
Nihayet Oppenheimer’ı seyrettim ve pek beğenmedim
Bütün dünyanın dilindeki Oppenheimer filmini nihayet dün ben de seyrettim. Filmi gösterime girdikten üç hafta sonra, zor bela bilet bulabildiğimiz hınca hınç dolu bir salonda seyretmek, sinemanın kendisi açısından çok sevindiriciydi.
Zor yer bulmamda filmi IMAX formatında seyretmek istemem rol oynadı; senarist ve yönetmen Christopher Nolan filmi özel olarak IMAX için çekmişti, İstanbul’da IMAX salon o kadar da fazla yok. Cuma günü bilet almaya uğraştık, ancak pazartesiye bilet bulabildik. Müthiş bir şey.
Film, tabii benim gibi ‘Soğuk Savaş’ı görmüş; ABD ve Sovyetler Birliği arasında ‘MAD’ (Çılgınlık) diye adlandırılan ‘Mutually Assured Destruction – Karşılıklı Garanti Edilmiş Yok Ediş’ politikalarına da özel olarak merak sarıp mesela taraflardan birinin nükleer saldırı düzenlemesi halinde diğer tarafın ona cevap verme süresini ezbere öğrenmiş kuşaklara başka bir şey ifade ediyordu; yan yana izlediğim 20 yaşındaki oğluma tamamen başka bir şey.
Salondan çıkarken oğlum filmi beğenmişti, çünkü ‘Bir sürü şey öğrenmiş’ti. Oysa benim filmden öğreneceğim hemen hemen hiçbir şey yoktu; filme esas olan kitabı zaten bundan 5 yıl önce okumuştum, Oppenheimer’ın hayatı ve dramı bana çok da inandırıcı gelmiyor, sonradan yapılan bir PR çalışması gibi duruyordu başından beri.
Ama tabii bu söylediklerim saçma, çünkü izlediğimiz şey bir belgesel değil bir dramaydı. Bir insan ve onun karakteri üzerine kurulu bir öyküydü. Filme ‘Yeni bir şey öğrenmek’ için değil, bir insanlık hali üzerine yönetmenin yorumunu görmek için gitmiştik.
Senarist ve yönetmen Nolan, başka pek çok kişi gibi benim de çok beğendiğim bir isim. Filmleri bilim kurgu ile felsefe arasında bir yerde duruyor; mutlaka filmden çıktığınızda kafanızı fazlasıyla meşgul edecek bir sürü düşünce oluyordu. Ama Oppenheimer’den çıktığımda geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı; ‘Acaba şunu niye öyle yaptı’ diye tek bir sorum bile yoktu.
Yoktu, çünkü yönetmen bu soruların hepsine filmin içinde üstünü hiç örtme gereği duymadan açık açık cevap vermiş, çoğu zaman biz seyirciler ya o cevabı tam duymaz veya kavrayamazsak diye tekrar tekrar cevaplara vurgu yapmıştı.
Örneğin filmin sonunda belki aklımıza, ‘Acaba Oppenheimer uğradığı bütün düşmanca muameleyi kendi lehine uzun dönemli bir PR çalışması için mi kullanmıştı’ gibi bir soru gelebilirdi. Ama hayır, senarist-yönetmen filmin içinde zaten bu soruyu bizim adımıza sormuş ve cevaplamıştı bile.
Bilmiyorum Oppenheimer filminin bu denli didaktik olması, biz anlamazsak diye sözlü açıklamalar yetmezmiş gibi Oppenheimer’in vicdan azabının sürekli ses ve görüntü efektleriyle, hatta düpedüz sahnelerle (Oppenheimer’in yanmış bir cesede basması gibi) aktarılması bize ne söylüyor?
‘Memento’ filminde bize tek bir açıklama bile yapmayıp dev bir bulmacayı çözmemizi isteyen, Inception’da rüyada mıyız gerçekte miyiz bilemez hale getiren, Tenet’te geçmişle geleceği sürekli karıştırmamıza sebep olan Christopher Nolan, bu kez en ufak bir kafa karışıklığına ve en ufak bir yanlış anlamaya yer bırakmamıştı.
Ama bir şeyi söylemeyi unutmuştu veya bilerek o konuya hiç girmemişti:
Oppenheimer, bir atom bombası yaptığı için sevinçli ve heyecanlı mıydı, yoksa insanların eline bu dehşet verici silahı verdiği için vicdan azabı mı çekiyordu?
Hangi noktada sevinci sona erdi, vicdan azabı başladı? Baştan itibaren ne yaptığını bilmiyordu da, bomba Hiroşima ve Nagazaki’ye atılınca mı anladı ne yaptığını? Vicdan azabına kapıldı da ne yaptı veya ne yapmadı?
Filmde onca ayrıntıyı görüyoruz ama Oppenheimer karakterinin gerçek bir katarsis yaşayıp yaşamadığını, yaşadıysa ne olduğunu, yaşamadı ve vicdan azabını sırf başkalarını kandırmak için yalandan çektiyse bunu göremiyoruz.




