Vasatistanda ansızın açan güneşe aldanmalı mı?
Türkiye’de yaşayanlara kendileri zaten içten içe bildikleri bir gerçeği açık açık söyleyeceğim:
Tümüyle liyakata dayalı bir ülkemiz hiçbir zaman olmayacak.
Neden olmayacağını da basitçe söyleyeyim:
Liyakat, biliyorsunuz ‘layık olmak’ demek; bir başka deyişle, yeterli olmak.
Bilgi çağında yaşıyoruz; her iş bilgiyle yapılıyor. Tecrübe dediğimiz şey de, kişinin yıllar içinde biriktirdiği bilgiden başka bir şey değil.
Bilgiyi nereden alıyoruz? Başlangıçta eğitim sisteminden, üniversitelerden.
Eğitim sisteminin kalite sorunlarına hiç girmeyeceğim: Üniversite sınavı daha yeni tamamlandı, bugünler tercih günleri.
Sınavı ilk sıralarda bitiren, diyelim Türkiye’nin en iyi 5 bin öğrencisi hangi okulları tercih edecek sizce?
Ezici bir çoğunluğunun tıp fakültelerine gideceğini geçmiş tecrübelerimizden biliyoruz. Tıp okumayanlar elektrik-elektronik, bilgisayar mühendisliği gibi dalları tercih edecekler. Kuşkusuz başka seçimler de olabilir ama neyin olmayacağını şimdiden söyleyebilirim: İlk 5 binden hiç kimse Siyasal Bilgiler veya Kamu Yönetimi okumayacak.
Bu sadece bu yıla özgü değil, her yıl böyle Türkiye’de.
Türkiye’ye vali, kaymakam, emniyet müdürü gibi kamu yöneticileri yetiştiren Siyasal Bilgiler ve Kamu Yönetimi gibi fakülteler öğrencilerini üniversite sınavını ilk 20 bin ilk 300 bin kişi arasında bitiren geniş aralıktan alıyor.
Yani siz üniversiteye birinci sıradan giriyor, doktor olup bir devlet hastanesinde çalışmaya başlıyorsunuz ama bulunduğunuz şehrin bir numaralı yöneticisi üniversiteye sınavda 100 bininci olarak girmiş bir kişi.
Evet, biri pozitif bilim diğeri sosyal bilim ve sosyal bilimde baraj kriterleri çok daha düşük, bunu ben de biliyorum.
Ama diyelim sınavı ilk 100 kişi arasında bitirip bilgisayar okudunuz ve bir şirkete girdiniz; şirketin CEO’su aynı sınavı zamanında ilk 100 bin arasında bitirip ‘iş idaresi’ okumuş biri olabiliyor. 100 nerede 100 bin nerede?
Ama mesele sadece bundan ibaret değil ve bu söylediğim sorun ülkemize özgü de değil; diyelim dünyanın en liyakate dayalı sistemlerinden biri olan Amerika’da da Türkiye’deki kadar çarpıcı olmasa da benzer bir adaletsizlik veya eşitsizlik var. Orada da bilgili insanlar daha az bilgililer tarafından yönetilebiliyor, kritik kararlar bilgililer tarafından değil daha sınırlı bilgiye sahip olanlar tarafından verilebiliyor. Daha fenası daha sınırlı bilgiye sahip olanlar hayatta daha fazla para kazanabiliyor.
Ancak Türkiye’de durumumuz bir hayli vahim. Çünkü bizde yegane mesele hangi başarı sıralamasından hangi okula gittiğiniz değil; gayet vasat hatta vasat altı olabilen öğrencilerin siyasi görüş, bir cemaate mensubiyet gibi okul dışı bağlantıları sayesinde kamu hayatına atıldıktan sonra hak etmedikleri kadar yükselmeleri.
Çok nadiren tersi durumlar yaşanıyor ama çok nadiren…
Bakın, Merkez Bankası Başkan Yardımcılığı atamaları, kamuoyunda ve piyasalarda ‘liyakat’ olarak algılandı; bu sayede borsa sıçradı, Türkiye’nin risk primi ortada hiçbir somut şey olmadığı halde sırf bu algı sayesinde düştü.
Merkez Bankası’na atanan üç isim de Boğaziçi Üniversitesi kökenli. Ondan önce de hep çok iyi liselerden gelmişler. Üniversite sonrasında ABD’de doktora yapmışlar. İçlerinden biri arkadaşım diye söylemiyorum, bu isimler sahiden de bir özel sektör şirketine gitse o şirket yükselir, devlete gitse devlet.
Hepsinin birden bugün tuhaf bir ele geçirme duygusuyla vasatlaştırılmaya çalışılan Boğaziçi Üniversitesinden olduğu gerçeğini hatırlamadan edemiyor insan.
Bizim gibi vasatistanda yaşamayı fazlasıyla içselleştirmiş, aslında olabilecek en iyi durumda olduğumuzu ‘Bu tarlanın turbu bu’ sözüyle meşrulaştırmaya alışmış olanlar için çarpıcı bir anormallik yaşıyoruz.
Bakalım ne kadar sürecek, vasat o liyakatli insanlardan intikamını nasıl ve ne zaman alacak.