16-09-2023
İsmet Berkan

CHP dönüp dolaşıp aynı düğüme takılmaya hazırlanırken

CHP dönüp dolaşıp aynı düğüme takılmaya hazırlanırken

Lafı uzatmaya gerek yok: Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nin birbiriyle iç içe geçmiş iki sorunu var.

Bu sorunlardan birincisi, liderlik sorunu; ikincisi ise ideolojisizlik, fikirsizlik, davasızlık sorunu.

Dün CHP’de, Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı iki aday birden çıktı. Biri Özgür Özel, diğeri Örsan Kunter Öymen.

CHP çevreleri Örsan Öymen’i daha az ciddiye alıyor; kendisi felsefe profesörü olan Örsan Öymen’in açıkladığı listeye bakınca bu daha az ciddiye alınmanın sebebi de anlaşılıyor. Oldukça ulusalcı ve eski tüfek ağırlıklı bir liste bu.

Buna karşılık Özgür Özel daha fazla ciddiye alınıyor, hatta onun için ‘Değişimin adayı’ deniyor. Nitekim, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hiç vakit geçirmeden Özel’in adaylığına desteğini açıkladı.

Peki ama Özgür Özel, az önce söylediğim CHP’nin iki sorununun ikisini birden çözebilecek isim mi?

Açıkladığı tutum belgesini yer yer sıkılsam bile dikkatle okumaya çalıştım. Özel, kendince bir ‘ideolojik çözüm’ öneriyor, fikirsizlik ve davasızlık sorununa çözüm yolu bulduğunu düşünüyor.

Ama aslında bir şey bulmuş değil. Bize söylediği bunca yıldan sonra yeniden Atatürkçülük ile bir nevi gardrop solculuğunu bir senteze ulaştırma vaadi. Kendince Altı Ok’un bazı oklarını modern anlamda yeniden tarife yönelmiş ama gerçekte hiçbir şey söylemediğini, Tutum Belgesi’nin yeni hiçbir şey içermediğini vurgulamam gerek.

İşin fikir kısmı böyle. Peki CHP’nin liderlik sorununu çözer mi Özgür Özel? Eğer genel başkan seçilmeyi başarırsa başlangıçta Kemal Kılıçdaroğlu’ndan daha etkili ve iyi olacağına kuşku yok ama liderlik performansı konusunda ölçü zaten Kılıçdaroğlu değil ve olamaz.

Daha adaylığını açıkladığı basın toplantısında ‘Siz emanetçi misiniz’ sorusuyla karşılaşmış olması, Özgür Özel’in liderliğinin sınırları hakkında hepimize fikir veriyor olmalı. Bu manada ‘özgür’ de değil, çok ‘özel’ de değil Özgür Özel. Çünkü arka planda ciddi bir kamuoyunun ‘lider’ gördüğü, böyle özellikler atfettiği bir başka isim var: Ekrem İmamoğlu.

O yüzden, kurultaydan ne sonuç çıkacak olursa olsun, kim seçilecek olursa olsun, CHP’yi parlak günlerin değil iyimser ihtimalle yerinde saymanın, daha güçlü ihtimalle ise ciddi bir gerilemenin beklediğini söylemek için kahin olmaya gerek yok.

Özgür Özel dün Atatürkçülüğe ve partinin köklerine dönmekten söz etti. Kendisine naçizane önümüzdeki günlerde Cumhuriyet’e 100 Gün dizisinde yayınlanacak olan, Mustafa Kemal’in daha 1910 yılında yaptığı Türkiye ve Osmanlı tahlillerini okumasını tavsiye ederim.

Bu tahlilleri yapan insan başka hiçbir şey değilse bağımsız düşünme yeteneğine sahip bir insan en azından. Ve bunu ciddi bir entellektüel temelle yapıyor Atatürk, o da çok belli.

2023 yılında, bugüne ve yarına bakıp bağımsız düşünmek ve bir çıkış yolu bulmaya çalışmak varken eldeki hazır reçeteyi güncellemeye çalışmak bana hazin geliyor açıkçası.

