30-06-2023
İsmet Berkan

Tarihin oku hep ileriyi mi gösterir? Osmanlı neden kapitalist olamadı?

Tarihin oku hep ileriyi mi gösterir? Osmanlı neden kapitalist olamadı?

Madem bayramı gündemden kopuk serbest vezinde geçiriyoruz, bari bizim bitmek tükenmek bilmez tartışmamıza geri dönelim: Osmanlı neden battı?

Benim ilk gençlik yıllarımın önemli bir bölümü bu soruya cevap arayan türlü çeşitli kitapları ve teorileri okumakla geçti. Bu alanda Türkiye’nin sol ve Marksist entellektüel birikiminin hemen hemen her yazarının/akademisyeninin en az bir çalışması vardı.

Hatta şunu bile söyleyebilirim: Türk radikal solunun 60’lı yıllarda yaşadığı bölünmelerden birinin arkasında bile bu soruya verilen cevaba ilişkin bir tercih yatıyordu.

Türkiye’de bütün 60’ların, 70’lerin entellektüel canlılığının arkasında, unutmayalım ki sol ve Marksist düşünce dünyasından insanların çok ezici bir ağırlığı vardı. 

Bu insanlar, aralarındaki fikir ayrılıkları ne olursa olsun bir konuda birleşiyorlardı: Onlara göre tarihin oku hep ileriyi gösteriyordu ve toplumlar, yaşanan muhafazakar direncin seviyesi ne olursa olsun, ‘ilerleme’ye mahkumdu. Öyleyse, nasıl olsa varılacak bir menzili (Komünist toplum) şimdiden söylemenin ve yolu kısaltmaya çalışmanın ne sakıncası olabilirdi? Aksine bu yolu kısaltmaya çalışmak bir çeşit ‘ahlaki zorunluluk’tu!

Karl Marx’ın ‘Tarihsel materyalizmi’ bir yol haritası veriyordu. İşte en ilkel anlatımıyla toplumlar önce ‘ilkel köleci toplum’ aşamasından ‘feodalizm’ aşamasına, oradan ‘kapitalizm’e ve son olarak da herkesin eşit olacağı ‘komünizm’e geçiyordu adeta bir doğal zorunluluk olarak.

Yalnız, Türkiye söz konusu olduğunda bir problem vardı: Burası Marx’ın çizelgesinde öngördüğü türden bir ‘kapitalist’ toplum değildi, özellikle 60 ve 70’li yıllarda hala feodal düzen kendini gösteriyordu. (Bu yüzden köy romanları yazıldı, köy filmleri çekildi, ağalık düzeni eleştirildi, feodalizm eleştirildi.)

Peki ama Osmanlı ve sonrasında da Cumhuriyet neden bir türlü kapitalizm aşamasına geçememişti?

Türkiyeli aydınların 60 ve 70’lerde tartıştığı bu konu, 150 yıl önce Çin bağlamında Karl Marx ve Friedrich Engels’in kafasına da takılmıştı. Kendi teorilerini baştan sona değiştirmek yerine Doğu toplumlarını teorilerinden ayırmayı tercih etmişler, ortaya ‘Asya tipi üretim tarzı’ adıyla sadece doğuda geçerli bir feodalizm tarifi atmışlardı. Türkiyeli aydınlar bir yandan da işte bu ATÜT’ü tartışıyordu.

Aradan 50-60 yıl geçtikten sonra bütün bu tartışmaların neticesiz kaldığını hepimiz biliyoruz. Belki tam da bu yüzden aslında tartışma da bitmiş değil. Sorumuz hala aynı: Osmanlı neden kapitalist olamadı?

Bu soruya artık Marksizm dışından da cevaplar aranıyor. Örneğin ünlü Amerikalı tarihçi Bernard Lewis, salt bu soruya cevap aramak için koca bir kitap yazdı: ‘What Went Wrong?: The Clash Between Islam and Modernity in the Middle East.’ (Aynı kitap Türkçe’de ‘Hata Neredeydi?: Doğu’nun 300 Yıldır Cevabını Aradığı Soru’ başlığıyla yayınlandı.) Bana soracak olursanız soruya cevap ararken yaptığı analiz ve bulduğu cevap yanlış olmamakla birlikte son derece yetersizdi Lewis’in.

