24-08-2023
İsmet Berkan

‘Makul muhalif’ seçmen çaresizliği

‘Makul muhalif’ seçmen çaresizliği

Muhalefet partilerin 28 Mayıs gecesinden beri içine girdiği koma halinin seçmen üzerindeki etkilerini nedense hiç konuşmuyoruz. Çünkü bu koma hali o partilere en uzak grubu, partilerin ideolojik çekirdeğinde yer almayan grubu en çok etkiliyor aslında.

Damardan CHP’lilerin, babadan dededen beri bu partiye oy verenlerin, parti örgütlerinde çalışanların vs ne düşündüğü, ne çeşit bir ‘değişim’ veya ‘değişmeyeyim’ arzuladığı aylardır konuşuluyor da, bu ideolojik çekirdeğe mensup olmayıp seçimde kendisini temsil edeceği inancıyla Kemal Kılıçdaroğlu’na ve CHP’ye oy vermiş olanların duygu ve düşünceleri pek kimsenin umurunda değil gibi gözüküyor.

Benzer bir durum hiç kuşku yok seçimde oyunu İyi Parti’ye veya Yeşil Sol ile TİP’e verip sonra ayrıca Kemal Kılıçdaroğlu’nu seçenler için de geçerli.

Ortada Kemal Kılıçdaroğlu açısından bakıldığında iki katmanlı bir hayal kırıklığı var ve bu iki katman sık sık birbirinin içine giriyor, sanki aynı şeymiş gibi konuşuluyor.

Katmanlardan biri kuşkusuz CHP’nin kendisi ile ilgili. Kılıçdaroğlu’nun partisini kağıt üzerinde doğru bir ittifak çizgisinde tutmasına rağmen bu partinin oyunu arttıramamış olması, üstüne kendi listelerinden diğer partileri Meclis’e sokup, seçimin ertesi günü bu partilerle işbirliğinin kesintiye uğramasından ötürü yaşanan derin bir hayal kırıklığı var.

Acaba kağıt üzerinde ‘doğru’ gözüken ittifak ve siyaset çizgisi gerçekte o kadar ‘doğru’ değil miydi? 

İkinci katman daha zorlu bir katman. Kılıçdaroğlu kendi adaylığını ittifaka dayatarak acaba yanlış mı yaptı? Burada yaşanan hayal kırıklığı daha büyük; çünkü mesele CHP’yi aşıyor, genel olarak bütün ‘Erdoğan karşıtı cephe’yi ilgilendiriyor.

Burada olması gereken odak seçmen odağı aslında ama medya ve siyasetçiler meseleyi Kemal Kılıçdaroğlu odağından konuşuyor. Seçmen açısından bakıldığında yüzde 48 başarı falan değil, yenilgi. Ama Kılıçdaroğlu bunu başarı olarak görüyor.

Ortada ciddi bir temsil krizi var. Alttaki yazıda daha ayrıntılı rakamları var, sonuçta tercihini Tayyip Erdoğan ile rakibi arasında yapmak isteyen yüzde 20’lik bir seçmen kitlesinin çoğu Erdoğan’a oy verdi.

Ben, genel olarak siyasetin ve özel olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu ‘makul muhalif’ yani partilerin ideolojik çekirdeğinde yer almayan ama yine de bu muhalefet partileri oy veren seçmen üzerinde yarattığı hayal kırıklığını tam olarak idrak ettiği kanısında değilim.

Gerek partiler arasındaki gerekse adaylar arasındaki yarışın esas belirleyicisi olan bu seçmen şu anda kendisini ciddi bir çaresizlik içinde hissediyor. Çünkü zaten yarım yamalak bir temsile sahipken, mesela CHP’nin, mesela İyi Parti’nin kendisinin önünde bir ‘tıkaç’ olduğunu düşünüyor.

Seçimde oyunu İyi Parti’ye ve Kemal Kılıçdaroğlu’na vermiş bir seçmeni düşünün. Belki Kılıçdaroğlu’na oyunu ‘kerhen’ verdi, ortada daha iyi bir seçenek olsa belki ona yönelecekti. Veya oyunu artık yarışta olmamasına rağmen Muharrem İnce’ye verenleri düşünün. Onlar bu geniş hayal kırıklığını daha seçimden önceden beri yaşayanlar.

