22-12-2024
İsmet Berkan

Eski bir kitaba yeniden geri dönmenin keyfi…

Eski bir kitaba yeniden geri dönmenin keyfi…

Tamamen ilgisiz bir sebeple son iki haftadır dünyanın dört bir yanındaki “nerd”ler için bir “kült” klasiği olan “Gödel, Escher, Bach: an Eternal Golden Braid”e yeniden takılmış durumdayım.

Bin küsur sayfalık kitabı yeniden okumuyorum, bu kez kitapla doğrudan veya dolaylı bağlantılı videoları izliyorum. Örneğin Amerika’daki ünlü MIT’de verilen “Gödel, Esher, Bach” seminerlerinin videolarını veya kitabın yazarı Douglas Hofstadter’in çeşitli yerlerde yaptığı sunumları veya verdiği seminerleri

Karışık duygular içindeyim… Bir yandan eski bir dosta yeniden kavuşmak gibi geliyor yeniden GEB ve onun evreniyle ile haşır neşir olmak, bir yandan da insanın içine “Ben bunu ilk okuduğumda yeterince kavramış mıydım acaba” sorusunu düşüren bir tecrübe.

Henüz okumamış olanlar için kitabın içeriğini değil ama önemini anlatmak istiyorum.

20. yüzyılda insan düşüncesini sarsan iki önemli gelişme oldu. Birincisi hiç kuşkusuz kuantum fiziği devrimiydi. İkincisiyse matematikçi-mantıkçı Kurt Gödel’in “eksiklik” kanıtlaması.

Her iki gelişme de insan kavrayışının ve insanın bilebileceklerinin sınırlarının ne olduğunu yüzümüze vurdu. Kuantum fiziği atomları bir araya getiren mekanizmayı belki de hiçbir zaman tam olarak öğrenemeyeceğimizi gösterdi. Kurt Gödel’in kanıtlaması ise insan düşüncesi açısından eldeki en önemli silah olan matematiğin içinde hiçbir zaman bilemeyeceğimiz, hiçbir zaman doğruluğunu veya yanlışlığını kanıtlayamayacağımız bazı şeylerin olacağını söyledi.

Matematikte ilk bakışta “doğru” gibi görünen bazı önermeler vardı, ama bunların doğru olduğunu (veya yanlış olduğunu) bir türlü kanıtlayamıyorduk. Bu çeşit teoremlerin en ünlüsü meşhur Goldbach Hipotezi. Basitçe şunu söyler: “2’den büyük her çift sayı iki asal sayının toplamı şeklinde yazılabilir.”

İlk bakışta doğru gibi görünüyor. Öyle ya asal sayılar kaçınılmaz biçimde tek sayılar. Eh, iki asalın toplamı da her şart altında çift sayı vermeli, çünkü ikisi de tek sayı. Basit duruyor. Zaten denemeye başlayın, doğru olduğunu göreceksiniz.

Ama “her çift sayı” deyince sonsuza kadar gitmek lazım, bunun için de kanıtlama yapmalıyız. O kanıtı henüz bulabilmiş değiliz. Gözümüzün önünde apaçık bir “doğru önerme” var ama biz onu hala kanıtlayamadık.

1979’da yayınlandığında dünya Kurt Gödel’in tam olarak neyi başardığını hala anlayabilmiş değildi. GEB kısaltmasıyla andığım devasa kitap o yıl yayınlandı ve en azından okuyanlar Gödel’i kavramaya başladı.

GEB’in yazarı Douglas Hofstadter aslında kitabında Gödel’in de ötesine geçmiş, daha doğrusu Gödel’in kanıtlamasının insan düşüncesine etkisini aramaya başlamıştı.

Daha sonraki bazı kitaplarında da geri döndüğü temel konu şuydu Hofstadter’in: Nasıl oluyor da atomlardan moleküllerden oluşan biyolojik bir makine olan insan “ben” diye bir şeyi ortaya çıkarabiliyor?

Bu soruya cevap ararken yaptığı benzetme matematik-Gödel ilişkisi benzetmesiydi. Bilişimizin, kavrayışımızın sınırları olabileceği, bazı şeyleri bilemeyebileceğimizi gösterdi.

Tabii insanın hiçbir zaman doğayı tam olarak kavrayamayabileceğini bilmek bizi doğayı kavramaya çalışmaktan alıkoymadı.

Kuantum alanında örneğin son derece yaratıcı deney yöntemleri buldu insanlar, bu deneylerin sonunda elde ettikleri bilgiyle bugün adına “kuantum enformasyon teorisi” adı verilen teoriyi çıkardılar; o teori sayesinde “kuantum internet”e bir adım daha yaklaştık.

Matematikte bazı sonuçsuz problemlerimizin olduğuna dair bilgi de matematikçileri durdurmadı; Kurt Gödel’in kanıtlamasından sonra matematiğin kapsadığı alan genişlemeye devam etti, ortaya fraktal geometri dahil bugün gündelik hayatımızı çok kolaylaştıran bir sürü yeni şey bulduk.

İnsan, evet sınırlı bir canlı ama sınırlarını biliyor olmak ve ona göre hareket etmek de önemli. Douglas Hofstadter’i herkese tavsiye ederim.

Kolay karar verenlerle kararsızlar arasındaki fark

Kolay karar verenlerle kararsızlar arasındaki fark

Bazı insanlar çok hızlı ve kolay karar verir; bazı insanlar ise en basit konularda bile karar vermekte zorlanır.

Genellikle kolay karar vermek özgüvenle, kararsızlık ise özgüven eksikliğiyle ilişkilendirilir, toplum kolay karar verenleri nedense daha yüceltir.

Peki acaba kolay karar verenler daha doğrusunu yapan, daha “yüce” insanlar mı sahiden?

Son yapılan bir araştırmaya göre hayır, hiç de öyle değil. Kolay karar vermek bir marifet değil, kararsız kalmak da öyle eleştirilecek bir şey değil.

Kolay karar veren “kararlı” insanların bir türlü karar veremeyenlerden daha haklı çıktığına dair hiçbir kanıt bulunamamış.

Kolay karar veren insanlara “eylem odaklı” demiş araştırmacılar, kararsızlara ise “durum odaklı.” Araştırmanın yazarlarından biri “Bulabildiğimiz tek fark kolay karar verenlerin bu kararlarından ötürü son derece yüksek bir öz güvene sahip olduğu; ama bu onları haklı yapmıyor” demiş.

Esasen aradaki fark, yani hızlı karar vermeyle yavaş karar verme, hatta verememe arasındaki fark, tek tek insanların bir karar verirken ne kadar delil veya bilgiye ihtiyaç duyduğuyla ilgili.

Tam da bu sebeple kolay karar verebilenler çoğu zaman ortada yeterince bilgi veya kanıt yokken veriyor kararlarını ve dolayısıyla yanlış karar verme olasılıkları çok yüksek.

Buna karşılık kararsızların en büyük dezavantajı karar vermek için yeterli kanıt ve bilgi olsa dahi kararsız kalmaya devam etme olasılıkları.