Bana en ikna edici gelen cevaplardan birini ünlü Amerikan üniversitesi MIT’de ekonomi profesörü olan Daron Acemoğlu ve James Robinson’un ‘Why Nations Fail: The Origins of Power, Prosperity, And Poverty’ kitabı veriyor. (Türkçede ‘Ulusların Düşüşü’ başlığıyla yayınlandı.)

Acemoğlu ve Robinson’a göre Çin ve Osmanlı gibi örneklerde, kuvvetli merkezi devlet ve bürokrasi sivil toplumun yeşermesini engellemiş, ortaya bağımsız bir burjuva sınıfı çıkamamış ve bu sayede merkezi devlet feodalizmi sürdürmeyi başarmıştı ama bu da o devletin çağ dışı kalıp çökmesine neden olmuştu.

Hangi görüş veya analiz size ne kadar ikna edici geliyor olursa olsun hala bir temel meselemiz var: Sahiden tarihin oku hep ileriyi mi gösterir, toplumlar hep ‘gelişme’ yolunda mı ilerlerler?

Bu bu sorunun cevabından o kadar da emin olmayanlardanım.

Uygarlık dediğiniz şey, siz daha farkına varamadan buharlaşıp yok olabilen bir şey

Uygarlık dediğiniz şey, siz daha farkına varamadan buharlaşıp yok olabilen bir şey

Osmanlı tarihine çok meraklı olduğum zamanlarda ünlü Matrakçı Nasuh’un Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak seferiyle ilgili ‘Menzilname’sine denk gelmiştim.

Matrakçı’nın anlattığına göre, Kanuni ve ordusu daha İstanbul’dan sefere başladığı anda, seferin en sonuna kadar ordunun nerelerde konaklayacağı, o konaklanan yerlerde hangi birliklerin kaç kişiyle orduya katılacakları, konaklanan yerde çadırları kimin kuracağı, civardaki hangi köy veya kasabanın pilavı pişirip hangisinin kaç büyük baş hayvan keseceğine kadar her şey ama her şey ayrıntılarıyla bellidir.

Bunu okuduğumda dehşete kapılmıştım: Bir zamanlar bu topraklarda böyle bir planlama ve organizasyon kapasitesi vardı, peki ama bu kapasite bugün nereye gitmişti?

Sonraki yıllarda kafama tamamen dank etti: Buharlaşıp gitmişti o bilgi.

Roma İmparatorluğu 65-70 metrelik dev ahşap gemiler inşa ediyordu, ticari taşımacılığı bu gemilerle yapıyordu. Roma İmparatorluğu tarih sahnesinden çekildiğinde bu gemi yapma bilgisi de uçtu gitti. İnsanlığın yeniden aynı büyüklükte ahşap gemiler yapabilmeyi öğrenmesi neredeyse 1000 yıl sürdü.

2003’teki Amerikan işgali öncesinde Bağdat’ta trafik ışıkları yanıyordu, kırmızıda araçlar duruyordu. Gece vakti ekmek almak istediğinizde güvenle sokağa çıkıyor, açık bir bakkal bulup alışverişinizi yapıyordunuz. Hastalandığınızda veya kazaya uğradığınızda hastaneler açıktı. Evinizde elektrikler yanıyordu.

Bugün Amerikan işgalinin üzerinden 20 yıl geçti; hala Bağdat’ta trafik ışığı yok, elektrikler ancak jeneratörlerle sağlanıyor, güvenle sokağa çıkıp alış veriş yapmak cesaret işi, hastaneler kör topal çalışıyor.

Oysa 20 yıl önce o düzeni var eden kişiler de Iraklıydı, bugünküler de öyle. Peki ama o düzeni sağlayan organizasyon kabiliyetine, bilgisine ne oldu? İşte o buharlaştı.

