21-08-2023
İsmet Berkan

Muhalefetsiz siyaset dönemi

Muhalefetsiz siyaset dönemi

Geçen gün bir yakın arkadaşımla sohbet ediyorduk, ‘Herhalde’ dedi, ‘Yerel seçimde oy vermeyeceğim.’

Sonra uzun uzun 28 Mayıs akşamından beri siyasi haberlere olan ilgisini nasıl kaybettiğini, siyasetteki gelişmeleri artık göz ucuyla bile olsun takip etmediğini anlattı.

Dün bir başka arkadaşımla buluştum, ona bu konuşmayı anlattım. ‘Ben de oy vereceğimi sanmıyorum’ dedi.

İki yakın dostumdan hareketle bir siyasi eğilim tespitine kalkışmayacağım ama 29 Mayıs sabahından beri genel bir siyasetten uzaklaşma eğilimini zaten hepimiz görüyoruz. Seçimden bu yana yayınlanan siyasetle ilgili haberler, ki içlerinde normal zamanda ciddi skandala sebep olup günlerce konuşulacak haberler de vardı, hemen hemen hiç okunmuyor.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin içindeki genel başkanlık ve değişim tartışması, herhalde CHP tarihinde bugüne kadar görülmemiş biçimde kamuoyunda değil partililerin kendi aralarında yaşanıyor, daha doğrusu yaşanmıyor.

Alınan ağır seçim yenilgisi genel olarak muhalefeti ve daha önemlisi benim ‘toplumsal muhalefet’ dediğim, 6’lı masayı da aşan ve son kertede Kemal Kılıçdaroğlu’na verilen yüzde 48 oyu izah eden geniş kesimde ciddi bir siyasetten kopuşa neden olmuş gibi duruyor.

Bu herhalde hep böyle gitmez ama korkarım o ‘toplumsal muhalefet’ uzun bir süre 28 Mayıs günü sahip olduğu motivasyona ve hareketliliğe de sahip olamayacak.

Bugün baktığımızda muhalefetsiz bir Türkiye görüyoruz.

Oysa bir demokrasiyi demokrasi yapan şey, iktidarın meşru varlığı değildir, aksine muhalefetin varlığıdır. İktidar, kaçınılmaz biçimde her rejimde ve her yerde vardır; ortada bir de meşru ve iktidarı dengelemeye yakın muhalefet varsa orası demokrasi olur.

Türkiye’de muhalefet 28 Mayıs akşamı girdiği koma halinden aradan geçen onca zamana rağmen çıkabilmiş değil. Komada veya bir çeşit bitkisel hayatta olunmasının çok sayıda sebebi var.

Bence ilk sırada, seçimde alınan ağır yenilgiyle hiçbir muhalefet unsurunun hesaplaşmamış ve bu hesaplaşmanın ardından da bir taze başlangıca yönelememiş olması geliyor.

Yenilgiyle hesaplaşılamadı, çünkü 2017’deki başkanlık sistemi referandumundan beri muhalefet fikri tek başına ‘Tayyip Erdoğan’ı indirmek’ haline gelmişti.

Erdoğan rakibinizse elbette onu yenmeden siz iktidara gelemezsiniz ama yegane hedefin ‘Erdoğan’ı yenmek’ olması, aslında ortada herhangi bir hedef olmaması anlamına geliyordu. Bu çelişkiyi aşması için muhalefete defalarca çağrı yapıldı, onlar da ‘Anayasayı değiştireceğiz, güçlü parlamenter sistem öneriyoruz’ dediler, hatta tarihi sayılması gereken bir Anayasa uzlaşması da yaptılar ama bu yaptıklarına ne kendileri inandılar ne de seçmeni demokrasinin gerektiğine inandırabildiler.

Nasıl inandırsınlar, HDP’den ve Kürt siyasi hareketinden bir kelimeyle olsun söz etmeden ülkeye ‘demokrasi’ vaat edilebilir mi? Edildiğinde inandırıcılığı olabilir mi?

Muhalefetin yaşadığı yenilgiyle hesaplaşamamış olmasının bir başka sebebi, son kertede muhalefetin ana gövdesini oluşturan CHP’nin bu hesaplaşmayı karnından konuşarak yapmaya çalışması, hatta yapamaması. CHP kendi yenilgisiyle hesaplaşmayınca İyi Parti neden hesaplaşsın?

