02-09-2023
İsmet Berkan

Tayyip Erdoğan’ın önündeki yeni fırsat penceresi ve Osman Kavala’nın buradaki rolü

Tayyip Erdoğan’ın önündeki yeni fırsat penceresi ve Osman Kavala’nın buradaki rolü

Türk-Amerikan ve Türkiye-Rusya ilişkilerinde bir dizi değişikliğin ciddi emareleri var. Bunların bir bölümünü bugün Ertuğrul Özkök’ün yazısında okuyabilirsiniz.

Özkök’ün yazmadığı ama sürecin başlangıcı sayılması gereken hareketi söylememe izin verin: Temmuz ayında yapılan NATO zirvesinde Türkiye, İsveç’in üyeliğine onay verdi.

Gerçi bu onay şu anda Devlet Bahçeli’nin itirazına takılmış durumda ama Tayyip Erdoğan ile Devlet Bahçeli’nin bu sorunu aşacaklarını düşünüyorum.

Türkiye sadece İsveç’e onay vermedi; bu zirve öncesinde Volodimir Zelenski ile yapılan görüşme sonrası Rusya’yı kızdırma pahasına, Türkiye’de tutulan Azov Taburu komutanları Ukrayna’ya yollandı.

Bunu o zaman da yazmıştım: Tayyip Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki ilişki iki liderin verdiği her sözü tutması, yani bir çeşit güven üzerine kurulu.

Putin nasıl davranacak?

Tayyip Erdoğan daha önce Ukraynalı esirler sorununu çözerken, bazı esirler için Putin’e söz vermiş, ‘Onlar Türkiye’de kalacak’ demişti. Bu sözünü bozması, iki liderin ilişkisini bozacak nitelikte bir olay, yoksa Azov Taburu komutanları ne Türkiye ne Rusya açısından hayati öneme sahip. Burada önemli olan dediğim gibi Erdoğan’ın söz verdiği bir konudan dönmesi.

Nitekim NATO zirvesinin hemen ardından Putin önce Karadeniz tahıl koridoru anlaşmasını durdurdu. Aylardır bu anlaşmanın yeniden devreye alınması için çaba gösteriliyor, bakalım önümüzdeki hafta başında Soçi’de gerçekleşecek Putin-Erdoğan görüşmesi tahıl koridoru sorunu çözebilecek mi?

Ama artık yegane mesele NATO zirvesi de değil. Amacı ve hedefi Gürcistan’a (Rusya’ya karşı) güvence vermek olan bir NATO tatbikatının Türkiye’de yapılması, 6. Filo gemilerinin Karadeniz’e çıkması, Türkiye’nin Rusya ile ilgili denge politikasında terazinin kefesini ağır ağır NATO tarafına doğru eğmeye başladığına işaret ediyor.

Batı’nın ucuza gelen vekalet savaşı

Ukrayna savaşının Amerikan ve Avrupa stratejisine olan uygunluğu, yani bu ülkenin Batı adına Rusya’ya karşı tek başına savaşması ve bu arada Rus askeri kaynağının bu bataklıkta erimeye devam etmesi her zaman çok doğru okunmuyor analistler tarafından.

Sonuç olarak Avrupa ve Amerika (kısmen de Türkiye), 1945’ten beri Rusya’yı sınırlamak için muazzam büyüklükte kaynakları ayırmak zorunda kalmışlardı. Şimdi Batı o kaynakların belki yüzde 10’una bile başvurmadan, kendisi tek kurşun sıkmadan Rusya’nın kendi kendini bir ‘süper askeri güç’ olmaktan çıkarmasını izliyoruz. Rusya belki hiçbir zaman sıfırlanmayacak, çünkü her şart altında bu ülkenin nükleer caydırıcılığı yerinde duracak, ama artık küresel iddiası olmayan sıradan bir güce, bölgesel bir güce dönüşecek.

Erdoğan-Fidan-Güler üçlüsü

Daha şimdiden büyük ölçüde gerçekleşmiş olan bu dönüşüm, Türkiye’ye bir kez daha Batı nezdinde bir fırsat penceresi açıyor. Görebildiğim, Tayyip Erdoğan-Hakan Fidan-Yaşar Güler üçlüsünün bu fırsat penceresinden geçmeye karar vermek için, pencerenin ardında ne olduğunu net biçimde anlamaya çalıştıkları. Çünkü Türkiye zaten şu anda Rusya-Ukrayna savaşının net kazananlarından biri; bu sayede Orta Asya’dan açılan yeni ticaret koridoru Türkiye’nin ağırlığını arttırmış durumda.

