonra bu ülkenin NATO üyeliğini bir pazarlığın konusu yaparak hem içeride hem dışarıda bir fırsat yaratmak isteyen Tayyip Erdoğan birden bire bu konuyu gündemimize soktu.

‘Şeyh uçmaz, mürit uçurur’ derler ya, bu sözün doğruluğu kanıtlandı, etraftaki irili ufaklı istimbotlar hızla İsveç’e salvo ateşlerine başladılar. Oysa bu Nordik ülke sahiden Türkiye’de pek hatırlanan, varlığının çok da farkında olunan bir ülke değildi.

Tayyip Erdoğan için İsveç’e itiraz, ülke içinde tam bağımsızlıkçı, gerektiğinde Batıya kafa tutan politika propagandasının bir fırsatıydı, milliyetçi damarımıza hitab ediyordu. Şimdi seçim bitti, bu damara o kadar da ihtiyaç kalmadı.

Ama geride kalanlar henüz seçimin bittiğini, Erdoğan’ın 5 yıllık yetki aldığını kabullenmiş değiller. Seçim öncesindeki savaş şartlarında yaşamaya devam etmek istiyorlar veya yeni dönemin daha sakin atmosferinden memnun değiller, kavga olmadan, düşman olmadan hayatta kalamayacaklarını düşünüyorlar.

Bu durum sadece Erdoğan taraftarları için geçerli değil; hatta belki onlardan çok Erdoğan karşıtları için geçerli. Sonuçta Erdoğan taraftarları bugünden tezi yok manevralarını tamalayacak, amiral gemisi ile aynı rotaya girecekler. Ama karşıtlar hala artık amiral gemisinin boşalttığı o yöne doğru ilerlemeye ve boşluğa mermi atmaya devam ediyor.

Onlar böyle davranırken Tayyip Erdoğan dün burada biraz yazmaya çalıştığım yeni bir stratejiye geçti. Bakın bugün Yunanistan Başbakanı Miçotakis’le görüşecek. Eğer bu görüşmeden de karşılıklı barış mesajları çıkarsa, Erdoğan şimdilik Batıya yaklaşma hamlelerini tamamlamış olacak.

Dün de söylemeye çalıştım, geçen yıl kurumsal olarak Dışişleri Bakanlığı süreçten dışlanmamış olsaydı, Türkiye bu İsveç konusunu Türkiye-Avrupa ilişkileri bakımından daha iyi bir müzakere fırsatına çevirebilirdi.

Şimdi, bir sonraki adımın Batıdan gelmesi gerekiyor. Bugün Amerikan basına bakılacak olursa F-16’ların gelmesinin önünde engel kalmadı. Bu bir adım olacak. Ama bir de Avrupa Birliği’nden adım gelmesi gerek.

Erdoğan, önceki gün İsveç Başbakanı ile görüşürken bir ara oradan ayrıldı, AB yetkilisi Charles Michel ile görüştü. Sonra gerisin geri İsveç Başbakanı görüşmesine döndü. Bu arada yapılan görüşmeyle ilgili çok az bilgi çıktı. Acaba Erdoğan, AB üst düzey yöneticisi Michel’le ne görüştü ve ondan ne söz aldı?

Göçmen Geri Kabul Anlaşması’nın yenilenmesi ve mesela gümrük birliğinin genişletilmesi müzakerelerine konan engelin kalkması, Avrupa’nın da Türkiye’ye yaklaşmak istediğini gösteren sembolik adımlar olacak.

Ama bizim Erdoğan yanlısı ve karşıtı istimbotlarımız, bu konunun bir süreç olduğunu ve doğası gereği çok yavaş işleyeceğini kabullenmek istemiyor, maksimalist taleplerle ortaya çıkıyorlar. Bu konuda nedense amiral gemisinden daha hızlılar.

Erdoğan samimi olarak mı istedi, yoksa mecbur mu kaldı?

Erdoğan samimi olarak mı istedi, yoksa mecbur mu kaldı?

Bir yandan her zaman olduğu gibi kahramanlık menkıbeleri yazılıyor, ‘Erdoğan iyi pazarlık etti, istediğini aldı’ deniyor.

