05-09-2023
İsmet Berkan

Türkiye’de siyasi yelpazenin bir alanı tamamen boş: Sivil siyaset alanı

Türkiye’de siyasi yelpazenin bir alanı tamamen boş: Sivil siyaset alanı

Meşhur hikayedir, bir daha anlatayım. Yıl 1930. Atatürk, ‘Yurt dışında bizi diktatör gibi görüyorlar’ demiş, yakın arkadaşı Ali Fethi Okyar’dan bir muhalefet partisi kurmasını istemiştir.

Kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası bir anda çok büyük ilgi görür, Okyar’ı İzmir’de yüzbinler karşılar vs. Parti daha kuruluşunu tamamlayamadan yapılan yerel seçime katılır.

Atatürk seçimin sonucunu Çankaya Köşkü’nde takip etmektedir. Ondan daha heyecanlı olan özel kadem müdürlerinden Hasan Rıza Soyak’a sonuçları sorar. Soyak, ‘Bizim parti kazanıyor efendim’ der. Atatürk ona döner, ‘Hayır efendim. Hiç de öyle değil’ der. ‘Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan idare fırkasıdır, çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler.’

Bu çok meşhur anektod, Atatürk’ün Türkiye’de siyasetin doğasını ne kadar iyi idrak ettiğininin bir örneğidir. Siyasi tarihimizde çok ender yaşadığımız bazı anormallikler dışında seçimleri bizde hep ‘idare fırkası’ kazanmıştır. Son seçimde de öyle oldu nitekim.

Dünyada, politikanın siyasi partiler aracılığıyla yapılması modern zamanlara ait bir icat. İlk partilerin seçimli demokrasinin ve hukukun üstünlüğü prensibinin doğduğu yer olan Birleşik Krallık’ta kurulduğunu biliyoruz. Bir tarafta kralın parlamentoya karşı daha güçlü olmasını savunan ‘Torry’ler (Yani bugünün Muhafazakar Partisi), diğer tarafta ise kralın gücünün daha fazla sınırlanmasını isteyen ‘Whig’ler (Bugünün Liberal Partisi) vardı. Ülkenin siyasi bölünmesi buydu.

Amerika’da ABD kurulduktan kısa süre sonra siyasi partiler de oluştu. Bir yanda yerel eyalet hükümetlerinin merkezi federal hükümete göre daha güçlü olmasını savunan ‘Cumhuriyetçiler’ (Bugünün Demokrat Partisi, o yıllarda ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ eş anlamlı kullanılan kelimelerdi) vardı; diğer yanda merkezi hükümete daha fazla yetki isteyen ‘Federalist’ler (bugünün Cumhuriyetçi Partisi).

Paris Komünü’nün ardından kıta Avrupasında da siyasi taleplerde farklılaşma başlayınca siyaset partiler aracılığıyla yapılır oldu.

Elbette bütün partilerin amacı iktidar olup devleti yönetmek ve kendi politikalarını hayata geçirmekti ama talepler sivildi, doğrudan halktan kaynaklanıyordu.

Türkiye’de ise siyaset ve siyasi partilerin başlangıcı sokağın taleplerinden değil, devleti kurtarmak için sunulan çarelerden kaynaklanır. Bu anlamda bizde siyasetin kökeni sivil değildir; söz konusu olan devleti kurtarmaktır hep ve partilerin devletin nasıl kurtarılacağına dair çok keskin görüşleri vardır.

Dün burada Yusuf Akçora’nın ‘Üç Tarzı Siyaset’inden söz ettim; biraz daha derinleştirmeliyim anlattığımı.

1808-1839 arası tahtta kalan 2. Mahmut modernleşme yönünde en köklü reformları yapan padişah sayılmalı. Sadece Yeniçeri ocağını kapatmadı, orduyu ve devleti modernleştirmek için modern eğitim kurumlarını da o başlattı. Böylece Osmanlı tarihinde ilk kez insanların saray dışında okullarda (Onların adı da ‘Sultani’ ve ‘Mülkiye’ gibi devletle bağlantılı şeylerdi) eğitilmesi, yani kısmen de olsa saray dışı eğitimli, hatta ‘aydın’ denebilecek insanların ortaya çıkması mümkün oldu.

Batının sivil yani devlet dışı ve kilise dışı aydını yüzyıllardır vardı, Osmanlı bu konuda yarım yamalak bir adım atıyordu. Bizim ‘milli aydın sporumuz’ olan vatan-millet-devlet kurtarma sporu, bu yarım yamalak aydınların ortaya çıkmasıyla başladı.