Bu iki parti, için için kendileri de gerçek bir hesaplaşma yapmadan silkelenip yenilenip yeniden sözü dinlenir hale gelemeyeceklerini bildikleri için olsa gerek, muhalefet alanını neredeyse tamamen boşaltmış durumdalar. Herhalde vatandaşın seçim yenilgisini unutmasını bekliyorlar, o zamana kadar sütre gerisinde kalıp zamana oynuyorlar.

Elbette bu toplumda muhalefet ihtiyacı sona ermez, bir noktada bu haliyle bile CHP ile İyi Parti’ye yeniden teveccüh olacaktır ama kendini yenilemeyen muhalefet, bırakın yeni bir Türkiye vaat etmeyi, Tayyip Erdoğan’a karşı toplumsal karşı çıkışı bile yeterince beceremeyecek, biraz daha zemin kaybedecektir.

Hasan Bülent Kahraman: Muhalefet yok, muarızlar var

Hasan Bülent Kahraman: Muhalefet yok, muarızlar var

Yukarıdaki yazıyı yazıp bir dostuma yolladım, ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Onun sayesinde Hasan Bülent Kahraman’ın PolitikYol adlı site için yazdığı yazıdan haberdar oldum.

Oldukça uzun ve çok müthiş bir yazı Hasan Bülent Kahraman’ınki. Buraya bazı bölümlerini alacağım ama size tamamını okumanızı öneririm:

Muhalefetsiz toplum ve siyaset ne demektir ve 14-28 Mayıs öncesi Türkiye’deki muhalefet gerçekten muhalif miydi?

İkinci sorundan başlarsam cevabım hayırdır. Bırakalım 28 Mayıs’tan sonra geçen günlerde ‘muhalefetin’ yani Altılı Masa elemanlarının teker teker ortaya çıkıp o blokla ilgili şikâyet ve tek kelimeyle ikiyüzlülük hatta onursuzluk kabul edilecek açıklamalarını, oluşumun kendisi ciddi sorunlar içeriyordu. Yapısal bir muhalefet kanadı teşekkül etmemişti. Nedeni çok açık, CHP bir kenara bırakılırsa geriye kalan partilerin tamamı sağ partilerdi, üçü de siyasal İslam kökenliydi. Siyasal İslam Türkiye’de dönüştürücü momentumunu yitireli epey oluyor. Uzun bir süre hatta bugün de maalesef sol çevrelerin bir türlü görmek istemediği o dönüşüm biraz da altyapıya ait ihtiyaçların giderilmesinden ötürü gerilemiş durumda. Türkiye’nin son otuz yılını siyaseten belirleyen böyle bir kuvvetin yok sayılması ve sosyolojik temellerinin görülmemesi içler acısı bir durumdur. Özdeşleşmeden ve onaydan değil, analizden ve değerlendirmeden söz ediyoruz. Siyaseten karşı olmak gerçeğin reddini gerektirmez.

İkincisi, masayı hazırlayan partiler elbette sağ siyaset yapıyordu. CHP’nin onlarla kurduğu ilişki başlı başına ve başka bir konudur. Doğrusu da yanlışı da vardır. Ortak kabuller etrafında bir araya gelmek özgül koşullarda ve birleştirici siyasal hareketin (bu durumda CHP’nin) ön aldığı temel kabuller bakımından önemlidir. CHP’nin kendi yanlışlarını gidermesi söz konusuysa, o yakınlaşma anlamlıdır ama öyle bir girişim de teslimiyet anlamı taşımak zorunda değil. Oysa, yaşanan büyük ölçüde buydu. Masanın ana motifi ve güdüsü Erdoğan karşıtlığıydı, yayınlanan programda dahi sistemin radikal biçimde dönüştürülmesinden söz edilmiyordu, o kadar edilmiyordu ki, bugün öyle bir metnin varlığı dahi hatırlanmıyor. Metin merkez sağ bir restorasyon projesiydi.

Üçüncü ana mesele muhalefetin dayanaklarıydı. Muhalefet çok net şekilde Türkiye’deki siyasal ortamın hayati derecede önemli iki kurucu ve taşıyıcı ögesini yani Kürtleri ve Alevileri dışlıyordu. (….) Sol ve Kürt ittifakıyla kurulmayan ilişki, onu yok sayma masanın muhalif değil en fazlasından mevcut yönetime kendi çıkarları bakımından muarız olduğunu ortaya koyuyordu. Oysa Kürtler mevcut toplum düzeninin çok çeşitli nedenlerle belkemiğini oluşturuyor. Ancak onların katılımları ve demokratik hak talepleriyle gerçek bir toplum ve siyaset muhalefeti başarılabilir. Alevilerin tabiri caizse muhalif olarak ‘eğitilmeleri’ni de yine öncelikle Kürtler sağlamalıdır. Aksi takdirde Türkiye sınırlarını çizdiğim siyasal muhalefete geçmez, öylesi bir muhalefetten Türkiye’de söz açılamaz.

