08-07-2023
İsmet Berkan

Enflasyonla mücadeleden çok daha zoru, bilgisizlikle ve kötü yönetimle mücadele

Enflasyonla mücadeleden çok daha zoru, bilgisizlikle ve kötü yönetimle mücadele

İki gün önce burada Tayyip Erdoğan’ın ek bütçe çıkarma mecburiyetinden kurtulmaya çalıştığını yazmıştım. Ek vergiler geldi, mevcut vergilere ve harçlara zamlar yapıldı, bu arada bütçe üzerindeki kur korumalı mevduat yükü Merkez Bankası’nın üzerine yıkıldı ama yetmedi. Bütçede yeterli ‘sterilizasyon’ yapılamadı, bunun üzerine dün 1,1 trilyonluk yeni harcama bütçesi Meclis’e sunuldu.

Burada iki şeyin altını çizmek lazım:

1. Cumhuriyet tarihinde ilk kez iki yıl üst üste ek bütçe istemek zorunda kalıyor hükümet. Bu da Tayyip Erdoğan’a nasip oldu.

2. İstenen ek bütçe, mevcut bütçenin yüzde 25’i kadar. Ciddi bir yanılma.

Elbette bu yanılmanın başlıca sebebi deprem ama hemen bu bahaneye sığınmayalım; hayal dünyasında yaşamak, enflasyonu ‘gelip geçici’ bir durum saymak ve seçim kazanma uğruna ekonomiyi bir enkaza çevirmek de en az deprem kadar pay sahibi ek bütçe zorunluğunda.

Ek bütçeyle kamuya 1 trilyon 119 milyar liralık ilave ödenek sunuluyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla Meclis’e sunulan ek bütçe kanunu, 1 trilyon 150 milyar lira da gelir öngörüyor. İşte on gelirler biliyorsunuz artan vergilerle ve gelen ilave vergilerle sağlanacak.

Yalnız burada kafa karıştırıcı bir durum var; normal bütçemiz 659 milyar lira bütçe açığı öngörüyordu; şimdi ek bütçede giderden çok gelir bütçelenmiş, bunu o ilk orijinal açığın azalacak olması şeklinde yorumlamamak lazım. Aksine toplamda bütçe açığımız artacak.

Ne kadar artacak? İşte şimdilik cevabını tam bilmediğimiz, bir ihtimal bu ek bütçenin Meclis Bütçe Plan Komisyonu’ndaki görüşmeleri sırasında öğreneceğimiz yeni bütçe açığı rakamı çok önemli olacak.

Mehmet Şimşek geçen gün Twitter üzerinden üç maddelik bir mini duyuru yaptı; Erdal Sağlam bu duyurunun esas muhatabının vatandaş değil Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğunu yazdı, ben de öyle düşünüyorum.

Şimşek’in söyledikleri arasında bütçe açığının ‘deprem giderleri hariç’ tutularak Maastricht Kriterlerine uyumlu olması diye bir laf vardı. Yani, bütçe açığının gayrı safi yurt içi hasılanın yüzde 3’ünü geçmemesi. Deprem için yapılan ve yapılacak harcamalar hariç bırakılsa bile bu kriterin tutması kolay gözükmüyor. Tabii bu konuda tahmin yapmak zor; çünkü yıl sonunda GSYH’yi bilmiyoruz.

Öyle hızlı gelişmeler içinde yaşıyoruz ki, hepimiz geleceği görmeye uğraşıyoruz doğal olarak ve geçmişle, geçmişin hatalarıyla yeterince yüzleşemiyoruz.

Bugün çok uzun bir aradan sonra gerek vergi zamları ve gerekse başka şeylerle geçmişin bedelini ödemeye başladığımıza göre, dönüp ‘Biz nerede hata yaptık’ diye de bakmak lazım aslında. Olur a, belki ders çıkartırız ve aynı hatayı yeniden yapmayız.

Hatalar zinciri ta 2020 yılından, salgından başlıyor aslında. Ortada salgının biteceğine dair en ufak bir bilimsel bir veri bile yokken biz 2020 yaz başında salgının hafifleyeceği varsayımıyla para musluklarını açtık, ani duruş yaşayan, bir anda milyonlarca insanı işsiz bırakan ekonomimizi canlandırmak istedik. Vatandaşa inanılmaz ucuz faizle bol keseden konut kredileri verdik, onlar da gitti yeni konut yerine danışıklı dövüşle ikinci el konut aldı, bu paranın neredeyse tamamı dolara gitti. Aynı anda hem ev fiyatlarını yükselttik hem doların fiyatını.

