26-10-2023
İsmet Berkan

Cumhuriyet’in ilk 100 yüzyılının muhasebesi: Ekonomik kalkınma sadece ekonomiden ibaret değil!

Cumhuriyet’in ilk 100 yüzyılının muhasebesi: Ekonomik kalkınma sadece ekonomiden ibaret değil!

Cumhuriyetimizin 100. yaşını doldurmakta olduğu bugünlerde dönüp bu 100 yıla bakmak, hedeflerin ne olduğunu ve bunların ne kadar başarıldığının muhasebesini yapmak, cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında nelerle uğraşacağımızı bilmek açısından önemli bence.

O yüzden Cumhuriyetin 100 yıl bilançosunu kendi subjektif bakış açımdan yazmaya devam ediyorum. Dün, Cumhuriyetin bize sağladığı en büyük kazanımın son 100 yıldır kesintisiz devam eden barış ortamı olduğunu yazdım.

Bu barış sayesinde, Cumhuriyet kendine koyduğu hedeflere odaklanabildi.

Peki neydi o hedefler? Esasen Osmanlı’nın son 200 yılında neydiyse oydu: Batılı büyük güçlerinki kadar güce sahip olmak, yeniden dünyanın eşit egemen ülkelerinden biri olmak.

Osmanlı bu uğurda Tanzimat reformlarından başlayarak bizi Batıya benzetecek bir dizi reform yapmış ama yine de batmaktan kurtulamamıştı.

Peki bunca reforma rağmen Osmanlı neden batmıştı?

Benim açımdan ‘Osmanlı neden battı’ sorusunun bir basit cevabı var, bir de o cevaba bağlı çok uzun bir açıklama. Basit cevap şu: Osmanlı, kapitalizmi kuramadığı için battı. Kapitalizm çağında feodal bir devletin büyük güçlerin oyun sahasında var olmaya devam etmesi imkansızdı.

Ama kapitalizmi tek başına bir ekonomik düzen diye anlamayın. Bu büyük bir paket. Batı Avrupa’da kapitalizm adım adım, aşama aşama gerçekleşmiş bir şey. İçinde devleti yönetenlerin, yani kralların yönetme meşruiyetinin sorgulanması da var, ki onun ucu eşit vatandaşlık ve demokrasiye varıyor; din dışı (seküler veya laik) yaygın eğitim de var; bilimsel düşünce devrimi de var; özel mülkiyetin bir insan hakkı olarak yerleşmesi de var; özel kişilerin sermaye biriktirmesi ve bunu korumasının güvence altına alınması da…

Tanzimat aydınları, Osmanlı’nın batışıyla ilgili bütüncül bir bakışı yoktu; onlar daha çok Osmanlı’yı ve devleti kurtarmaya çalışıyorlardı, halkı kurtarmakla ilgili değillerdi. Onlardan farklı olarak Cumhuriyet’in kurucuları ve aydınları, Osmanlı’nın bir devasa hayat ve yönetim tarzı olarak kapitalizmi kuramadığı için battığının farkındaydı. Zaten o yüzden, daha Cumhuriyet’i ilan etmeden İzmir’de bir ‘İktisat Kongresi’ düzenlediler. Halk kurtulmadan devlet kurtulamazdı.

Fakat kapitalizmi kurma yolunda karşılarına çıkan en büyük iki engel, özel sermaye yokluğu ve eğitimli insan gücü eksiğiydi.

Benzer bir sorunla, bizim Cumhuriyetimizin kurulmasından 60-70 yıl önce hala feodal bir krallık olan Japonya da karşılaşmış ama onlar bu sorunu görece çok kısa sürede aşmıştı. Orada da özel sermaye de yoktu, eğitimli insan gücü de. Ama Japonya kendi Meiji Restorasyonlarına başladıktan 50 yıl sonra ağır sanayisi, borsası, finans kapitali olan bir kapitalist ülke olmakla kalmamış büyük bir emperyalist güce de dönüşmüştü.

Türkiye Cumhuriyetinin Japonya’nın bu performansını gösteremediğini biliyoruz. 

Tek parti tarafından yönetildiği, yani siyasi çatlak sesin olmadığı 27 yılın sonunda, 1950’ye vardığımızda, Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü eğitimsiz ve fakirdi. Ülkede hala açlık vardı. Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde, yani feodal üretim ilişkileriyle yaşamaya devam ediyordu. Koca ülkede üniversite sayısı 10 değildi.

Ama Cumhuriyetin birikimi yine de sıfır değildi; 1952 yılına gelindiğinde ülkemizde ilk kez özel sektör yatırımları kamu yatırımlarını geride bıraktı. Cumhuriyet, bir özel sermaye birikimi ve o sermayeyi verimli hale getirecek bir eğitimli sınıf ortaya çıkarmaya başlamıştı.

