14-09-2023
İsmet Berkan

Türkiye, hukuk devleti olmadan zenginleşebilir mi?

Türkiye, hukuk devleti olmadan zenginleşebilir mi?

Başlıktaki soruyu önce şöyle sorayım: Türkiye, hukuk devleti olmadan hala demokratik kalabilir mi?

Mesele tavuk-yumurta ilişkisi gibi olduğu için tersten de sorayım: Demokratik standartları düşen Türkiye, hukuk devleti olarak kalabilir mi?

Soruyu nasıl sorarsanız sorun cevap maalesef hayır.

Hukuk devleti olmaktan uzaklaşmamız sayesinde demokratik standartlarımızı kaybediyoruz; demokratik standartlarımızı kaybettikçe hukuk devleti olmaktan uzaklaşmak da kolay oluyor.

Gezi tutukluları Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Mine Özerden, Yiğit Aksakoğlu, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Hakan Altınay’ın bugün neden hala hapiste olduğunu, ilk derece mahkemesinin onları hangi inkar edilemez nitelikte kanıtlarla mahkum ettiğini gerçekten bilenimiz var mı? Yok, çünkü böyle kanıtlar yok. Hakan Altınay, ‘Ben Gezi’ye katılmadım, hatta vandalizmi eleştirdim’ diyor. Çiğdem Mater’in destek için film çektiği söyleniyor ama bu film hiç çekilmedi. Osman Kavala’nın para verdiği ve liderlik yaptığı söyleniyor ama bu para trafiğine ilişkin tek kanıt yok.

Peki neden hapisteler? Keyfi sebepler dışında hiçbir şey bulamıyoruz.

Bu dava ve tutuklular en meşhuru ama böyle keyfi sebeplerle yargılanan, hapse atılan başka insanlar da var ve oldu.

Rahip Brunson olayını hatırlıyor musunuz? Türkiye, bir sıradan Amerikalı misyoneri hapse atıp bu ülkeye karşı rehin tutmaya çalışmadı mı? Bu olayı hukuk devletiyle nasıl bağdaştıracağız? Türkiye topraklarında öldürülen Cemal Kaçıkçı’nın cinayet davasından vaz geçmiş bir yargı, hukuk devleti iddiasında bulunabilir mi?

Uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararlarını, gücünü doğrudan Anayasanın 90. maddesinden alan ama yine de uygulanmayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını hatırlatmama gerek var mı?

Türkiye, uygulamadığı AİHM kararı nedeniyle kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’nden atılma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu ay kritik bir ay olabilir bu konuda.

Hukuk devleti yıprandıkça ve ortadan kalktıkça demokrasinin de aşınmasına şaşmamak gerekir. Şu an için Türkiye’yi hala bir ‘demokrasi’ kategorisinde tutan şeylerin başında ülkede kuvvetli bir muhalefet olması geliyor. Ama bugünlerde hep birlikte iktidarın bir şey yapmasına gerek kalmadan o geniş muhalefetin kendi kendini imha etmekte olduğunu da ibretle izliyoruz. Bindiği dalı keserek, aralarındaki tek gerçek asgari müştereki de yok etmeye çalışarak ne gibi bir fayda elde etmeye çalıştıklarını anlamaya imkan yok bu muhalefet partilerinin.

Neyse, konumuz muhalefet değil, daha genel anlamda Türkiye.

Tayyip Erdoğan, halk nezdindeki müthiş popülaritesi ve karizmasıyla kendi iktidar alanını genişletirken, bana soracak olursanız son 5-6 yıldır bir çeşit deney yapıyor. Erdoğan, Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti kalitesini çok indirse bile ülkeyi zenginleştirmeyi, halka refah dağıtmayı sürdürüp sürdüremeyeceğini görmek istiyor.

2016’dan beri yaşadığımız ama 2018’den itibaren tam gaz içinde olduğumuz bu deneyin bugün başarısızlıkla sonuçlandığını söylememiz gerek.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan belki kendi kendine deneyin sadece faiz bölümünün başarısız olduğunu kabullenmek zorunda kaldı ama bugünlerde görüyoruz, etrafındaki kurmayları ona deneyin tamamının başarısız olduğunu göstermeye çalışıyorlar adeta.