Salgın, salgının getirdiği ekonomik durgunluk, salgının ekonomik etkilerini sınırlamak için kamu bütçesinden yapılan harcamalar enflasyonu arttırdı. Biz bu enflasyonun gelip geçici bir şey olduğuna, kaynağının da daha çok dünyada artan emtia fiyatları olduğuna inandık. Oysa değildi, enflasyon bizim gereksiz parasal genişlememizden kaynaklanıyordu. Para arzını kısmak ve faizi arttırmak isteyen Naci Ağbal’ı 3,5 ayda kovdu Tayyip Erdoğan. Kovmamış ve ona izin vermiş olsaydı hem enflasyon bugün çok daha düşük bir noktada olacaktı hem de geçen yıl da bu yıl da ek bütçe çıkarmak gerekmeyecekti. Üstelik Erdoğan seçimi çok daha kolay kazanacaktı.

Ama hayır, Tayyip Erdoğan, 2020’de Berat Albayrak eliyle yaptığı hatayı 2022’de Nurettin Nebati-Şahap Kavcıoğlu ikilisiyle tekrar etti. Enflasyon ciddiye alınmayınca azdı, yüzde 85’e kadar çıktı, ‘düştü’ dendiği yer ise hala yüzde 40 seviyesi.

Çok büyük bir mücbir sebep olmadıkça ek bütçe istemek zorunda kalmak dünyadaki her hükümet için utanç verici bir şeydir. Deprem evet bir mücbir sebep ama biz ilave bütçemizin yarıdan azını deprem harcamasına ayırmış durumdayız, demek esas sebep deprem değil.

Enflasyonla mücadeleden çok daha zoru, bilgisizlikle ve kötü yönetimle mücadele olsa gerek.

Mehmet Şimşek’in geçen gün sert eleştirdim ama hakkını da vermeliyim: Bu ortamda işi çok zor.

Uygulanan politikaya ‘Erdoganomics’ demek doğru mu acaba?

Uygulanan politikaya ‘Erdoganomics’ demek doğru mu acaba?

Bu hafta dünyaca ünlü The Economist dergisinde, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın uyguladığı ekonomi politikasının gelişmekte olan ülkeler arasında yayılmaya başladığına dair bir haber var. (Haberin İngilizce orijinaline de şu linkten ulaşabilirsiniz.)

Politikanın özü aslında basit: Gevşek para politikası uygulamak, bu yolla ekonomik büyümeyi öncelerken enflasyonu gözardı etmek.

Açıkçası bu politikayı Tayyip Erdoğan icat etmedi ama o ‘Faiz sebep, enflasyon sonuçtur’ diyerek politikayı bir çeşit ideoloji boyutuna taşıyan insan oldu.

Türkiye’de aynı politikayı aslında Turgut Özal da uyguladı. Üstelik bunu ‘enflasyonla mücadele ediyorum, sıkı para politikası uyguluyorum’ dediği halde yaptı.

90’lı yıllarda aynı şeyi Tansu Çiller de uyguladı. Çiller’den görevi devralan Necmettin Erbakan, ondan devralan Mesut Yılmaz hep ‘Enflasyonla mücadele’ adı altında aslında büyümeyi öncelediler, enflasyonu ise arka planda bıraktılar.

Türkiye bu siyasetten 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş politikalarıyla ayrıldı; Tayyip Erdoğan ve onun ekonomi bakanı Ali Babacan uzun süre tam tersi politikalar izleyerek (yani enflasyonu önceleyip parayı sıkarak) çok daha yüksek ve istikrarlı ekonomik büyüme yakalanabileceğini ispat ettiler.

Ama Tayyip Erdoğan 2018’de başkan seçilir seçilmez kendi politikasından tamamen koptu, enflasyonu umursamadan büyümeye yöneldi.

Turgut Özal’ın iki teorisi vardı. Bunlardan birincisi, Türkiye’de askeri darbelere ödemeler dengesi krizlerinin sebep olduğuydu. Bunu ortadan kaldırmak için TL’yi yabancı paralara çevrilebilir yaptı, kambiyo hareketlerini serbestleştirdi. İkinci teorisi ise, ekonomik büyüme yaratamayan iktidarın seçimi kaybedeceğiydi. Özal’a göre vatandaşa ‘Bir iş ve düzenli gelir sahibi olmak’ ile enflasyondan kurtulmak arasında seçim yapması istendiğinde vatandaş iş sahibi olmayı tercih ediyor, hayat pahalılığına ise katlanıyordu. Son seçim Özal’ın bu teorisinin doğru olduğunun bir nevi kanıtı gibiydi.