Çok yanlış olmayabilir. İsveç NATO’ya girmek için Anayasasında ve yasalarında değişiklikler yaptı, terörle mücadele konusunu daha fazla önemsedi.

Ama İsveç’in kendi yasalarında değişiklik yapması sahiden Tayyip Erdoğan için çok mu önemliydi? Tamamen önemsiz denemez, sonuçta Türkiye’nin çıkarı  var bu değişikliklerde ama İsveç yasaları eskisi gibiyken de çok rahatsız değildik açıkçası. PKK bu ülkede 40 yılı aşkın süredir var, hatta ülke içinde PKK içi cinayetler bile işlendi.

Bu zirve ve bu kararla Erdoğan’ın elde ettiği en önemli kazanç, ABD Başkanı Joe Biden’dan kendisine Beyaz Saray’a bir davet gelme olasılığı. Biden, 70’li yıllardan beri Türkiye’nin bir numaralı yöneticisini Beyaz Saray’a hiç davet etmeyen ilk ve tek başkan. Dört yıldır Tayyip Erdoğan’la görüşmeleri de son derece sınırlı sayıda. Oysa gerek Barack Obama gerekse Donald Trump döneminde Erdoğan ile ABD Başkanları sık sık görüşürlerdi. Bakalım Biden davet edecek mi? İkili görüşme sonrası yapılan ‘Yeni dönem başlatıyoruz’ sözü buna işaret ediyor gibi.

Peki bunca zaman ve sert sözlerle direnişinin ardından Tayyip Erdoğan İsveç’e olan itirazını kaldırmayı samimi olarak mı istedi, yoksa buna mecbur mu kaldı?

Soruyu bu şekilde sorunca doğru cevaba ulaşmak imkansız. Erdoğan, İsveç ve Finlandiya ile ile ilgili ilk pazarlık kapısını açtığında kendisi de, bütün dünya da biliyordu ki sonunda bu iki ülke NATO’ya üye olacak.

Pazarlığı tatsız bir noktaya uzatmadan zamanında, tadını kaçırmadan bitirmek Erdoğan’ın en iyi bildiği şeylerden biri. Yani bu bakımdan İsveç kararının Erdoğan’ın samimi isteği olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan elbette Erdoğan’ı mecbur eden bir sürü faktör de var. En başta ekonomi geliyor. Rusya’dan ve Körfez’den gelen parayla bir yere kadar. Esas ihtiyaç, aynen 2005 sonrasında olduğu gibi irili ufaklı Avrupa sermayesinin gelmesi, Türkiye’de onlarca, yüzlerce, binlerce irili ufaklı şirketi satın alması. Bu akım, gümrük birliği anlaşması yenilenirse yeniden başlayabilir.

Ekonomi, Türkiye’yi 15 Temmuz 2016’dan beri içinde yaşadığı ‘savaş şartları’ndan çıkmaya ve normalleşmeye zorluyor. Dış politikada normalleşme ile ekonomik normalleşmeye büyük olasılıkla insan hakları ve hukuk devleti alanında normalleşme de eşlik edecek ama daha yavaş tempoyla.

Daha çok şey göreceğiz.

Biden, Erdoğan’ı Beyaz Saray’a davet eder mi?

Biden, Erdoğan’ı Beyaz Saray’a davet eder mi?

Geçen hafta sonundan başlayarak hızlı diplomatik gelişmeler yaşanıyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski’yi İstanbul’da ağırladığı gün ABD Başkanı Joe Biden de İsveç Başbakanı Ulf Kristerssen’i ağırlıyordu.

Ardından iki lider hayli uzun bir telefon konuşması yaptılar, konuşmada ilginç ayrıntıların da gündeme geldiği anlaşılıyor. Bu konuşmada NATO zirvesi sırasında ikili görüşme için de yeniden teyitleşildi.

Ardından Biden, Londra üzerinden Vilnius’a NATO zirvesine geldi. Dün de Erdoğan’la görüştü.

Görüşmede Amerikan tarafının Tayyip Erdoğan’ı Beyaz Saray’a davet etme niyetini ima ettiği anlaşılıyor. Zaten iki liderin ‘Yeni dönem başlatıyoruz’ sözü de bu anlama geliyor.