Cumhuriyet doğru yoldaydı, ülkede başlayan siyasi bölünmeye rağmen Atatürk’ün ilan ettiği temel hedef (Çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak, hatta geçmek) hala herkesin hedefiydi. Ama gelişme hızı yavaştı.

Bu yavaşlık da, Cumhuriyet’in temel hedefini giderek daha uzağa koyuyordu; çünkü diğer gelişmiş ülkeler ve Yunanistan ve İspanya’dan Kore’ye, hatta son 20-30 yılda Çin ve Vietnam’a kadar başlangıçta bizim kadar fakir, hatta daha fakir olan bazı ülkeler durdukları yerde durmuyor, ileri hareketlerini sürdürüyordu.

Elbette, yaşadığımız onca siyasi ve ekonomik çalkantıya rağmen Türkiye de kendi hedefine varma konusunda durduğu yerde durmadı. 1980’lerin ortalarından itibaren ülkemiz nüfusunun yarıdan fazlası şehirlerle ve büyük yerleşim yerlerinde yaşamaya başladı. Bugün bu oran yüzde 90’ı aşmış durumda. Yani halkımızın ezici çoğunluğu artık gündelik hayatını kapitalist ilişkilerle yürütüyor; Osmanlı’nın 600 yılda bir türlü başaramadığını Cumhuriyet sadece 100 yılda çoktan başardı bile.

Türkiye’yi özellikle Batı Avrupa ülkelerinden ayıran önemli bir fark var: Bizim neredeyse herkesin paylaştığı bir hedefimiz var: Çağdaş uygarlıklar seviyesine gelmek, hatta geçmek… 

Diyelim Avusturya’da, diyelim Fransa’da, diyelim İngiltere’de böyle bir hedeften söz etseniz, yüzünüze boş boş bakarlar. O ülkelerde bu çeşit ulusal hedeflerden söz edilemez. (Ama bu onların tembel olduğu, rekabetçi olmadığı anlamına da gelmez kuşkusuz.)

Herkes tarafından benimsenen ve paylaşılan böyle bir hedefe sahip olmak bizim hem en büyük avantajımız hem de en büyük çıkmazımız.

Neden avantaj olduğu belli; yaptığımız her işte bize motivasyon sağlıyor. Ama aynı zamanda büyük bir çıkmaz: Çünkü bize sürekli geriden geldiğimizi hatırlatıyor, bizi kolayca aşağılık kompleksine sokabiliyor.

Az önce kıyaslamalar yaparak örneklerini verdim. Bizim Cumhuriyetimiz neden bazı başka ülkelere göre daha yavaş kaldı? Ne oldu da, çağdaş uygarlık seviyesini hala bir türlü yakalayamadık?

Birkaç önemli faktör var. Cumhuriyetin 100 yıllık bilançosunu çıkarmaya yarın da devam edelim.

Tayyip Erdoğan, fabrika ayarlarına geri mi döndü?

Tayyip Erdoğan, fabrika ayarlarına geri mi döndü?

7 Ekim sabahı Hamas’ın İsrail’e karşı saldırdığı haberi geldiğinde, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da kendi partisinin olağanüstü kurultayına gitmek üzere evinden çıkmak üzereydi.

Kongrede yaptığı konuşmada Hamas’ı adını vermeden sivillerin öldürülmesini kınadı, taraflara itidal tavsiye etti.

İzleyen iki günde de Erdoğan bu görece yumuşak ve militan olmayan tutumunu sürdürdü. Ama sonra ağır ağır önce Amerika’ya, ardından İsrail’e karşı sertleşmeye başladı. Üç gün önce İsrail’in Gazze bombardımanını eleştirirken bu ülkeyi ‘Devlet gibi değil örgüt gibi davranmak’la itham etti. Dün ise hem bu söylemini keskinleştirdi hem de Hamas için ‘Terör örgütü değil mücahit bir örgüttür’ dedi.

Türkiye, hiçbir zaman Hamas’a ‘Terör örgütü’ demedi zaten. O yüzden Erdoğan’ın ‘Hamas terör örgütü değildir’ demesi yeni bir durumu ilan etmesi anlamına gelmiyor. Ama bunu özellikle vurgulamaya neden ihtiyaç duyduğuna ve 7 Ekimden bu yana tutumunu neden sertleştirdiğine dair pek fazla bir şey bilmiyoruz.

Eskiden gazetecilik bu perde arkası kulis bilgisini bir biçimde elde ederdi, bugün geldiğimiz noktada maalesef Erdoğan’ın (İsrail’in ağır bombardımanının yarattığı vahim sonuçlar dışında) hangi sebeplerle tutumunu sertleştirdiğini, böyle ilave sebepleri olup olmadığını bilmiyoruz.

Merak edilen konu şu: Acaba Tayyip Erdoğan, dış politikada meşhur ‘One minute’ olayından beri sahip olduğu fabrika ayarlarına geri mi döndü, yoksa seçim öncesinden beri sürdürdüğü Batı ile iyi ilişkileri sürdürmeye devam mı edecek?