Böyle örnekleri çoğaltabilirim. Ama bunlar görece basit örnekler. Devlet organize edebilme bilgisi, düzen kurma bilgisi görece kolay edinilebilir bir bilgi, bütün bu bilginizi kaybetseniz bile onu yerine koymak 40-50 yılda mümkün.

Daha karmaşıkları var: Bir bütün olarak insanlığın biriktirdiği bilimsel bilgiyi bir büyük felaketle kaybedebiliriz aslında.

Örneğin üniversite mezunu 4 kişi bir araya gelin, telsiz yapmaya kalkışın veya en temel doğa yasalarını bulmaya çalışın, bakalım becerebilecek misiniz? Üçgenin alanını hesaplamanın mantığını kendi başınıza bulabilir, kuralları yeniden yazabilir misiniz? Peki Fourrier dönüşümlerini yeniden keşfetmek acaba insanlığın ne kadar zamanını alır?

‘Tarihin oku hep ileriyi gösterir, toplumlar da hep gelişme yolunda ilerler’ cümlesini hep çok dikkatli kumak gerekir.

Bakın İran’a? 1979’daki bilimsel seviyesine yeni yeni geri dönüyor. Aradan 40 yıldan fazla zaman geçti oysa… Bakın Çin’e? 60’lı yıllarda ‘Kültür Devrimi’ ile kendi kendini sıfırladı, o seviyeye geri gelmek için 50 yıla yakın uğraştı sonra.

Toplumlar sadece ileriye gitmezler. Tarih bize gösteriyor, illa savaş, işgal, devrim veya büyük bir doğal felaket gerekmez, Osmanlı’da olduğu gibi ağır ağır, yüzyıllara yayılan biçimde geriye de giderler.

Eğitim olmazsa toplumsal ilerleme de olmaz

Eğitim olmazsa toplumsal ilerleme de olmaz

Bayram tatilini Ege kıyılarında geçirmek isteyen milyonlarca aileden pek çoğu bu tatile kara yoluyla gitti, giderken de Gebze-İzmir otoyolunu kullandı.

Benim de defalarca geçtiğim bu otoyolda bir şey dikkatimi çekiyor: Neredeyse her köprü ve viyadük bağlantısında aracınızla zıplıyorsunuz. Bunun nedeni, köprü veya viyadüğün beton ayaklar üzerinde durması, otoyolun ise toprağın üzerine yapılmış olması. Zaman içinde otoyol birkaç santim çöktü, köprü ve viyadük ise aynı seviyede kaldı. O yüzden de zıplıyorsunuz. Bundan onyıllar önce yapılan İstanbul-Ankara otoyolunda ise böyle bir şey yaşamıyorsunuz. Yol ile köprü hala aynı seviyede. 

Neden?

Basitçe söylemek gerekirse, Ankara otoyolunu yapan mühendisler ve onların işlerine gösterdikleri özen ile İzmir otoyolunu yapan mühendisler ve onların işlerine gösterdikleri özen arasındaki farktan ötürü.

Bir ülkenin mühendislerinin genel seviyesi düşer mi? Düşmüş işte.

Eğer ‘Toplumsal ilerleme’ diye bir şey varsa, bu öyle ‘Tarihin oku ileriyi gösterdiği için’ olan, neredeyse ‘doğal’ bir şey değil. İnsanlar bu ilerleme için sürekli çaba gösterdiği için var toplumsal ilerleme.

Bu çabayı sürekli kılmanın yolu da eğitimden, eğitim kalitesinden geçiyor. Biz son 20 yılı aşkın zamanda eğitime daha çok bir ‘nicelik’ olarak bakıyoruz, ‘nitelik’ olarak değil.

Oysa aynı anda hem çok geniş kitleleri eğitimle buluşturabilmeli, yani niceliği hep göz önünde tutmalı hem de verdiğimiz eğitimin niteliğini de düşürmek bir yana sürekli arttırmalıyız.