CHP en azından 50 yıldır durup durup bu Kemalizm ile solu evlendirmeye çalıştı, bugün hala Kemalizmin kendisinin zaten ‘sol’ olduğuna inananlar bile var ama bu arada ne ‘sol’ olabildi ne de ‘Kemalist’ bu parti.

Bu sefer de Özgür Özel denemek istiyor aynı şeyi. Oysa aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp her seferinde farklı sonuçlar beklemenin bir adı var, zamanında Albert Einstein tarafından konulmuş.

Eğer CHP sol bir partiyse seçimleri neden hep sağ partiler kazanıyor?

Eğer CHP sol bir partiyse seçimleri neden hep sağ partiler kazanıyor?

14 Mayıs seçimi öncesi dört-beş arkadaş, bir AVM’deki bir açık hava kafesinde oturuyor, geyik muhabbeti yapıyorduk. İçimizden muzip bir arkadaşımız bir deney yapmaya karar verdi: Garsonlara seçimde hangi partiye oy vereceklerini sordu, sonra onunla yetinmedi, kafenin önünde bekleyen motosikletli kuryelere de aynı soruyu yöneltti. Bir kurye YeşilSol’a oy vereceğini söyledi, geri kalan kuryeler ve garsonların neredeyse tamamı Tayyip Erdoğan ile Ak Parti’ye oy verecekti. İki garson MHP’ye oy verecekti. Tek bir CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu çıkmadı.

Bu kafenin sahibi de arkadaşımızdı. Biraz sonra masamıza geldiğinde ona anketin sonucunu söyledik. ‘Ben CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na vereceğim oyumu’ dedi.

CHP kendisini ‘sol’ parti olarak uzun yıllardır Türkiye’ye yutturmaya çalışıyor ama esasen oy tabanının işçilerle, ezilenlerle, dışlananlarla, kapitalizmin yarattığı refahtan yararlanamayanlarla hiç ilgisi yok.

Bu ilgi bir tek 70’li yıllarda yaşanan birkaç yılda bir ölçüde var olabildi, o dönemin iki büyük işçi sendikası Türk-İş ve DİSK açıkça CHP’yi desteklerdi, Türk-İş’in o dönemdeki başkanı Halil Tunç neredeyse efsanevi bir kişilikti, etrafı dalgalandırabilen önemli bir işçi lideriydi. Ama 12 Eylül sonrası hem Türk sendika hareketi ağır bir darbe aldı hem de CHP ile işçi sınıfı arasındaki bu bağ koptu, bir daha da hiç kurulmadı. Bu bağı kurmaya çalışan bir CHP lideri de hatırlamıyorum.

Açıkça söylemek lazım: CHP bir sol parti değil, hiçbir zaman da olmadı. Ama sorsanız, oturduğumuz kafenin sahibi ‘solcu’ buna karşılık yanında maaşla çalışlan işçileri ‘sağcı.’ Milyonlarca dolarlık şirketleri yönetenler ‘solcu’ ama emeklerinin karşılığını maaşlarıyla elde eden işçiler ‘sağcı’.

Büyük laflar etmekte üstümüze yok. Hemen birisi çıkıyor, ‘Toplumun yüzde 65’i sağa oy veriyor’ diyor, sanki büyük bir bilimsel sırrı açıklar gibi.

İyimser ihtimalle şu söylenebilir: Sol ve sağ kavramlarının bir evrensel anlamı var bir de Türkiye’deki anlamları. Bu anlamlar aynı değil!

Ama öyle de değil aslında. Bir seferinde Süleyman Demirel’e sormuştum, ‘Siz sağcı mısınız?’ diye. Suratıma baktı, ‘Solcular bana öyle diyor’ dedi; o kendini ‘sağcı’ olarak tanımlamıyordu. Kelimeleri evrensel anlamlarıyla kullanıyordu Demirel.

Bu önemli bir konu. Memleketteki bütün solcuların ‘sağcıdır’ dediği Demirel, kendisini evrensel anlamda ‘sağcı’ görmüyordu, kendisinden ‘dindar muhafazakar, milliyetçi, kalkınmacı, modernleşmeci’ gibi kelimelerle söz ediyordu. Buna karşılık memleketin bir başka kesimi kendini sanki kelimenin evrensel anlamını kullanıyormuş gibi ‘solcu’ olarak tanımlıyordu ama işte diyorum ya, solla ilgileri son derece sınırlıydı esas olarak.

