08-08-2023
İsmet Berkan

Nihayet Oppenheimer’ı seyrettim ve pek beğenmedim

Nihayet Oppenheimer’ı seyrettim ve pek beğenmedim

Bütün dünyanın dilindeki Oppenheimer filmini nihayet dün ben de seyrettim. Filmi gösterime girdikten üç hafta sonra, zor bela bilet bulabildiğimiz hınca hınç dolu bir salonda seyretmek, sinemanın kendisi açısından çok sevindiriciydi.

Zor yer bulmamda filmi IMAX formatında seyretmek istemem rol oynadı; senarist ve yönetmen Christopher Nolan filmi özel olarak IMAX için çekmişti, İstanbul’da IMAX salon o kadar da fazla yok. Cuma günü bilet almaya uğraştık, ancak pazartesiye bilet bulabildik. Müthiş bir şey.

Film, tabii benim gibi ‘Soğuk Savaş’ı görmüş; ABD ve Sovyetler Birliği arasında ‘MAD’ (Çılgınlık) diye adlandırılan ‘Mutually Assured Destruction – Karşılıklı Garanti Edilmiş Yok Ediş’ politikalarına da özel olarak merak sarıp mesela taraflardan birinin nükleer saldırı düzenlemesi halinde diğer tarafın ona cevap verme süresini ezbere öğrenmiş kuşaklara başka bir şey ifade ediyordu; yan yana izlediğim 20 yaşındaki oğluma tamamen başka bir şey.

Salondan çıkarken oğlum filmi beğenmişti, çünkü ‘Bir sürü şey öğrenmiş’ti. Oysa benim filmden öğreneceğim hemen hemen hiçbir şey yoktu; filme esas olan kitabı zaten bundan 5 yıl önce okumuştum, Oppenheimer’ın hayatı ve dramı bana çok da inandırıcı gelmiyor, sonradan yapılan bir PR çalışması gibi duruyordu başından beri.

Ama tabii bu söylediklerim saçma, çünkü izlediğimiz şey bir belgesel değil bir dramaydı. Bir insan ve onun karakteri üzerine kurulu bir öyküydü. Filme ‘Yeni bir şey öğrenmek’ için değil, bir insanlık hali üzerine yönetmenin yorumunu görmek için gitmiştik.

Senarist ve yönetmen Nolan, başka pek çok kişi gibi benim de çok beğendiğim bir isim. Filmleri bilim kurgu ile felsefe arasında bir yerde duruyor; mutlaka filmden çıktığınızda kafanızı fazlasıyla meşgul edecek bir sürü düşünce oluyordu. Ama Oppenheimer’den çıktığımda geriye hemen hemen hiçbir şey kalmamıştı; ‘Acaba şunu niye öyle yaptı’ diye tek bir sorum bile yoktu.

Yoktu, çünkü yönetmen bu soruların hepsine filmin içinde üstünü hiç örtme gereği duymadan açık açık cevap vermiş, çoğu zaman biz seyirciler ya o cevabı tam duymaz veya kavrayamazsak diye tekrar tekrar cevaplara vurgu yapmıştı.

Örneğin filmin sonunda belki aklımıza, ‘Acaba Oppenheimer uğradığı bütün düşmanca muameleyi kendi lehine uzun dönemli bir PR çalışması için mi kullanmıştı’ gibi bir soru gelebilirdi. Ama hayır, senarist-yönetmen filmin içinde zaten bu soruyu bizim adımıza sormuş ve cevaplamıştı bile.

Bilmiyorum Oppenheimer filminin bu denli didaktik olması, biz anlamazsak diye sözlü açıklamalar yetmezmiş gibi Oppenheimer’in vicdan azabının sürekli ses ve görüntü efektleriyle, hatta düpedüz sahnelerle (Oppenheimer’in yanmış bir cesede basması gibi) aktarılması bize ne söylüyor?

‘Memento’ filminde bize tek bir açıklama bile yapmayıp dev bir bulmacayı çözmemizi isteyen, Inception’da rüyada mıyız gerçekte miyiz bilemez hale getiren, Tenet’te geçmişle geleceği sürekli karıştırmamıza sebep olan Christopher Nolan, bu kez en ufak bir kafa karışıklığına ve en ufak bir yanlış anlamaya yer bırakmamıştı.

Ama bir şeyi söylemeyi unutmuştu veya bilerek o konuya hiç girmemişti:

Oppenheimer, bir atom bombası yaptığı için sevinçli ve heyecanlı mıydı, yoksa insanların eline bu dehşet verici silahı verdiği için vicdan azabı mı çekiyordu?

Hangi noktada sevinci sona erdi, vicdan azabı başladı? Baştan itibaren ne yaptığını bilmiyordu da, bomba Hiroşima ve Nagazaki’ye atılınca mı anladı ne yaptığını? Vicdan azabına kapıldı da ne yaptı veya ne yapmadı?

Filmde onca ayrıntıyı görüyoruz ama Oppenheimer karakterinin gerçek bir katarsis yaşayıp yaşamadığını, yaşadıysa ne olduğunu, yaşamadı ve vicdan azabını sırf başkalarını kandırmak için yalandan çektiyse bunu göremiyoruz.

Dışişleri Bakanlığı’nın geri dönüşü mü?

Dışişleri Bakanlığı’nın geri dönüşü mü?

Ali Babacan’ın görece kısa Dışişleri Bakanlığı döneminde başlatılan ve bugüne kadar da süren bir uygulama var: Büyükelçiler Konferansı.

Türkiye’nin yurt dışındaki Büyükelçileri her yıl bu konferansla toplanıyor, çeşitli konularda görüş alışverişinde bulunuyor. Son derece faydalı bir toplantı.