Son bir vurgulama: Türkiye’de sivil toplum yoktur. Çok iddialı görünse de gerçek ne yazık ki, budur. Sivil toplumun eksikliğini sayısız faktörle kanıtlamak mümkündür. Her şeyden önce özerk, bağımsız toplumsal iç örgütlenmelerde etkili olacak çıkar grupları mevcut değildir. Cumhuriyet döneminde ağırlık kazanan devlet anlayışı öylesi bir gelişmenin önünü şiddetle kapatmıştır. Korporatist model, ‘imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle’ olarak tanımlanan toplum, tekil toplum odaklarının kendilerini kendi çıkarları etrafında tanımlamasını imkansızlaştırmıştır. Her şey bir yana vergi mükellefi sayısıyla seçmen sayısı arasındaki ilişkisizlik dahi çok şeyi açıklamaya yeter. 

(….)

Muhalefet bugün tüm dünyada sorun odakları etrafında toplanmış ve siyasallaşmaktan kaçınan çevre ve grupları işaret ediyor. Dünyada, demokrasilerde çok ciddi apolitazsyonla sonuçlanan sistemli bir depolitiazsyon mevcuttur. Demokrasiler artık çoklu-güç-odağı olarak tarif edilmiyor. ‘İdeolojiler öldü’ söyleminin uzun sonucu budur: siyasetin uzun ölümü. Başkanlaşma sağlaşmadır. Çoğulculuğun her mevzi kaybı, tekilleşmeye yönelik her kazanım sağın zaferdir. Ortalama, ortak paydalar temelinde yapılan siyaset de aynı kapıya çıkar, yollar da Roma da yerinde duruyor. Kısacası eğer muhalefetsiz bir toplumdan söz ediyorsak bir toplumu apatik konuma gelmiş demektir, hareketsiz, kımıltısız toplum. Onun nedeni de apolitik toplumdur. İnsanlar apolitikse, toplum depolitizasyona uğramışsa muhalefet yoktur. Var görünse ve parlamentoda ve siyasal yaşamda öyle tanınsa da o muhalefet değildir, muarızdır. Muhalefet çok daha kapsamlı, ayrıntılı ve karmaşık bir kavramdır. Başkanlık bu aşamadan sonra gelir. Muhalefetin nominal mevcudiyetine rağmen reel eksikliği başkanlık sistemlerinin en önemli kolaylaştırıcısıdır.

(….)

Son olarak belirteyim: siyasal muhalefet toplumsal muhalefetten doğar. Tarih boyunca bu gerçek değişmemiştir. Toplumdaki direnişin örgütlenmesi siyaseti meydana getirir. Siyaset sınıfsaldır. Toplum direnişinin sınıf boyutunu idrak edip onu örgütleyen siyaset tarihsel düzeyde güçlüdür. Son yılların büyük problemi siyaset-sınıf ilişkisinin soyutlanmasıdır, böyle bir ilişkiden kaçınılması, böyle bir beraberliğin yok sayılmasıdır. Buna rağmen çeşitli nedenlerle toplum direnmektedir. Fakat direniş siyaset tarafından sınıfsallaştırılmadığı için sadece o sorunla sınırlı kalmakta, siyasallaşamamaktadır. Siyasal partilerin, muhalefetin hatta demokrasinin son dönemdeki güç ve işlev kaybının nedeni budur. Daha da ileri gidip muhalefeti, gerçek anlamdaki siyasal muhalefeti yarattıkları boşluk nedeniyle bizzat muhalefet boğmaktadır.

Cingözlükle ekonomi yönetip sonuç beklemek

Cingözlükle ekonomi yönetip sonuç beklemek

Berat Albayrak’ın ekonomi yönetimini tanımlamak için kullandığım bir kelimeydi ‘cingözlük.’ Kalıcı bir stratejiye ve kendi içinde tutarlı politikalar bütününe sahip olmadan, gündelik ve ilk bakışta ‘cince’ gözüken uygulamalarla ekonomiyi yönetiyordu Berat Albayrak.