50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda bu toplumun ezici çoğunluğu köyde yaşıyor, tarımla geçiniyordu. Onların ezici çoğunluğunu da tarım işçileri ve küçük toprak sahipleri oluşturuyordu. CHP bu kitleye dayanmıyordu, onlardan oy almıyordu.

80’lerin ortalarından itibaren nüfusun yarıdan fazlası şehirde, şehirli ilişkilerle yaşamaya başladığında çoğunluk hala kapitalist sistemin kaybedenlerinden oluşuyordu. Bugün şehirli nüfus yüzde 90’ı buldu. Ama ‘solcu’ CHP değil ‘sağcı’ Ak Parti ile Tayyip Erdoğan seçim kazanmaya devam ediyor.

‘Hayatta en hakiki mürşit (yol gösterici) ilimdir, fendir’ demiş olan Atatürk’ün kurduğu parti CHP bugün geniş kitlelerin kendisine neden oy vermediğini sahiden merak edip araştırmıyorsa, bu partinin Atatürk’ün fikirlerine olan bağlılığı da tartışmalı hale gelmez mi?

‘Kemalist ve solcuyum’ demenin yarattığı minik konfor alanında karınca kararınca yaşayan siyasi partinin adıdır CHP. O konfor alanından çıkıp ‘Ben bu ülkeyi ve halkı nasıl bir adım ileri götürüm, benden istenen ne, beklenen ne, ben kimim’ sorularını, 1910 yılında Atatürk’ün sorduğu gibi bağımsız bir düşünür ve birey olarak sorgulamadıkça bu küçük dükkanında siyaset esnaflığına devam eder.

21. yüzyılda solun anlam arayışları

21. yüzyılda solun anlam arayışları

Siyasi terminolojide ‘solcu’ ve ‘sağcı’ kavramları 1789 Fransız Devrimi sonrası parlamentosundan gelir belki ama aslında bu kavramlar gerçek anlamlarını 1848 Paris Komünü’nü izleyen yıllarda buldular.

1848 Paris’inde üst üste iki ayaklanma çıktı. Bunlardan ikincisi bir işçi ayaklanmasıydı, işsizliğe, hayat şartlarına, çalışma şartlarına, ücretlerine itiraz ediyordu Fransız işçiler ve o ayaklanmadan bir ‘sınıf’ doğdu: İşçi sınıfı. Karl Marx’ı Komünist Manifesto’yu yazmaya yönelten şey de bu işçi ayaklanmasında gördüğü ümit ışığıydı. 

Genel kabul gören şey, Kıta Avrupa’sında siyasi çıkarların ve taleplerin siyasi partiler aracılığıyla temsil edilmesi anlayışı Paris Komünü sonrasında doğdu. Yani bugün kullandığımız anlamda ‘sol siyaset’ Paris Komünü’nün doğurduğu bir şey.

Tabii arada geçen 170-180 yılda çok şey oldu, köprülerin altından çok sular aktı. Bugün geldiğimiz noktada, dünyanın her yerinde ‘sol’ siyaset ciddi bir kimlik krizi içinde yaşıyor. Düşünün, Amerika’da Donald Trump’ın seçmenlerinin çoğunluğu Amerikan işçi sınıfıydı. Fransa’da ırkçı Marine le Pen’in aldığı oylar içinde işçi oylarının payı, Sosyalist Parti’deki işçi oylarının payından yüksek.

Günümüzde ‘sol’un ne anlama geldiği ve toplumda kimleri temsil ettiği konusu, dünyanın dört bir yanında canlı bir tartışmanın konusu. Sol’a soldan gelen ciddi eleştiriler var, mevcut sol partilerin ‘sağcılaştığı’ tartışması Tony Blair’in ‘New Labour’ından beri yapılıyor.