Bu çeşit olaylarda her zaman olduğu gibi ilk tepki ekonomi cephesinden geldi; İstanbul borsası yüzde 7 düştü. Eskiden olsa çok önemli sayılmayabilirdi bu düşüş ama şimdi milyonlarca insanın (en azından yarısı Ak Parti seçmeni olmalı onların) bir günde servetlerinden kayba uğraması artık ciddi bir şey.

Ama mesele borsanın düşmesinden ibaret olmayabilir. Bugün Merkez Bankası’nın alacağı faiz kararı, eskisinden çok daha önemli hale geldi.

Siyasette ve ekonomide seçim öncesinden alışık olduğumuz ‘heyecanlı’ gündeme geri dönmüş olabiliriz. Birkaç gün dikkatle izlemekte fayda var.

Mahallenin ahlak bekçilerinin linç ettiği adam

Mahallenin ahlak bekçilerinin linç ettiği adam

Diyarbakır’ın merkez ilçesi Sur’da geçen yıl, 3 Nisan 2022’de feci bir olay yaşandı. Anzele Parkı’nda bir adamın bir kız çocuğunun gizlice fotoğrafını çektiği söylentisi, mahallenin ahlak bekçilerini ortaya çıkardı. Onlar da Ergün Arslan adlı bir adamın bu işi yaptığını düşünerek onun üzerine çullandı.

Ergün Arslan feci şekilde dövüldü, kanamalı halde sokaklarda gezdirildi. Tam olarak linç edildi yani ve sonunda da öldü.

Kendi kendine durumdan vazife çıkaran birilerinin kalkıp bir insanı cezalandırmaya soyunması ve sonunda onu öldürmesi zaten başlı başına bir fecaat.

Ama bu fecaatin bir başka boyutu daha var: Linç edilerek öldürülen Ergün Arslan’ın küçük kız çocuğuna yönelik tacizle uzak yakın bir ilgisi bile yoktu.

Önceki gün olayın duruşması vardı ve hem küçük kız hem de babası, fotoğrafı çekenin Ergün Arslan olmadığını söylediler.

Bu olaylar 21. yüzyıl Türkiye’sinde, ülkemizin büyük ve önemli şehirlerinden Diyarbakır’da yaşandı. Maalesef.

Trafikte elektrik çağına girdik nihayet

Trafikte elektrik çağına girdik nihayet

Yakın zamana kadar elektrikli otomobiller trafikte ender rastlanan bir şeydi. Her görüşümde o yüzden hemen dikkatimi çeker, etrafta kimse varsa onlara ‘Bak bu araç elektrikli’ derdim.

Şimdi öyle değil. Oturduğum sokakta iki tane elektrikli araç park halinde. Yolda Togg’dan Tesla’ya elektrikli araçlar görmek, hatta bunların sıkışık trafikte ufak tefek kazalara karıştığına tanık olmak çok sıradan bir olaya dönüştü.

Her gün aracımı park ettiğim otoparkta çok sayıda elektrik şarj istasyonu var ve her zaman hepsi dolu oluyor bunların.

Daha önce bir AVM’nin otoparkına yerleştirilen şarj istasyonu hep boş kalırdı, önceki gün aynı AVM’ye gittiğimde ilave istasyonların kurulduğunu ve hepsinin dolu olduğunu gördüm.

Türkiye’de Togg’la birlikte ciddi bir elektrikli araç patlaması yaşanıyor. Togg’un yarattığı olağanüstü talebi gören yabancı üreticiler, başta Tesla ve MG olmak üzere markalarını çeşitli indirimlerle Türkiye’ye soktular.

Birkaç ay önce İzmir-İstanbul otoyolunda onlarca elektrikli araca rast geldim.

Bunlar güzel şeyler.

Bahçeli’nin koruma kalkanı

Bahçeli’nin koruma kalkanı

MHP’nin gençlik örgütü Ülkü Ocakları’nın eski başkanlarından Sinan Ateş öldürüldü. Bu cinayette rolü olduğu öne sürülen isimlerden biri de, cinayet işlendiği sırada MHP’den Mersin milletvekili olan Olcay Kılavuz’du.

Cinayetin tetikçisini önce gizleyip sonra Ankara dışına çıkarmakla suçlanan bir kişi, Kılavuz ile aynı evde bulunmuştu.

Daha sonra MHP Kılavuz’u yeniden milletvekili yapmadı. O dokunulmazlığını kaybedince de savcılık Olcay Kılavuz’u şüpheli listesine aldı.

Ama dün ilginç bir şey yaşandı: MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Olcay Kılavuz’u makamında kabul etti ve birlikte çektirdiği hatıra fotoğrafını da medyaya dağıttı.

Bu da herhalde dolaylı bir dokunulmazlık kalkanı Olcay Kılavuz’a.