Avrupa Birliği geçen hafta bu pencerenin ardıyla ilgili ilk niyet beyanını duyurdu, 2030’a kadar birliğin yeni bir genişleme dalgasına gireceğini duyurdu. Burada Batı Balkanlar zaten epeydir hazırlanıyor. Ama ya Ukrayna ve Türkiye?

‘Rasyonelleşme’nin hukuk devleti boyutu

Tayyip Erdoğan’ın bu son döneminde ilk döneme göre hayli farklı bir hareket tarzını hepimiz görüyoruz ama henüz Erdoğan’dan tam olarak emin olamıyoruz. Ekonomide ‘rasyonelleşme’ evet elbette Merkez Bankası’nın faiz kararına büyük ölçüde bağlı ama tek boyut bu değil.

Ekonomik rasyonelleşmenin tam manasıyla sonuç üretebilmesi, onun yanına hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve demokratik haklar gibi başlıkların eklenmesine bağlı. Bütün bu başlıklar, aynı zamanda Türkiye-AB ilişkilerini de rahatlatıcı nitelikte.

Kavala serbest kalır mı?

İçinde bulunduğumuz bu Eylül ayında, Türkiye’nin ansızın hukukun üstünlüğü yolunda önemli bir adım atmasına tanık olabilir, mesela Osman Kavala ve Gezi tutuklularının haklarındaki karar kesinleşene kadar serbest bırakılmalarına tanık olabiliriz.

Avrupa Konseyi ile Türkiye arasında, Osman Kavala davasından kaynaklanan tırmanış, tam da konseyin Türkiye ile ilgili olumsuz bir karar vermesinden önce, Ankara’nın Kavala ile ilgili AİHM kararını uygulamasıyla sona erebilir.

Bu yazdığımı ister temenni olarak görün, ister ‘istihbarat.’

Yeni dönemin ilk sınavı Soçi’de

Tabii, Türkiye eski Türkiye değil. Avrupa Birliği’ne üyelik havucu bundan 20 yıl önceki kadar etkili olmayabilir; çünkü arada geçen dönemde Tayyip Erdoğan ciddi tecrübe kazandı, ‘Ağzınızla kuş tutsanız AB Türkiye’yi almaz’ diyen görüş ise ciddi ağırlık kazanmış durumda.

Ancak Türkiye’nin çıkarı her şart altında, Türkiye’nin AB’ye tam üye olsun olmasın, bu birlikle çok özel ve ayrıcalıklı bir işbirliği zemininde olmasını gerektiriyor. AB’ye tam üyelik, Avrupa’da hristiyanları zorlayacağı kadar Türkiye’yi de zorlayacak bir şey. Ankara da egemenlik haklarını devretmek istemez.

Ancak gerçek olan şu: Biraz Türkiye’nin aktif diplomasisiyle biraz Batı’nın adım atmasıyla yeni bir fırsat penceresinin açılacağı anlaşılıyor.

Şimdilik taraflar yoğurdu bile üfleyerek yiyor ve temkinli adımlar atıyor.

İlk sınav Soçi zirvesi. Bakalım Putin, Tayyip Erdoğan’a aradığı prestiji yeniden verecek mi?

Kılıçdaroğlu yine gazetecilerin gönlünü feth etmiş

Kılıçdaroğlu yine gazetecilerin gönlünü feth etmiş

Daha önce yazmıştım, tekrar edeyim: Hani, ‘Tanısan çok seversin’ denen insanlar vardır ya, Kemal Kılıçdaroğlu öyle birisi. Tanısa, herkes onu evine, sofrasına davet eder, komşunuz olsa çok seversiniz, aynı kahveye devam ediyor olsanız her anlaşmazlığın çözümü için ona başvurursunuz, öğretmeniniz olsa her yıl ona elinizde çiçekle gidersiniz, bakkalınız olsa çekinmeden veresiye alış veriş yaparsınız…

Tabii ‘iyi insan’ olmak insanı illa iyi siyasi lider yapmaz ama Kılıçdaroğlu sahiden karşısındakine ‘Ben iyi bir insanım’ duygusunu çok kolay geçiren nadir görülür kişilerden biri. (O Kılıçdaroğlu’nun içinden seçime günler kala ansızın nasıl ‘Suriyeliler gi-de-cek’ diye bağıran bir ırkçı çıktığı benim için hala büyük bir muamma.)

