Cumhuriyet’in ilk 100 yüzyılının muhasebesi: Eğitim ve sağlıkta kullanılan, kullanılmayan tercihler
Uzun yıllardır aklımda şöyle bir sahne var:
İsmet Paşa ile Atatürk oturmuşlar, Meclis’e sunulmak üzere olan bütçeye son kez bakıyorlar.
Devlet fakir, gelirleri sınırlı. Yurt dışından borç alma ihtimali düşük, ki bunu zaten istemiyorlar. O zamanlar bugünkü Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası, İslam Kalkınma Bankası gibi alt yapı projelerine ucuz finansman sağlayan uluslararası kuruluşlar da yok.
Eldeki kaynakları olabilecek en akıllıca şekilde değerlendirecek, ülkeniz için en iyisini yapmaya çalışacaksınız.
Örneğin eğitim veya sağlığa ayıracağınız biraz fazla pay, ülkenin geleceğini farklı etkileyecek.
Ama öte yandan ülkenin yol yapmaya da, savunmasına para harcamaya da, memurlarına zam yapmaya da ihtiyacı var.
İsmet Paşa ile Atatürk’ün yaşadıkları çaresizliği ve almak zorunda kaldıkları zor kararları hayal etmek bile imkansız aslında. Çünkü yaptığınız veya yapmadığınız her tercihin ülkenin geleceğine önemli bir maliyeti var.
Bir örnek vereyim: Sağlığa biraz fazla yatırım yapılsa ve mesela bebek ölümlerini azaltmayı başarsa Türkiye, nüfusunu çok daha kontrollu biçimde arttıracak. Çünkü çok çocuk sahibi olmanın ana itici gücü, anne-babaların bebeklerini kaybetme korkusu. Bugün bu korku kalmadı, kadın başına doğurganlık sayımız 2’nin altına bile düştü. Oysa erken Cumhuriyet döneminde kadın başına doğurulan çocuk sayısı bir ara 5’in üstüne kadar çıkmıştı. Pek çok aile bebeklerini doğumdan sonra hastalıklarda kaybediyordu.
Bu aşırı hızlı nüfus artışı, Türkiye’nin bütün dengelerini sarstı.
Bir başka örnek eğitimden: Süleyman Demirel, Cumhuriyet’in ilanından tam 1 yıl sonra, 1 Kasım 1924’te Isparta’nın İslamköy adlı fakir köyünde doğmuştu. Onun o köyden çıkıp lise mezunu olması kendi başına bir mucize.
Çünkü genç Cumhuriyet’in ne yeterince ilkokulu vardı, ne ortaokulu ne de lisesi. Daha fenası bu okullarda öğretmen sayısı da sınırlıydı.
Küçük Demirel ilkokulu 5 sınıfın bir arada aynı salonda ve aynı öğretmenden okutulduğu bir köy okulunda bitirdi. O ortamda derse konsantre olmak bile büyük mesele. Fakir ailesi onu ortaokula ve ta Afyon’daki liseye gönderirken çok büyük fedakarlık yapıyordu aslında. Evet, Demirel’e en yakın lise Isparta’da değil, Afyon’daydı.
Ama Demirel bir başka mucizeyi daha gerçekleştirdi, üniversiteye girmeyi de başardı. Bir köylü ailenin çocuklarını üniversiteye göndermeyi düşünmesi başlı başına büyük olay zaten. Ama bundan da büyüğü, o sırada Türkiye’de sadece üç tane üniversite vardı, genç Demirel onlardan birine, İstanbul Teknik Üniversitesi’ne girmeyi başarmıştı.
Bugün Türkiye’nin liselerinden her yıl 1 milyondan biraz az genç mezun oluyor; üniversitelerimiz ise 1 milyondan biraz fazla öğrenciyi kabul ediyor. Oysa Demirel zamanında çocuklarımızın yarıdan azı ilkokula gidiyor, çağ nüfusunun çok daha azı ortaokula devam ediyor, liseye ise sahiden minik bir azınlık gidebiliyordu. Demirel, kendisiyle aynı yaşta olan 100 çocuktan biri olarak üniversiteye giren şanslı azınlıktandı.