‘Bütün Erdoğan karşıtı muhalefet’i bir araya toplama iddiasındaki Kemal Kılıçdaroğlu kendisini bu geniş kitleye karşı seçimden sonra da sorumlu hissettiğine dair tek bir cümle bile etmedi üç ayda.

Oyunu Tayyip Erdoğan’a vermek istemeyen ve anketlerde vermeyeceğini söyleyen kitle yüzde 60’a kadar ulaşmıştı bir dönem. Bunların bir kısmının muhalefetle ilgili hayal kırıklığı o kadar büyüktü ki, dönüp yine de Erdoğan’a oy verdiler. Kılıçdaroğlu onlara karşı da sorumlu olduğunu hiç düşünmüyor mu acaba?

Bu derin temsil krizi, korkarım seçmenin bir bölümünde ciddi bir kırılmaya ve temsili demokrasiye dair inançsızlığa dönüşecek.

Mesele, CHP genel başkanlığı yarışının çok ötesinde anlamlar içeriyor ve büyük bir sorumluluğu da beraberinde getiriyor.

Ama o sorumluluğa yakışır bir davranışı kimse göremiyor.

Türkiye’nin birbirinden çok farklı işleyen iki ayrı siyasi bölünmesi var

Türkiye’nin birbirinden çok farklı işleyen iki ayrı siyasi bölünmesi var

Sizce seçimde Tayyip Erdoğan’a oy vermeyen yüzde 48’in ne kadarı katı bir ideolojik tutum içindedir?

Tersi de sorulabilir: Tayyip Erdoğan’a oy veren yüzde 52’nin ne kadarı katı ve ideolojik biçimde ‘Tayyipçi’dir?

Sadece Türkiye’de değil dünyanın dört bir yanında da, sosyologlardan siyasetçilere kadar geniş kesimlerin cevabını en çok merak ettiği soru budur: Seçmenin ne kadarı oy verirken katı ideolojik tutumlarla hareket ediyor, ne kadarı daha ‘makul’ ve belki akılcı tercihlerle oy kullanıyor?

Önce partilere verilen oy açısından bakalım bu ideolojik tutumlara…

Bir zamanlar Ak Parti’nin oyu yüzde 50 sınırına dayanmışken araştırmalar bu seçmenin kahir ekseriyetinin (toplam seçmen içinde yüzde 35’i aşan bölümün, yani AKP seçmeninin yüzde 70’e varan kısmının) bu partinin ‘çekirdek seçmeni’ olduğu iddia edilirdi. Yani Türkiye’de yüzde 35, ‘Ne olursa olsun AKP’ye oy veririm’ diyordu bu araştırmalara göre. Ama gelin görün ki son seçimde Ak Parti’nin oyu yüzde 35’e indi. Herhalde hepsi çelik çekirdek ideolojik oy değildi. Ak Parti her şeye rağmen bir kitle partisi çünkü.

Peki ya CHP’ye ne demeli? Bu partinin oyu bir istisna dışında 20 yıldır yüzde 20-25 aralığında bir yerde ve baktığınızda gayet istikrarlı, ne artıyor ne eksiliyor. Belki en katı ideolojik tutumlu seçmen CHP seçmeni. Ama yine de CHP seçmeni içinde de, bu kadar katı ideolojik tutumu olmayan başka seçmenler de olmalı.

Tek tek her partiye bakmak bu yazıyı çok uzatır ve muradından uzaklaştırır. Çok kaba bir hesap yaptığımızda seçmenin en az yarısının son 20 yılda yapılan seçimlerde hep aynı partiye oy verdiğini, geri kalan yarının ise seçimden seçime tercihini değiştirebildiğini söylemek çok yanlış olmaz. (Bazıları yüzde 60’a 40 diyor, tercih değiştirebilen seçmeni yüzde 40 görüyor, bazıları yüzde 70’e 30 oranını veriyor; ben tercih değiştiren seçmenin yüzde 40’dan fazla ama yüzde 50’den az olduğunu hesaplıyorum kendi kendime.)