Türkiye’nin demokrasiden ve hukuk devletinden uzaklaşması, ülkemizin Batı dünyasıyla ilişki biçimini kökünden etkilemiş durumda. Elbette Türkiye göz ardı edilemeyecek kadar büyük ve önemli bir ülke ama bugünkü Türkiye ile diyelim 10 yıl önceki Türkiye’nin Batıdaki kategorizasyonu oldukça farklı. 

Bundan 10 yıl önce en fazla ‘Batı ittifakının uyumsuz bir ortağı’ndan söz edilirken, bugün bu ‘ittifak’ ve ‘ortak’ kelimelerinin hiç kullanılmadığını, Türkiye’den sadece bir bölgesel güç olarak bahsedildiğini bazen de hiç bahsedilmediğini görüyoruz.

Bu bakışı çok önemsememek mümkün. Nitekim iktidarın propaganda makinesi bu yeni durumu ‘Değerli yalnızlık’la, ’Yerli ve milli olmak’la ve ‘Tam bağımsızlık peşinde koşmak’la Türk kamuoyuna anlattı, kamuoyu da bu söylemleri beğendi.

Fakat aynı kamuoyunun bu deneyin bir başka sonucu olan yoksullaşmayı o kadar beğeniyle karşıladığını söylemek kolay değil. Dün seçimi kasanın dibindeki son dolarları da sıyırıp yaratılan bir illüzyonla kazanan iktidarı, bir sonraki seçimde aynı yöntemi uygulayamayacağını görüyor, o yüzden ‘ekonomik rasyonelleşme’ arayışında, ağır aksam adımlar atmak zorunda kalıyor.

Ama zaten şu aşamada yetersiz olan bu adımlar tamama erdirilse bile eksik kalacak. Ekonomik rasyonelleşmeyi Batı ile ilişkileri rasyonelleştirme ve eski rayına geri sokma çabası izlemek zorunda.

Nedir Batı ile ilişkileri rasyonelleştirmek? Bir basit örnek vereyim: Eğer Tayyip Erdoğan, İsveç’in NATO üyeliği konusunda ortağı Devlet Bahçeli’yi ikna edemezse, Dünya Bankası’nın ucunu gösterdiği ve üstüne ekstralar koyduğu 35 milyar doları uzaktan izlemeye devam eder mesela. Sadece o da değil; F-16 modernizasyonu da sürüncemede kalmaya devam eder, Türkiye tarihinde ilk kez Ege’de askeri üstünlüğünü Yunanistan’a kaptırabilir.

Bir basit örnek daha vereyim: Avrupa Birliği parlamentosu dün Türkiye hakkında zehir zemberek bir raporu onayladı, parlamentoda konuşan AB yöneticisi Ursula von der Leyen konuşmasında Türkiye kelimesini hiç geçirmedi.

Oysa daha geçen hafta AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Türkiye’deydi ve gözümüzün içine baka baka, ‘Türkiye demokratik ve hukuki standartlarda geri gittiği için 2018’de tam üyelik müzakereleri resmen donduruldu. Bunu yeniden canlandırmak için sizin bu alanlarda bir şeyler yapıp AB içi bir tartışmayı başlatmanız gerek’ demişti. O bunu söylememiş gibi daha iki gün önce Avusturya’nın başbakanı Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin tamamen ortadan kaldırılmasını istedi durduk yerde.

Yani AB içinde bırakın olumlu anlamda bir tartışma başlatmayı, durum daha da olumsuza doğru gidiyor.

Avrupa Konseyi’nin Türkiye’yi üyelikten atması ihtimali, o yüzden bu genel çerçevenin içinde en vahim ve en düşük noktalardan birine işaret edecek olması bakımından önemli. Düşünün Azerbaycan bile konseyden atılmayı göze alamamışken Türkiye’nin bunu göze alacak olması nelere yol açar?

Evet, Çin belki demokrasi ve hukuk devleti olmadan zenginleşmeyi başardı ama birincisi bunu bundan 30 yıl önce yaptı Çin, ikincisi Çin son derece ayrıksı bir durum.

Türkiye, demokrasi ve hukuk devleti olmadan zenginleşemez; en azından bunu gördük Tayyip Erdoğan’ın deneyi sayesinde. Bu da bir kazançtır.

Ankara’daki bir mafya babasının tuhaf ilişkileri

Ankara’daki bir mafya babasının tuhaf ilişkileri

Disney+ üyeliğini iptal etmemişlere bir dizi önerim var: The Godfather of Harlem.