Berat Albayrak gideli çok oluyor ama hala elimizde bir ekonomi stratejisi, bu stratejiyi hayata geçirmek için kendi içinde tutarlı ve bilime saygılı bir politika demetimiz yok. Öyle olunca da kaçınılmaz biçimde ‘cingözlük’ler devam ediyor.

Nurettin Nebati-Şahap Kavcıoğlu’nun ‘cingöz’lüğü, kur korumalı mevduat hesaplarını yarattı. Bu hesapları teşvik etmek ‘liralaşma’ diye yutturuldu. Oysa değildi. Evet hesaplar TL cinsiydi ama dolara endeksliydi. Bu hesaplara para yatırılsın, özellikle de bankalardaki döviz mevduatları çözülsün diye bankalara ceza uygulandı.

Şimdi gelen Mehmet Şimşek-Gaye Erkan ekibi bu ‘cingözlüğü’ başka bir ‘cingözlük’le gidermeye çalışıyor: Aslında yapılan hala aynı, yani bankalardan müşterilerini döviz tevdiat hesaplarını bozmaya teşvik etmesi isteniyor, yeterince bozulma olmazsa bankalara ceza geliyor.

Ama bu kez teşvik edilen hesap türü KKM değil bildiğiniz eski usul vadeli TL hesabı. Bunun için de bankaların faiz yarışına girmesi isteniyor. Emin olun olacaktır da bu yarış, bankalar yüzde 30’un altına kadar indirdikleri mevduat faizlerini yeniden 40’lı rakamlara, hatta belki daha da yukarılara çıkaracaktır.

Oysa bütün bu cingözlüklere ihtiyaç yok. Merkez Bankası TL’yi değerli yapmaya karar verip politika faizini anlamlı bir miktarda arttırsa, piyasa faizleri zaten kendiliğinden dengelenecek, üstelik sisteme öngörülebilirlik geleceği için belki yatırımlar vs de o kadar yavaşlamayacak.

Cingözlüklerle sonuç bekleye bekleye yıllarımız geçti.

Amerika’nın Çin’i kuşatma girişimleri

Amerika’nın Çin’i kuşatma girişimleri

Biz burada kendi dertlerimizle uğraşırken dünya da bir yandan dönüyor ve artık dünyanın yeni merkezi olan Pasifik bölgesinde son derece önemli gelişmeler yaşanıyor.

ABD, 2009 yılından beri ‘Dünyanın merkezi’ olarak Avrupa veya Orta Doğu’yu değil Asya-Pasifik bölgesini görüyor ve bu bölgede başlıca iki büyük baş ağrısıyla uğraşıyor, tam hakimiyet kurmaya çalışıyor.

Bu baş ağrılarından biri, nükleer silaha sahip olduğu artık herkes tarafından kabul edilen Kuzey Kore. Diğeri ise gerçek bir dev olan Çin.

Son olarak ABD Başkanı Joe Biden, aralarında ciddi tarihsel husumet olan iki ülkeyi, Japonya ile Güney Kore’yi bir araya getirdi. Ondan önce Avustralya’ya nükleer denizaltı satarak bölgedeki ağırlığını zaten arttırmıştı.

Çin bütün bunlara bakıp ABD’nin bir ‘kuşatma’ kurmakta olduğunu, hatta bu ülkelerle ABD’nin bir araya gelip NATO benzeri bir askeri oluşuma gideceğini düşünüyor.

Asya-Pasifik bölgesinde önemli şeyler oluyor.

Beyin dalgalarına bakıp ne duyduğunuzu işitmek…

Beyin dalgalarına bakıp ne duyduğunuzu işitmek…

Dünyada bilimin ve teknolojinin ulaşmaya çalıştığı alanlardan biri, Beyin-Makine Arayüzü (BMA) adı verilen teknoloji.

Bu teknolojiyle bir yandan insan beynini okuyabilmek istiyor bilim, bir yandan da beyne dışarıdan bilgi yazmayı.

Henüz bilgi yazma konusunda çok geride bilim ama beyni okuma konusunda her gün yeni şeyler bulunuyor. İşte bunlardan sonuncusunun haberi bugün 10Haber’de de var:

Araştırmacılar, müzik dinleyen bir grup insanın sadece beyin dalgalarına bakarak onların dinlediği müziği yeniden ‘dinlemeyi’ başarmış.

Bu, anlatılamayacak kadar önemli ve büyük bir gelişme. İnsan beynini ve onun işlevlerini öğrenmeye, ‘beyni okumaya’ böylece bir adım daha yaklaşıldı ama daha atılacak çok adım var.