İşte zaten her seçimde partilerin ana hedefi bu yüzde 40’dan fazla olan ve neredeyse hakaret gibi ‘yüzer gezer oy’ tabiriyle tanımlanan seçmen kitlesi oluyor.

Partiler açısından bakınca bu böyle ama Türkiye’de siyaset artık sadece partiler arasında değil, bir de kişiler arasında da yapılıyor. ‘Kişiler’ diye çoğul söylemek lafın gelişi, aslında bir kişi var: Tayyip Erdoğan.

Türkiye’de iki büyük kitle daha var: Her durumda Tayyip Erdoğan’a sadık olup ona oy verenler ve her durumda ona oy vermeyenler… 

Peki bu kitle ne büyüklükte? Yani seçimdeki oyunu Tayyip Erdoğan’a göre (yana veya karşı) belirleyenler seçmenin ne kadarı? 

Bu konuda yapılmış hiçbir araştırma yok, seçmen tutumunu Tayyip Erdoğan’dan yana olmak veya ona karşı olmak diye çekirdekleştiren rakamlara ancak dolaylı yoldan ulaşabiliriz. Yanlış bir hesap yapıyor olabilirim ama bence seçmenin yüzde 80’inin bu yana veya karşıt tutumdan birini benimsediğini, buradaki tercih değiştirebilen seçmen oranının yüzde 20’ye kadar küçüldüğünü düşünüyorum. (Seçmen davranışını yıllardır araştıran bir akademisyen dostum benim yüzde 20 rakamımı fazla buldu, ‘Yüzde 10’dan az’ dedi.)

Benim hesabıma göre Tayyip Erdoğan hiçbir kampanya yapmasa dahi yüzde 40 oyu cebinde. Benzer şekilde Erdoğan karşıtlığının da minimum yüzde 38 oyu var. Yani Erdoğan’ın karşısına sandalyeyi koysanız yüzde 40 civarında oy alıyor zaten.

Son seçimde işte Erdoğan’la ilgili katı bir yana olmak veya karşı olmak gibi tutumu olmayan bu yüzde 20 paylaşıldı; onların çoğunu (en fazla yüzde 12’sini) ikna eden Erdoğan oldu, yüzde 52 oy aldı.

Geçen gün burada muhalefetin seçimden beri komada, hatta bir çeşit bitkisel hayatta olduğunu yazdım. Bu dediğim partiler ve onların ideolojik çekirdekleri açısından doğru ama konu Tayyip Erdoğan ve Cumhurbaşkanlığı için yapılacak ikili yarış olduğunda bu ‘koma’ hali geçerli değil; çünkü Erdoğan ismi üzerinden yaşanan ve yaşanacak bölünmüşlük en azından şimdilik yerli yerinde duruyor, önümüzdeki 5 yılda yaşanacakları kestirmek mümkün değil ama geçmişe bakınca çok da farklı bir şey beklemiyor insan.

Yalnız, tabii önümüzdeki yerel seçim ve onun muhtemel sonuçları, partilerin gelecekleri açısından belirleyici olacak. Çünkü özellikle muhalefetteki partiler komadan çıkabildikleri ölçüde ideolojik çekirdeklerinin ötesindeki seçmene seslenebilecek, onları kazanabilecek.

Esasen siyaseti izlerken de yaparken de önemli olan, partiler bazında yaşanan ideolojik kutuplaşma ile Tayyip Erdoğan ismi etrafında yaşanan (‘ideolojik’ denir mi, bilemedim) kutuplaşma arasında ciddi bir fark olduğunu bilmek.

Çoğu zaman bu iki farklı kutuplaşma biçimi birbirine karıştırılarak kullanılıyor.

Evet iktidar acımasız ve kıskançtır ama Putin’inki bir başka…

Evet iktidar acımasız ve kıskançtır ama Putin’inki bir başka…

Bundan tam iki ay önce, 23 Haziran’da hayatta her şeyini borçlu olduğu Rusya lideri Vladimir Putin’e karşı silahlı ayaklanma girişiminde bulunan Prigojin dün şüpheli bir uçak ‘kaza’sında hayatını kaybetti. Daha doğrusu ortada bir ceset yok henüz ama onun o uçakta olduğuna dair resmi bilgi var.