Gerçek kişilerden ve gerçek olaylardan hareket eden bu kurmaca dizi bir şeyi çok güzel anlatıyor: Suç örgütlerinin varlığı ve rahatça hareket etmesiyle polisteki ve siyasetteki yozlaşma el ele giden bir şey.

Dizide görüyorsunuz, mafya babaları bir yandan polise rüşvetle istedikleri yaptırıyor ama bir yandan da bu yaptırdıkları her şeyi bir kenara not ediyor. Bu notlar yeterince birikince artık rüşvet vermeye gerek kalmamaya bile başlayabilir.

Bu diziyi hatırlatmamın sebebi Ankara’da devam eden bir suç örgütü soruşturması. Ayhan Bora Kaplan isimli kişi birkaç gün önce polis tarafından yurt dışına kaçmak üzere Esenboğa Havaalanı’na giderken yakalandı. Yakalanma görüntüleri polis tarafından hemen servis edildi. Bu isim, geçmişte 15 Temmuz gecesi Süleyman Soylu ile birlikte TRT kapısına gidenlerdendi, ondan sonra da hep Soylu ile yakın ilişki içinde olduğu söylenirdi. O yüzden Kaplan’ın böyle gösterişli biçimde yakalanması ‘Soylu’ya mesaj’ olarak nitelendi, Süleyman Soylu da operasyona sessiz kalmadı, ‘İntikam operasyonu’ dedi. Soylu operasyonun kendisinden mi şikayetçiydi, bilgilerin medyaya servis edilmesinden mi, tam anlaşılamadı.

Ardından daha yadırgatıcı bir şey daha oldu: Ankara polisi, gözaltına aldığı Ayhan Bora Kaplan ile yapılmış bir ‘mülakat’ı sızdırdı. Normalde suç şüphelisinin ifadesi alınır, bu da avukatı eşliğinde olur. Ama hayır, sızdırılan şey resmi ifade değildi, polisle mafya şefi arasındaki ‘gayrı resmi sohbet’ti. Bu sohbette kim bilir kimlere ne mesajlar gitti; çünkü dediğim gibi mafya babası da suç işlerken bir yandan bilgi biriktiriyor. (Hatta mafyacıların işinin daha çok bilgiyle olduğunu Sedat Peker’in ifşaatlarından öğrenmedik mi?)

Ayhan Bora Kaplan’ın sözlerinden suç örgütleriyle bulaşıklığa girenlerin sadece üst ve alt düzey polisler olmadığını, adliyenin de suç örgütlerinin radarında ve rüşvet çarkında olduğunu anlıyoruz.

Düne kadar adını bile bilmediğimiz bir yerel suç örgütü lideri Ayhan Bora Kaplan. Diğer büyükler konuşsa, kim bilir neler öğreneceğiz…

Çok ilginç bir özel hayat savunması

Çok ilginç bir özel hayat savunması

Adı Susanna Gibson. ABD’nin Virginia eyaletinde eyalet meclisi seçiminde Demokrat Partiden aday adayı bir hemşire. Aynı zamanda OnlyFans adlı internet paylaşım sisteminde de sayfası var.

Bu sayfada kendisine her ay para ödeyen abonelerine, kocasıyla cinsel birlikteliklerinin filmlerini gösteriyor. Amerika’da bu yolla para kazanan ünlü ünsüz pek çok kişi var, anlaşılan Gibson da onlardan biri. Habere göre 7 bin para ödeyen abonesi var.

Tabii aynı Gibson bir siyasi yarışa girince rakipleri onun bu durumunu açığa vurdu, OnlyFans’da paylaştığı videolardan birini kaydedip gazetelere vs gönderdiler, kamuoyuyla paylaştılar.

Buraya kadar sıradan bir siyasi skandal sayılabilir ama öyle değil. Çünkü Susanna Gibson avukatı aracılığıyla çıktı kendini savundu ve videosunun kamuoyuna açıklanmasını ‘Özel hayata saldırı’ olarak niteledi. Bu video sadece aboneler için çekilmişti, onun kaydedilip yayınlanması suçtu.

Evet, belki telif hakları ihlalinden söz edilebilir ama özel hayatı ihlal iddiası bana biraz tartışmalı geldi. Çünkü kendi özel hayatını (sayıları sınırlı bile olsa) abonelerine açan bizzat kendisi.

Bu çok ilginç tartışma bakalım nereye varacak.