Bir toplumu geriletmenin en garantili yolu, o toplumun aldığı eğitimin niteliğini düşürmektir.

‘Mutlaka modern olmak gerekir’ mi sahiden?

‘Mutlaka modern olmak gerekir’ mi sahiden?

Fransız şair Charles Baudelaire’in ünlü sözüdür: ‘Mutlaka modern olmak gerekir.’

Bu söz hiç söylenmemiş olsa bile o kadar önemli ve derin bir gözlemi içerir ki, zaten hepimiz biliriz ve düşünmeden doğru kabul ederiz: Mutlaka modern olmak gerekir.

90’ların sonlarında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir gezisi vesilesiyle Moğolistan’a gitmiştim. Çin ile Sovyetler Birliği arasında sıkışmış bu ülke de ‘komünizm’ yaşamıştı.

Neredeyse Kıta Avrupası büyüklüğünde yüzölçümüne sahip ülkede 4 milyondan biraz fazla insan yaşıyordu ancak ve bunların önemli bölümü de başkent Ulaan Baatar’daydı. Şehre dev toplu konutlar yapılmıştı, 14-18 katlı apartmanlar.

Ama bu apartmanların bahçelerinde bazı ailelerin hala ‘Yurt’ adı verilen dev çadırları ve atları duruyordu. Çarpıcı bir çelişki; bir yanda modern bir yanda ise modern öncesi.

Ulaan Baatar’dan helikopterlere bindik, saatlerce ötedeki Orhun Yazıtları’na gittik. Giderken uçsuz bucaksız steplerin üzerinden uçtuk, bazen altımızda binlerce atlık vahşi at sürüleri, bazen de binlerce sığırlık vahşi sığır sürüleri gördük. Başı boş özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı.

4 saate yakın süren helikopter uçuşumuzda altta iki kez, o da birbirlerinden yüzlerce kilometre uzakta ‘Yurt’ gördük, aşağıdaki aile bize el salladı. O aileyi düşündüm, ha denizde bir yelkenli teknede yaşamışsınız ha stepte bir çadırda, her şart altında yalnızsınız. En yakın komşunuz kim bilir hangi mesafede.

Bu insanların modern ile ilişkisi o kadar zayıf, o kadar belli belirsizdi ki, düşünmeden edemedim: Sahiden ‘Mutlaka modern olmak gerekir’ mi?

Eğer o ‘Yurt’takiler kadar kendinizi özgür hissediyorsanız ve bu özgürlüğü yaşama şansınız varsa, belki de gerekmez.

Issız bir adaya düşen Robinson Crusoe halbuki hiç öyle düşünmedi, ‘mutlaka modern olmak gerekir’ dedi kendi kendine. Sonunda o kadar modern oldu ki, kendine ‘Cuma’ adını verdiği bir köle bile edindi.

Karanlık ütopya edebiyatı neden bu kadar yaygın?

Karanlık ütopya edebiyatı neden bu kadar yaygın?

Dikkat ediyor musunuz bilmiyorum, karanlık bir gelecek tablosu çizen, uygarlığın neredeyse tamamen yok olduğu ve insanların savaş lordları etrafında birleştiği bir dünyayı tarif eden ‘karanlık ütopya’ film ve dizilerinin sayısında müthiş bir artış var.

Bunların son başarılı örneği BluTV’de oynayan Last of Us idi.

Bu türün ürünlerinin sayısında bu kadar artış olmasının nedeni dünyamızın yaşadığı ve hala çözüm üretemediği, üstelik çözüm üretmek için de artık çok geç kaldığı iklim krizi bence.

Benim kızım 13 yaşında ve sorsanız 40 yaşını görmeyeceğini, daha önce dünyadaki bütün diğer insanlarla birlikte öleceğini düşünüyor. Onun bu ümitsiz inancının sebebi iklim krizi.

Ben bu durumu kendi kızıma özgü sanıyordum ama bir fark ettim ki dünyanın dört bir yanında o yaş grubu çocuklarda böyle bir yaygın ‘fatalizm’ var.