Yani Biden ve Erdoğan, NATO zirvelerinin ve G20 zirvelerinin kenarında görüşmekten vaz geçecek, Biden Erdoğan’ı Beyaz Saray’da ağırlayacak.

Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanları tarafından kabul edilmeye ve onlarla sık sık görüşmeye önem verdiğini biliyoruz. Bakalım Washington seyahati ne zaman olacak…

Avrupa değerlerine dümen kırmak biraz da AB’ye bağlı

Avrupa değerlerine dümen kırmak biraz da AB’ye bağlı

Ben uzun zamandır Türkiye’de demokratikleşme ve hukuk devletine dönüş için ‘dış dinamik’in etkisini sıfırladığını düşünüyorum, bunu defalarca yazdım da. Türkiye demokratikleşecek ve hukuk devleti olacaksa bunu Avrupa istediği için değil kendisi istediği için yapacak. Dış dinamiğe, hele hele Avrupa’dan gelecek baskıya bel bağlamak çok yanlış bir tutum.

Şimdi Avrupa ile yakınlaşma ümidi yeniden belirince, baksanıza Hürriyet’te Abdülkadir Selvi bile ‘Özgürlük gelecek’ diye sevinmiş ama bu sevinç en azından şimdilik yersiz.

Türk dış politikası evet Batıya dümen kırdı ama henüz Avrupa değerlerine ve evrensel hukuka dümen kırmış değil. Hemen ‘Selahattin Demirtaş, Osman Kavala serbest kalsın’ çağrıları yapıldı, keşke sahiden serbest kalsalar ama bu serbestlik Türkiye Avrupa’ya yanaştığı için değil, evrensel hukuku kendi isteğiyle uyguladığı için olmalı.

Bu NATO zirvesi sonrası Avrupa Birliği’nden gelecek sinyallere bakacağız. Eğer AB, Türkiye’nin uzattığı eli havada bırakıyorsa, iktidar Avrupa değerlerinin gereksizliğine bir kez daha iman tazeleyecek. Tersi olursa, demokrasi ve insan hakları gibi konularda ülkemizde yeniden bir rahatlama devrini başlatabilirler.

Ama dediğim gibi bu değerlere tam anlamıyla sahip çıkmak ancak bütün toplumun bu değerleri istemesiyle mümkün.

Koca Türkiye’yi bir yıl boyunca İsveç’in bir terör ülkesi olduğuna inandıran propaganda makinesi bizim duygularımıza yön vermeye devam ettikçe, umutlu olabilmek pek mümkün gözükmüyor.

Özkan Abinin ardından…

Özkan Abinin ardından…

Müzisyenliğinden, MFÖ üyesi olarak hepimizin hayatında bıraktığı derin izden söz etmeyeceğim, çünkü bunları söylemeye gerek yok zaten.

Özkan Uğur, üzerinde tarif edilmesi mümkün olmayan, en azından benim hayatımda başka hiçbir insanda görmediğim türden pozitif enerji taşıyan bir insandı. Onun bulunduğu bir ortamda neşesiz olunabilmesine, dans edilmemesine, gülünmemesine, güzel şeylerden söz edilmemesine imkan ve ihtimal yoktu. Odanın kapısından içeri girdiğinde girdiği yerin havası değişirdi.

Şimdi bu yazıyı görse kızacak, ‘Ne abisi lan’ diyecek biliyorum ama yine de ona ‘Özkan’ demek, onun bütün zorlamalarına rağmen bana tuhaf geliyordu, en son ocak veya şubat ayıydı, bir şey söylemek için telefon ettiğinde ağzımdan ‘Abi’ lafını kaçırdım diye yine fırça yemiştim.

Birkaç defa hastalığını, kanseri konuşmayı denedim ama başaramadım. Bir üstün moral ve neşe abidesiydi, ‘Yendim, yenerim, yine yeneceğim’ diyordu. Herhalde ona uzaktan yakından değmiş olan herkesin dileği de buydu. Ama olmadı.

Çok ama çok özlenecek; onun yokluğunda daha neşesiz, daha eğlencesiz insanlarız artık.

Toprağı bol olsun, yattığı yer incitmesin.