İlk ortaya çıkan fikir, Osmanlıcılık’tı. Başını Namık Kemal gibi isimlerin çektiği bu akım, esasen nüfusu ağırlıklı olarak müslüman Türk ve Araplarla Rum, Bulgar, Sırp vs Ortodokslardan oluşan imparatorluğu, ortak ‘Osmanlılık’ kimliğinin kurtaracağını, toprak kayıplarının ve etnik ayrılıkların böyle sona ereceğini öne sürüyordu.

Bu fikir tamamen ölmedi ama tamamen hayata da geçmedi; bazı hristiyanların bakan olması kimseye yetmedi, ayrılıkçılık sürdü. Bunun üzerine ‘İslamcılık’ fikri ağır bastı. Abdülhamid bu fikri bir dış politika silahı olarak en çok kullanan padişah oldu ama o da toprak kayıplarını engelleyemedi.

1. Dünya Savaşı’nda Arapların Osmanlı’nın karşısında ve İtilaf Devletleri ile işbirliği içinde olması, ‘İslamcılık’ fikrini de boğdu. Geriye kala kala Cumhuriyet’i kuran kadroların elinde bir tek Türkçülük kaldı. Kurtuluş Savaşı sırasında en çok söylenen şeylerden biri budur: Sevr anlaşmasıyla Türklük boğulmak isteniyordu, onlar Türklüğü kurtarmaya uğraşıyorlardı.

Atatürk’ün ve CHP’nin kendisini yegane geçerli ve doğru fikri savunan parti olarak görmesinin kaynağında bu yatar. Geri kalan bütün fikirler denenmiş, yanlış olduğu görülmüş ve tüketilmiştir onlara göre.

Ama dikkat edin, bu fikirlerin tamamı ‘devletin bekası’yla ilgilidir, sokaktaki insanın refahıyla, mutluluğuyla, yaşam savaşıyla değil.

Fakat küçümsemeyin de: Bu ‘Devletin bekası’ meselesi, Türkiye’de çoğu zaman başka her şeyin önüne geçer, insanlar aç olduklarını unutur, devletin bekası uğruna kendilerini fakirleştiren insanlara bile oy verirler.

Fakat yine unutmayın, Osmanlıda da vardı, Cumhuriyet boyunca da oldu; bu topraklarda devlet baskısına karşı çok kuvvetli bir sivil muhalefet damarı da her zaman oldu. Bu damar 1950’de Demokrat Parti’yi iktidara getirdi. 1964’te ve 69’da Adalet Partisi’ne oy verdi. 1983’te Turgut Özal’ı iktidara taşıdı; 2002’de de Ak Parti’yi.

Fakat bugün, o ‘sivil direniş’çi kitlenin iktidara getirdiği Ak Parti ve Tayyip Erdoğan artık aynı Ak Parti ve Tayyip Erdoğan değil. Bir zamanlar devlet tarafından ‘Gayrı milli’ olmakla eleştirilen Ak Parti ve Tayyip Erdoğan, son seçimi ‘Devletin bekası’ söylemiyle, rakibinin de devleti yönetemeyeceğini anlatarak kazandı. Ama daha dün gelen bir araştırma bu seçmenin üçte birinin Tayyip Erdoğan’a oy verdiği için pişman olduğunu söylüyordu. Meğer ‘devletin bekası’ onların sandığı şekilde değil, ekonomi yüzünden tehlikedeymiş, bunu anlamış seçmen.

Bu devleti kuran parti olarak CHP, o sözünü ettiğim ‘sivil direniş’e belki en uzak parti ama yine de eski CHP 1970’lerde Bülent Ecevit’le sivilleşme çabasına girmişti. Hatta o yüzden Süleyman Demirel 1972 yılında ‘CHP ilk kez devlete yaslanmaktan vaz geçiyor ve ciddi bir siyasi rakip oluyor’ demek zorunda hissetmişti kendini. Ecevit bu sivilleşme çabasını etrafındaki çok ciddi bir aydın kadrosu sayesinde yapabilmişti. Yani altı doluydu bu çabanın.

Bugün CHP kendine siyasi yelpazede yer arıyor, adına ister ‘değişim’ deyin ister ‘yenilenme’ bu arayışların özü bu.

Naçizane benim görüşüm, bu yelpazedeki esas boş alanın sivil siyaseti savunmak konusu olduğu yönünde. Ama dediğim gibi CHP o alana girmeye en uzak parti. Oysa CHP devletten dışlanalı, devletle birlikte hareket edemez hale geleli çok oldu.

CHP’nin geleceğiyle ilgili tartışmaları istemesek de ciddiye almak zorundayız. Çünkü bu tartışma ülkemizde siyasetin geleceğiyle de ilgili.

Futbol milli takımının bir uçağı var, voleybolcuların neden yok?

Futbol milli takımının bir uçağı var, voleybolcuların neden yok?