Seçim sonrası istifa etmedi ve özeleştiri yapmadı diye çok eleştirilen Kemal Kılıçdaroğlu önceki akşam bir grup meslektaşımızla buluştu, yemek yedi. Bu yemek sonrası yazılan izlenim ve yorum yazılarını okuduğumda şunu gördüm: Sevecen, hoşgörülü, alçak sesle konuşan, karşısındaki dinleyen ’Kemal dede’ yeniden sahneye çıkmış ve çoğu klasik Ankara gazetecisi olmayan ve bu yüzden daha eleştirel durmalarını beklediğim meslektaşlarımın gönlünü feth etmiş.

Ona, ‘Kendi adaylığınızda neden bu kadar ısrarlı oldunuz? Kendinizden başka bir isim aklınızdan hiç geçti mi? Masadaki müttefiklerinize farklı isim telaffuz ettiğiniz hiç oldu mu?’ gibi sorular Kılıçdaroğlu’na soruluysa da benim dikkatimi çekmedi, herhalde ben eksik okumuşumdur.

Sonuç olarak benim görebildiğim şu: Kılıçdaroğlu söylemek istediklerini (İstanbul ve Ankara’yı vermeyiz ama gerisinde pazarlığa açığız) söylemiş, söylemek istemediklerini de söylememiş ve gazeteciler de onu pek sıkıştırmamışlar.

Sultanlar bu kez finali de kazansın

Sultanlar bu kez finali de kazansın

İtalya çok güçlü bir rakipti, üst üste 2 set birden verdik ama geri dönmeyi bildik. Dün akşamki maç, sahiden inanılmaz güzellikte bir maç oldu ve Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımı bir kez daha Avrupa finali oynamaya hak kazandı.

Finalde Türkiye’yi yenebilen az sayıda takımdan biri olan Sırbistan ile oynayacağız. Ümidimiz, bu pazar Filenin Sultanları’nın finali kazanması elbette. Yine çok müthiş bir maç bizi bekliyor.

Yabancılar geldiği gibi gidiyor, dolarlar bozulduğu gibi geri alınıyor

Yabancılar geldiği gibi gidiyor, dolarlar bozulduğu gibi geri alınıyor

İki önemli istatistik. Birincisi borsayla ilgili. Son haftalarda borsanın yükselişinde yurt dışından akmaya başlayan fonlar da etkili oldu. Ama son haftaya bakınca, yabancıların geldikleri gibi gitme eğilimine girdiklerini, 341 milyon dolarlık hisse satıp çıktıklarını görüyoruz.

Demek ki bu gelenler temelde yüksek risk-yüksek kazanç uman hedge fonlarmış. Mehmet Şimşek’in yabancı yatırımcılarla yaptığı görüşme sonrası da yazmıştık, daha kalıcı fonlar değil ama hedge fonlar Türkiye’de fırsat bulabilir diye, o olmuş.

Bunlar gider başkaları gelir; çünkü Türkiye’de borsa yüksek risk-yüksek kazanç vaat etmeye devam ediyor.

İkinci önemli istatistik Merkez Bankası bilançosu ve bankalardaki mevduatın kompozisyonuyla ilgili. Gerçekten de kur korumalı mevduattan ilk kez ciddi anlamda bir çıkış yaşanmış; demek endişeler haklıymış. Peki bu para çıkmış da ne olmuş? Hemen dolar mevduata dönüşmüş.

Düşünün Türkiye’de döviz mevduatı bir haftada 4,7 milyar dolar birden arttı. Piyasadaki dolar talebinin tamamını Merkez Bankası kasasından karşıladı ve Erdal Sağlam’ın haklı olarak dikkat çektiği gibi nedense doların seviyesi de aynı kaldı.

Hayret bir durum. Bu seviyede duracaksa bu hafta da dolara hücum olur.