Son yıllarda bu toplantı, daha çok Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı başta olmak üzere bakanların gelip TV kameraları önünde nutuk attığı görece işlevsiz bir tribün gösterisine dönüşmüştü.

Dün bu konferansların sonuncusu başladı ve formatta belirgin bir değişiklik var. Elbette açılışta Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanı kameralar önünde konuştu ama anladığımız bundan sonraki bölümleri basına kapalı yapılıyor konferansın.

Dünkü açılış Hakan Fidan’ın yeni bir Dışişleri Bakanı olarak kamuoyunun önüne ilk kez kapsamlı bir konuşmayla çıkacak olması bakımından da önemliydi. Nitekim Fidan’ın konuşmasında gelecek dönemin dış politikasına ilişkin bir vizyon çizmesi dikkatli gözlerden kaçmadı.

Mevlüt Çavuşoğlu’nun bakanlığı döneminde karar alma süreçlerinden de politika oluşturma süreçlerinden de büyük ölçüde dışlanan Dışişleri Bakanlığı’nın bu asli fonksiyonlarına geri döneceğine dair kuvvetli işaretler verildi dün.

Kurumsal aklın geri gelme ihtimali bile önemli bir değişim aslında.

Tayyip Erdoğan’ın bu son dönemi, pek çok bakımda bir önceki dönemden farklı bir üsluba sahne olacak gibi duruyor.

Yakından izlemekte fayda var.

Motosikletli suikastçılar dönemi

Motosikletli suikastçılar dönemi

Son aylarda suikast tarzında işlenen cinayetlerin, sokak ortası infazların sayısında garip bir artış var.

Daha ilginci bu suikastların bir bölümünde Latin Amerika uyuşturucu kartellerinin çok kullandığı bir yöntem olan motosikletli suikastçılar rol almaya başladı.

Bakın pazar günü İstanbul’da 4 ayrı silahlı olay yaşandı. Bunlardan ikisi motosikletliler tarafından gerçekleştirilen infazlardı. Olaylardan birinde suikastçıların elinde Kalaşnikof otomatik silahlar vardı.

Bireysel silahlanmanın bu kadar yaygın olduğu bir ülkede silahlı olaylar yaşanması da beklenir zaten.

Ama beklenmeyen veya bugüne kadar pek tanık olmadığımız şey, sokak ortası infazların artmış olması.

Bana soracak olursanız bu mikro çeteleşmeyle, suç örgütü sayısının artmasıyla ilgili bir şey.

Bozulan ekonomik durum, çeteleşmeyi ve suç örgütlerini öne çıkarıyor ama bu yeni suç örgütlerinin bir özelliği daha var: Öldürme kararı geçmişe göre artık daha kolay alınıyor, uygulaması da çok kolayca gerçekleştiriliyor.

Korkutucu bir dönem.

Kendi olmayı seçen adam: Erkin Koray

Kendi olmayı seçen adam: Erkin Koray

Türkiye’de 1941 yılında, İstanbul’da okumuş yazmış orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğmuşsunuz. Şehirli ve modern bu aile sizi büyük ölçüde Batılı bir hayat tarzıyla büyütmüş, müziğe olan ilginizi desteklemiş ve siz de iyi bir gitarcı olmuşsunuz.

Ne çalacaksınız? Gitarı gitar klasikleriyle öğrenmiş, dünyada yükselen rock müziğine kulak vermişsiniz.

Erkin Koray da rockçu oldu. Ama Amerika’da pop ile blues müziğin harmanlanmasıyla doğan bu yeni popüler müzik türü onun kendi müziği değildi. Evet gitarı çok güzel çalıyordu ve istese Batılı muadilleri kadar olabilirdi ama içinde kendi müziği vardı. Ne zaman beste yapmak istese, içinden çıkan melodiler Batılı olmaktan çok buralıydı.

Sezen Aksu’nun Tarkan’a verdiği şarkıdaki öğüdü, ‘Başkası olma kendin ol’ öğüdünü en iyi yerine getirenlerden biriydi Erkin Koray. Kolayca başkası olabilirdi ama o hep kendi olmayı seçti.

Çocukluğumda Hıdrellez ateşinin etrafına bağdaş kurup onun şarkılarını hep bir ağızdan söylerdik, yanımızdaki bir portatif pikapta dönen plağına eşlik ederdik.

Kim bilir kaç farklı kuşağa müziğini dinletti Erkin Koray. Dün aramızdan ayrıldı, toprağı bol olsun.

Eyvah, tarımda da dış ticaret açığı vermeye başladık

Eyvah, tarımda da dış ticaret açığı vermeye başladık

Türkiye’de düne kadar bir efsane vardı, her duyduğumda sinirimi tepeme çıkaran: Türkiye eskiden tarımda kendi kendine yeten bir ülkeydi ama artık tarımda kendimize yetmiyorduk.

Oysa yetiyorduk, hatta fazla bile geliyorduk. Geçen yıla kadar Türkiye gıda, tarım ve içecek ürünlerinde dış ticaret fazlası veren bir ülkeydi. Evet Türkiye buğday ithal ediyordu ama bunun önemli bölümünü işleyip ihraç etmek için alıyordu. Saman veya arpa ithalatı vardı ama dediğim gibi genel hesapta Türkiye tarımda dış ticaret fazlası veriyordu, dışarıdan aldığımızdan daha fazlasını satıyorduk.

Fakat bu denge bozuldu. Bu yılın ilk 6 aylık döneminde ihracatımız 12 milyar 230 milyon dolar oldu; ithalatımız ise 12 milyar 460 milyon dolar.

Türkiye’nin bir büyük ve çok önemli kalesinde ciddi bir gedik açıldı.