Bırakın futbol milli takımını, kulüplerin özel uçakları var. Deplasmanlara kiraladıkları bu uçaklarla gidiyorlar. Peki ama Avrupa Şampiyonu olan takım neden tarifeli uçakla döndü? Belli ki giderken de tarifeli uçakla gitmişlerdi.

Pazar geceyarısı saatlerinde takım şampiyon olduğunda aslında THY hızlı hareket edebilir, bir uçağı milli takımı almak üzere hemen pazartesi sabahı Brüksel’e yollayabilirdi.

Biz hepimiz, Türkiye’ye spor tarihinde yaşadığı en büyük gururu kazandıran kadın voleybolcularımızın aslında nasıl bir ikinci sınıf muameleye tabi tutulduğunu onları sıkış tıkış ekonomi koltuklarında otururken görünce fark ettik.

Hatırlayın, bir zamanlar 12 Dev Adam için, yani erkek basketbol milli takımı için uçakları özel olarak giydirmiştik bile. Voleybolun ekonomisi özel uçak kiralamaya yetmiyorsa, hiç değilse şampiyonluk sonrası THY bir jest yapamaz mıydı?

Enflasyon nasıl yavaşlayacak?

Enflasyon nasıl yavaşlayacak?

Türkiye İstatistik Kurumu’nun dün açıkladığın enflasyon rakamı, hayat pahalılığının bizi getirdiği yeri göstermesi bakımından önemli. Yıllık enflasyon, geçici bir düşüş döneminin ardından yeniden hızla yükseliyor, işte dün yüzde 60’a dayandı bir kez daha. Üstelik bu sadece bir başlangıç, fiyatların artış hızı bir süre kesilmeden devam edecek, bazı uzmanlara göre Mayıs 2024’te yüzde 70’in üzerinde bir yerde de tepe noktasına ulaşacak.

Ben bu yorumu iyimser görenlerdenim. Enflasyonun tepe noktasına Mayıs ayında ulaşması için bizim bugün enflasyonla mücadele ediyor olmamız lazım. Bu mücadelenin başlıca aracı da piyasadan TL’yi çekmek. Oysa bakıyoruz bankalarımızın pek TL’ye ihtiyacı yok, Merkez Bankası’ndan oldukça düşük fon kullanıyorlar. Demek Merkez Bankası piyasadaki fazla TL’yi ‘sterilize’ etmiyor. Bunu yapmadan enflasyonla mücadele nasıl edilebilir ki?

Sorduğunuzda Mehmet Şimşek de, Merkez Bankası da ‘sıkı para politikası uygulamak’tan söz ediyorlar ama henüz ortada böyle bir uygulama yok. Zaten sıkı para politikası uygulamak için önce Merkez Bankası politika faizinin sahiden anlamlı bir rakama gelmesi gerekiyor. 

Bu şartlarda enflasyonun yavaşlamasını beklemek, bir masal kahramanının akşam eve gelmesini beklemek gibi. Bir fantezi sadece.

Bir ayda 9 milyar dolar dış ticaret açığı daha

Bir ayda 9 milyar dolar dış ticaret açığı daha

Ağustos ayı dış ticaret rakamlarının ‘öncü verileri’ dün açıklandı. Türkiye 21,6 milyar dolar ihracat, 30,5 milyar dolar da ithalat yapmış. Böylece bir ayda neredeyse 9 milyar dolar, bu yılın ilk 8 ayında ise toplam 82,4 milyar dolat dış ticaret açığı vermişiz.

İthalat hız kesmedikçe, hatta Türkiye dış ticaret fazlası verir hale gelmedikçe ne döviz kurunun artışının önünü alabiliriz ne de enflasyonun. Ama daha önemlisi, ithalatımız ihracatımızdan fazla olduğu sürece ulusça fakirleşmeye devam ederiz.

Bu rakamlar durumun giderek vahimleştiğini gösteriyor.

Putin, Erdoğan’ı eli boş gönderdi

Putin, Erdoğan’ı eli boş gönderdi

Son derece nazikti Rusya lideri. Tayyip Erdoğan’ı kapıda bekletmedi, aksine kapıya kadar indi, arabasında karşıladı, sonra da yine arabasına kadar giderek uğurladı.

Basın toplantısında da sert değildi Rus lider. Gayet yumuşak bir tonla uluslararası toplumdan talepleri yerine gelmedikçe tahıl koridorunu açmayacağını anlattı. Ha, ama bu koridor anlaşmasının dışında tutarak Türkiye’ye 1 milyon ton buğday gönderebilirdi. Eğer Katar da giderleri üstlenirse, bu buğday Türkiye’de un haline getirilip Afrika ülkelerine gönderilebilirdi.

Sonuç olarak Tayyip Erdoğan bu kez başaramadı ama yine de iyi niyetli biçimde denedi.

Bakalım Karadeniz’de işler ne yöne evrilecek?