Fakat tabii Tayyip Erdoğan bugünlerde kendi ekonomi politikasının (Erdoganomics) yarattığı sonuçları ortadan kaldırma ihtiyacını bizzat yaşıyor. Enflasyon ve bütçe açığı patlamış durumda, Türkiye’nin döviz rezervleri eksi bakiyede, ihracatın minik bir aksama yaşaması ülkeyi kritik maddeleri ithal edemez hale getirebilir. Nitekim ilaç ithalatı aksaya aksaya yapılabiliyor, enerji (doğal gaz) ithalatınının faturasını ödeyemedik, Rusya alacağını erteledi. Yani aslında Turgut Özal’ın o çok korktuğu ödemeler dengesi krizini bir nevi yaşıyoruz şu an.

Başka ülkelerin başka popülist liderleri Erdoğan’ın politikalarına özeniyor olabilirler ama sonuçlarına da baksalar iyi ederler.

Sadece Türkiye’de yaşanacak türden bir cinayet

Sadece Türkiye’de yaşanacak türden bir cinayet

Adana’da aralarındaki alacak verecek meselesi yüzünden kavgalı iki kişiyi barıştırmak istemişler. Bir üçüncü arkadaş da masaya oturmuş, kavgalılar aralarında anlaşacaklar, mesele de kapanacak.

Hayır, öyle olmamış. Kavgalılar masada da birbirlerine küfürler etmeye başlayınca, onları barıştıracak kişi tabancasını çekmiş ve kavgalılardan birini öldürmüş.

Bazen Serdar Turgut’a özenmekten ve ona hak vermekten başka çaresi kalmıyor insanın. Absürdistanda yaşıyoruz ve sizin ilave bir şey söylemenize çok gerek yok aslında. Hayatın kendisini aktarmak sizi mizah yazarı yapmaya yetebilir.

Maalesef bir insan öldü ama o giden can, yaşanan şeyin tuhaflığını ve absürdlüğünü ortadan kaldırmıyor.

İsveç değil ama Ukrayna hak ediyor NATO üyeliğini…

İsveç değil ama Ukrayna hak ediyor NATO üyeliğini…

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dün bir konuğu vardı, ülkesini Rusya işgalinden kurtarmak isteyen ve savaşan Ukrayna’nın Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski.

İki liderin uzun görüşmesinin ardından yapılan basın toplantısında Tayyip Erdoğan ‘Ukrayna NATO üyeliğini hak ediyor’ dedi. Önümüzdeki günlerde bir önemli NATO zirvesi var ve bu zirvenin iki önemli gündem maddesi var: 1. İsveç’in NATO üyeliği, 2. NATO’nun stratejik planlarının kabulü.

Türkiye, İsveç’in üyeliğine engelleyici olmaya devam ediyor. Pazartesi günü Tayyip Erdoğan ile İsveç Başbakanı, NATO Genel Sekreteri nezaretinde görüşecek, bakalım bu görüşmeden ne çıkacak ama şu anki hava İsveç açısından pek olumlu değil.

İsveç, 200 yıllık Rusya’ya karşı tarafsızlık politikasını Ukrayna’nın işgal girişimi yüzünden bozdu, NATO’ya üye olmak istedi.

Erdoğan’ın ‘Ukrayna NATO’ya üye olmayı hak ediyor’ sözleri çok çarpıcı aslında. Çünkü NATO üyeleri arasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le görüşen yegane lider Erdoğan ve Putin’in Ukrayna’yı işgal gerekçesi bu ülkenin NATO’ya üye olmak istemesi.

Bu arada Putin ile Erdoğan’ın da Ağustos ayında görüşeceği açıklandı.

İklim krizini ciddiye almamaya devam edelim daha…

İklim krizini ciddiye almamaya devam edelim daha…

Önce şu haber geldi: 3 Temmuz, dünya tarihindeki en sıcak gün olmuştu. Ertesi gün yine haber geldi: 4 Temmuzda bir kez daha rekor kırılmış, en sıcak gün 4 Temmuz olmuştu. Derken dün haberi geldi: 6 Temmuzda iki gün öncenin rekoru da kırılmıştı.

Aynı hafta içinde 3 kez sıcaklık rekoru kırılması tesadüf değil. Dünyamız zaten buzul çağından çıkışın ısınma dönemindeydi, üstüne biz insanlar son 200 yılda dünyayı daha da sıcak yapmak için fosil yakıt tükettik, atmosfere bir sürü sera gazı saldık.

Aslında 1960’lardan beri bugünkü kaderimizi ve geri döndürülmesi çok zor bir yolda olduğumuzu biliyoruz. Nihayet son 10 yıldır biraz harekete geçtik. Dünyamızın tamamı tehdit altında ve biz hala hiçbir şey yokmuş gibi hareket ediyoruz.

İklim krizini biz ciddiye almıyoruz belki ama bu durum krizin çok da umurunda değil, işte dünya ısınmaya devam ediyor.