Benim annem 40’lı yılların ikinci yarısında Balıkesir Lisesi’nden mezun olmuş. Onun mezuniyet yıllığı Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılmıştı; o yıl Türkiye’nin bütün liselerinden mezun olanlar tek bir yıllığa sığmıştı.
Eğitime ulaşmak çok büyük bir meseleydi.
Tekrar başa dönelim: İsmet Paşa ile Atatürk bütçe üzerinde tercih kullanırken bu sonuçları biliyorlardı. Örneğin iki yeni öğretmen okulu yapmak, bir üniversite daha açmak, eğitime biraz daha kaynak ayırıp yeni binalar inşa etmek… Bunlar gelecekte çok büyük fark yaratacak şeylerdi.
Peki yapmadılar mı yapamadılar mı? Açıkçası şu belli: Yapamadılar…
Kaynaklar son derece sınırlıydı ve ülke bir an önce zengin olmak istiyordu ama öncelik bağımsızlığın korunmasına verilmek zorundaydı.
Atatürk’ün Mussolini’den ve onun siyasi anlayışından daha 20’li yıllarda tedirgin olmaya başlamıştı. Genelkurmay, sürekli İtalya’nın Türkiye’ye saldırması ihtimaline karşı harp oyunları düzenliyordu. Korku gerçekti. Ardından Hitler geldi. Korku daha da arttı. 2. Dünya Savaşı’nın gelmekte olduğunu herkes gibi Atatürk ve İsmet Paşa da görüyordu. Türkiye bu savaşa girmemeli ve bağımsız kalmaya devam edebilmeliydi. İster istemez bütçe tercihlerinde aslan payı savunmaya gitti, Türkiye’nin insan kaynağı yıllarca silah altında tutuldu. (O dönem zorunlu askerliğin 48 aya kadar uzadığı oldu. 20 yaşındaki insanları en enerjik dönemlerinde okulda, fabrikada veya tarlada tutmak yerine kışlada beslemenin ülkeye elbette bir maliyeti vardı.)
Cumhuriyet’i kuranlar ve yönetenler, eğitim ve sağlığa yeterli kaynağı ayıramadılar ama bunu da keyiften değil zorunluktan yaptılar. İzleyen 50’li, 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda da hep bahanelerimiz oldu bu iki alana yeterli yatırımı yapmamak için.
Bu kaynaların zamanında eğitim ve sağlığa ayrılmamasının bedelini bugünkü göreli yoksulluğumuzla ödüyoruz.
Sağlığa daha fazla kaynak ayırsaydık, bugün belki 84 milyon değil 60 milyon kişi paylaşacaktık ekonomik zenginliği.
Nüfus baskısı daha az olsaydı, eğitimi de daha kolay başaracaktık. Bugün Türkiye’nin ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin toplamı 18 milyon kişi. Çoğu ülke nüfusundan fazla.
Milli Eğitim Bakanlığı 3 milyondan fazla insanı istihdam eden devasa değil gangantuan büyüklüğünde bir yer. Hepsi nüfus baskısı yüzünden.
1952’de komünizmden kurtarmaya gittiğimiz Güney Kore, izleyen yıllarda kaynaklarını eğitime ayırması sayesinde bugünkü zengin Güney Kore oldu. Türkiye ise eğitime kaynak ayırmakta çok geç kaldığı ve ne kaynak ayırsanız yetmediği için bugün çoğumuzun elinde ve cebinde Kore yapımı cep telefonları, altımızda Kore yapımı otomobiller, evimizde TV ve buzdolapları var.
Dedim ya, Cumhuriyetin hedefi, ki bu ülkede bu hedefi paylaşmayan kimse yok, çağdaş uygarlık seviyesini yakalamak ve hatta geçmek.
O hedefe ulaşmanın en önemli yolu eğitim.
Daha hala gidecek çok yolumuz var. Cumhuriyetin 100 yılının muhasebesine yarın da devam edeceğim.