Cumhuriyet’in ilk 100 yüzyılının muhasebesi: Ekonomik kalkınma sadece ekonomiden ibaret değil!
Cumhuriyetimizin 100. yaşını doldurmakta olduğu bugünlerde dönüp bu 100 yıla bakmak, hedeflerin ne olduğunu ve bunların ne kadar başarıldığının muhasebesini yapmak, cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında nelerle uğraşacağımızı bilmek açısından önemli bence.
O yüzden Cumhuriyetin 100 yıl bilançosunu kendi subjektif bakış açımdan yazmaya devam ediyorum. Dün, Cumhuriyetin bize sağladığı en büyük kazanımın son 100 yıldır kesintisiz devam eden barış ortamı olduğunu yazdım.
Bu barış sayesinde, Cumhuriyet kendine koyduğu hedeflere odaklanabildi.
Peki neydi o hedefler? Esasen Osmanlı’nın son 200 yılında neydiyse oydu: Batılı büyük güçlerinki kadar güce sahip olmak, yeniden dünyanın eşit egemen ülkelerinden biri olmak.
Osmanlı bu uğurda Tanzimat reformlarından başlayarak bizi Batıya benzetecek bir dizi reform yapmış ama yine de batmaktan kurtulamamıştı.
Peki bunca reforma rağmen Osmanlı neden batmıştı?
Benim açımdan ‘Osmanlı neden battı’ sorusunun bir basit cevabı var, bir de o cevaba bağlı çok uzun bir açıklama. Basit cevap şu: Osmanlı, kapitalizmi kuramadığı için battı. Kapitalizm çağında feodal bir devletin büyük güçlerin oyun sahasında var olmaya devam etmesi imkansızdı.
Ama kapitalizmi tek başına bir ekonomik düzen diye anlamayın. Bu büyük bir paket. Batı Avrupa’da kapitalizm adım adım, aşama aşama gerçekleşmiş bir şey. İçinde devleti yönetenlerin, yani kralların yönetme meşruiyetinin sorgulanması da var, ki onun ucu eşit vatandaşlık ve demokrasiye varıyor; din dışı (seküler veya laik) yaygın eğitim de var; bilimsel düşünce devrimi de var; özel mülkiyetin bir insan hakkı olarak yerleşmesi de var; özel kişilerin sermaye biriktirmesi ve bunu korumasının güvence altına alınması da…
Tanzimat aydınları, Osmanlı’nın batışıyla ilgili bütüncül bir bakışı yoktu; onlar daha çok Osmanlı’yı ve devleti kurtarmaya çalışıyorlardı, halkı kurtarmakla ilgili değillerdi. Onlardan farklı olarak Cumhuriyet’in kurucuları ve aydınları, Osmanlı’nın bir devasa hayat ve yönetim tarzı olarak kapitalizmi kuramadığı için battığının farkındaydı. Zaten o yüzden, daha Cumhuriyet’i ilan etmeden İzmir’de bir ‘İktisat Kongresi’ düzenlediler. Halk kurtulmadan devlet kurtulamazdı.
Fakat kapitalizmi kurma yolunda karşılarına çıkan en büyük iki engel, özel sermaye yokluğu ve eğitimli insan gücü eksiğiydi.
Benzer bir sorunla, bizim Cumhuriyetimizin kurulmasından 60-70 yıl önce hala feodal bir krallık olan Japonya da karşılaşmış ama onlar bu sorunu görece çok kısa sürede aşmıştı. Orada da özel sermaye de yoktu, eğitimli insan gücü de. Ama Japonya kendi Meiji Restorasyonlarına başladıktan 50 yıl sonra ağır sanayisi, borsası, finans kapitali olan bir kapitalist ülke olmakla kalmamış büyük bir emperyalist güce de dönüşmüştü.
Türkiye Cumhuriyetinin Japonya’nın bu performansını gösteremediğini biliyoruz.
Tek parti tarafından yönetildiği, yani siyasi çatlak sesin olmadığı 27 yılın sonunda, 1950’ye vardığımızda, Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü eğitimsiz ve fakirdi. Ülkede hala açlık vardı. Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde, yani feodal üretim ilişkileriyle yaşamaya devam ediyordu. Koca ülkede üniversite sayısı 10 değildi.
Ama Cumhuriyetin birikimi yine de sıfır değildi; 1952 yılına gelindiğinde ülkemizde ilk kez özel sektör yatırımları kamu yatırımlarını geride bıraktı. Cumhuriyet, bir özel sermaye birikimi ve o sermayeyi verimli hale getirecek bir eğitimli sınıf ortaya çıkarmaya başlamıştı.
Cumhuriyet doğru yoldaydı, ülkede başlayan siyasi bölünmeye rağmen Atatürk’ün ilan ettiği temel hedef (Çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak, hatta geçmek) hala herkesin hedefiydi. Ama gelişme hızı yavaştı.
Bu yavaşlık da, Cumhuriyet’in temel hedefini giderek daha uzağa koyuyordu; çünkü diğer gelişmiş ülkeler ve Yunanistan ve İspanya’dan Kore’ye, hatta son 20-30 yılda Çin ve Vietnam’a kadar başlangıçta bizim kadar fakir, hatta daha fakir olan bazı ülkeler durdukları yerde durmuyor, ileri hareketlerini sürdürüyordu.
Elbette, yaşadığımız onca siyasi ve ekonomik çalkantıya rağmen Türkiye de kendi hedefine varma konusunda durduğu yerde durmadı. 1980’lerin ortalarından itibaren ülkemiz nüfusunun yarıdan fazlası şehirlerle ve büyük yerleşim yerlerinde yaşamaya başladı. Bugün bu oran yüzde 90’ı aşmış durumda. Yani halkımızın ezici çoğunluğu artık gündelik hayatını kapitalist ilişkilerle yürütüyor; Osmanlı’nın 600 yılda bir türlü başaramadığını Cumhuriyet sadece 100 yılda çoktan başardı bile.
Türkiye’yi özellikle Batı Avrupa ülkelerinden ayıran önemli bir fark var: Bizim neredeyse herkesin paylaştığı bir hedefimiz var: Çağdaş uygarlıklar seviyesine gelmek, hatta geçmek…
Diyelim Avusturya’da, diyelim Fransa’da, diyelim İngiltere’de böyle bir hedeften söz etseniz, yüzünüze boş boş bakarlar. O ülkelerde bu çeşit ulusal hedeflerden söz edilemez. (Ama bu onların tembel olduğu, rekabetçi olmadığı anlamına da gelmez kuşkusuz.)
Herkes tarafından benimsenen ve paylaşılan böyle bir hedefe sahip olmak bizim hem en büyük avantajımız hem de en büyük çıkmazımız.
Neden avantaj olduğu belli; yaptığımız her işte bize motivasyon sağlıyor. Ama aynı zamanda büyük bir çıkmaz: Çünkü bize sürekli geriden geldiğimizi hatırlatıyor, bizi kolayca aşağılık kompleksine sokabiliyor.
Az önce kıyaslamalar yaparak örneklerini verdim. Bizim Cumhuriyetimiz neden bazı başka ülkelere göre daha yavaş kaldı? Ne oldu da, çağdaş uygarlık seviyesini hala bir türlü yakalayamadık?
Birkaç önemli faktör var. Cumhuriyetin 100 yıllık bilançosunu çıkarmaya yarın da devam edelim.