Hakkını yemeyelim, Türkiye’de de bu tartışma zaman zaman alevleniyor ama bizim Batılılara göre ekstra bir zorluğumuz daha var: ‘Sol’a yeni bir tanım bulma, yeni bir işlev yükleme arayışlarını hep bir biçimde Atatürkçülük’le de evlendirmek gerekiyor; bu amaçla bir ‘evlilik sözleşmesi’ yapılmak istendiğinde de fedakarlıkta bulunan taraf hep sol oluyor, Atatürkçülük mutlaka bir öncelik alıyor.

Atatürkçülüğün özü nedir? Laiklik mi, akılcılık mı?

Atatürkçülüğün özü nedir? Laiklik mi, akılcılık mı?

Türkiye’de genel olarak solda, özel olarak ise Cumhuriyet Halk Partisi içindeki bütün yeni arayışlarda tartışma döner dolaşır o yeni olanla Atatürkçülüğün nasıl bağdaşacağı sorusuna takılır.

Bu tartışma ta 60’lardan beri yapılıyor. Aslında bu konuda söylenmedik hiçbir şey kalmadı diye düşünebilirsiniz ama ne yapacaksınız, bugün yine konu geldi sol ile Atatürkçülüğü bağdaştırma düğümüne takıldı.

Türkiye’de özellikle Refah Partisi’nin 1994’teki yerel seçim başarısından beri Atatürkçülük çok daha başka türlü, bazı kesimler açısından çok daha yaşamsal bir konu olarak ve en önemlisi çok daha dogmatik ve tutucu şekilde tartışılıyor.

70’lerde soldan birinin çıkıp Atatürk’ü eleştirmesi mümkündü, bugün bu konu o kadar hassas ve dogmatik ki, Atatürk’ü konuşamıyoruz bile.Bülent Ecevit, ‘Atatürk ve Devrimcilik’ kitabını bugün yazıp yayınlasa taşlanabilirdi bile.

Özellikle 1994’ten beri yaratılan korku atmosferi, Atatürkçülüğü aldı getirdi salt bir laiklik ilkesine, üstelik de bir hayli sert uygulanmak istenen bir laiklik ilkesine indirgedi.

O yüzden de, ne zaman ‘Atatürk’ü günümüz şartlarında yeniden yorumlamalıyız’ denecek olsa, bu sert laiklik duvarına çarpılıyor, o duvarda en ufak bir gedik bile açtırmak istemeyenler tartışmayı kesip atıyorlar.

Peki ama sahiden Atatürkçülüğün özü laiklik midir?

Benim anne babam hiç kuşkusuz Atatürk’ü çok seven ve ona saygı duyan insanlardı, zaten Atatürk Türkiye’sinde doğup büyümüşlerdi ama bana Atatürk’e karşı bile eleştirel düşünebilmeyi aşıladılar.

Çünkü onlara göre ‘Atatürkçü’ olmanın özü buydu: Dogmatik olmamak, sorgulamak, akılcı olmak.

O yüzden, Atatürkçülüğün özünün laiklik, üstelik de laikliğin özel bir türü olarak görenleri anlamakta da, kabullenmekte de zorluk çekiyorum.

Tam bağımsızlığı savunmadan Atatürkçü olmak mümkün mü?

Tam bağımsızlığı savunmadan Atatürkçü olmak mümkün mü?

Atatürk’ün kendisi nasıl bağımsız bir düşünürdüyse, ülkesinin de başka kimseye muhtaç olmadan tam bağımsız olmasını isteyen bir kişiydi.

Bugün ‘Tam bağımsızlık’tan söz etmeden Atatürkçü olunamaz. ‘Atatürk milliyetçiliği’ denen şey tam da budur: Bir üstünlük iddiası değil, dünyayla eşit olduğuna dair bir özgüvenle davranma.

Son seçime belki bir de bu gözle bakmak lazım: CHP, kendisine yönelen ‘Dış güçlerin emellerini yerine getirmek isteyen parti’ tartışmasının alıp yürümesine izin verdi, ortaya çıkıp ‘Siz kim oluyorsunuz ve bu Cumhuriyet’i kuran partiye emperyalizmin hizmetçisi diyorsunuz’ diyemedi, tam bağımsızlıkçılık sloganını Tayyip Erdoğan’ın serbestçe kullanmasına ses çıkartmadı, bu sloganı onu malı yaptı.