Siyasetin ve siyasi gücün doğası, bu gücün bölünemez ve paylaşılamaz olduğunu emreder ama insanlık bunca binyıllık tecrübesinin sonunda bu gücün belli kurallar dahilinde paylaşıldığı bir düzen yarattı. O düzene jenerik bir isim olarak demokrasi diyoruz. Aslında kuvvetler ayrılığına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir düzenden, güç sahibinin sürekli hesap verebilir bir noktada tutulduğu düzenden söz ediyoruz.

Bu düzenin Rusya’da olmadığını biliyoruz. Putin gücünü hiçbir şart altında paylaşmıyor, sadece bu gücünü rol verdiği bazı aktörlerin kendi istekleri doğrultusunda kullanmasına izin veriyor. Karşılığında bu aktörler zengin oluyorlar.

Ama bu oyunun bir önemli kuralı var: Putin’e sorgusuz sualsiz sadık olmaları gerek bu aktörlerin. ‘Kremlin’in Aşçısı’ sıfatıyla bilinen Prigojin, bu sadakatini kaybetti, Putin tarafından ‘ihanet’le suçlandı.

Putin’in dünyasında bu ihanetin bir bedelinin olacağını sağır sultan bile biliyordu. Herkes Prigojin’e ‘Yediğine içtiğine dikkat etmesini’ salık veriyordu.

Dün özel uçağı düşüverdi. Acımasız bir siyaset ve Putin’in sahiden affı yok.

Hindistan Ay’a indi, müthiş bir şey

Hindistan Ay’a indi, müthiş bir şey

Hindistan ikinci denemesinde Ay yüzeyine yumuşak iniş yapmayı başardı ve böylece dünyanın sayılı ülkeleri arasına girmeyi başardı.

Önümüzdeki 20 yıl boyunca müthiş bir uzay yarışına ve Ay yarışına tanıklık edecek dünya. Bu yarışta ‘Ben de varım’ diyen ülkelerden biri oldu Hindistan böylece.

Uzay yarışı, dünya üzerindeki güç yarışını da belirleyecek. Daha Hindistan’ın Ay’a insanlı uçuş yapmaya çok zamanı var ama elde ettikleri başarı önemli. Rusya’nın Ay yarışında bir hayli geride kaldığı bir dünyada Hindistan o yeri kapmış gibi gözüküyor.

Çin, ABD ve Avrupa’nın karşısında en büyük rakipti, şimdi ona Hindistan da eklendi.

Türkiye onyıllar süren geç kalmışlığını bugünlerde telafiye çalışıyor. Umalım ki, önce uzaya alçak yörüngeye çıkabilecek roketlerimizi geliştirelim, ardından gerisi çorap söküğü gibi gelebilir.

Bu yarıştan uzak kalma lüksümüz yok çünkü.

Bir siyasi soruşturma sessiz sedasız bitiyorsa…

Bir siyasi soruşturma sessiz sedasız bitiyorsa…

Başta söyleyeyim: Meral Akşener’e yapılan büyük bir haksızlıktı. Bir saçma sözde ‘delil’le Akşener’in ensesinde 7 yıldır bir FETÖ soruşturması kılıcı sallanıyordu. İyi Parti lideri defalarca ‘Çağırın ifade vereyim’ dediği halde savcılık ne soruşturmayı ilerletiyor ne de takipsizlik kararı veriyordu.

Ama ne olduysa dün ansızın savcılık Akşener için takipsizlik verdi. Yani İyi Parti liderinin kafasının tepesindeki Damoklesin kılıcı ortadan kalktı.

Peki ama ne oldu? Hangi dağda kurt öldü?

Soruşturmaların siyasi saiklerle açıldığını söylüyorsak, onların benzer saiklerle sona erdirildiğini de söylemeliyiz.

Bakalım bu kararın ne gibi siyasi yansımaları olacak.