Amerikan üniversitesi mahalle baskısıyla imtihanında sınıfta kaldı
Bugünlerde Türkiye’de yüzlerce aile, liseyi bitirecek olan çocuklarını Amerika’nın kimi seçkin üniversitelerine göndermek için harıl harıl faaliyet halinde.
Kimileri çok iddialı ve pahalı danışmanlarla toplantı üstüne toplantılar yapılıyor, ‘essay’ler yazılıyor, sonra yeniden yazılıyor, formlar dolduruluyor, gönderilecek muazzam miktarda paralar hazırlanıyor.
Bütün bu çabanın nedeni belli: Bu varlıklı aileler, çocuklarına daha iyi bir gelecek hazırlamak istiyor, onların dünyanın en iyisi olan üniversitelerde eğitim görmesini sağlamaya çalışıyor.
Gerçekten de, uluslararası kabul görmüş bütün ‘iyi üniversite’ sıralamalarında Harvard, MIT, Stanford, Princeton, Brown, UPenn, USC, UCLA, UC Berkeley gibi okullar ilk sıralarda yer alıyor. Bu ilk sıralardaki Amerikan tekelini kırabilen Avrupa’dan Oxford, Cambridge, ETH gibi okullar, son yıllarda Çin’den bazı üniversiteler var sadece.
Amerika’yı dünya çapında üniversite eğitiminin en iyi olduğu ülke yapan özellikler ise belli: Üniversitede eğitime ve araştırmaya ayrılan muazzam kaynak, dünyanın en iyi akademisyenlerini buraya çekiyor.
Ama bu en iyi akademisyenleri bu ülkeye çeken yegane şey para değil. Bir de Amerikan üniversitesindeki özgürlük ortamı. Adıyla söyleyecek olursak ifade özgürlüğü var. Bu da Amerikan üniversitesinin gücünün son derece önemli bir unsuru.
Ancak son haftalarda Amerikan üniversitesindeki, özellikle de en seçkin üniversitelerdeki ifade özgürlüğü kavramı, hiç beklemediği bir yerden çok ağır ve ciddi bir sınavdan geçiyor.
7 Ekim sabahı Hamas’ın İsrail topraklarına girip düzenlediği ağır katliamdan sonra başlayan çatışma ortamı, Amerikan üniversitesindeki ifade özgürlüğünün yeni sınavı.
İsrail’in Hamas’ın bu katliamına cevabının ne kadar ağır olduğunu aylardır her yerde okuyoruz, görüyoruz zaten. Bu ülkenin kendini katliama karşı savunma hakkını sivil ayrımı gözetmeksizin bir intikama ve başlı başına bir katliama çevirmesi, Batı dünyasında karmaşık tepkilere neden oldu.
Başlangıçta neredeyse herkes, İsrail’in kendini savunma hakkından söz ediyordu. Fakat İsrail’in ayrım gözetmeksizin sürdürdüğü bombardımanların faturası büyüdükçe, İsrail’e yönelik cılız da olsa tepkiler, eleştiriler başladı.
İşte bu eleştiriler, daha ilk andan itibaren hemen ve kolayca ‘Yahudi düşmanlığı’ olarak nitelenmeye başladı. Amerika’da ifade özgürlüğünün kalesi olan Kongre’de Filistin asıllı müslüman bir milletvekili gözyaşları içindeki konuşmasında, çok uzun süredir yaygın bir slogan olan ‘Nehirden denize özgür Filistin’ cümlesini kullandığı için kınandı, özür dileyip sözlerini geri almaya zorlandı. Onun eleştirisini duymak istemeyenler, bu slogandan milletvekilinin İsrail devletinin yok olmasını savunduğu sonucunu çıkarmıştı. (Aynı Kongre geçenlerde siyonizmi eleştirmenin Yahudi düşmanlığı yapmak olduğunu öne süren bir karar da aldı.)
Bu eleştirilerden hatta İsrail karşıtı cılız protestolardan bazı Amerikan üniversiteleri de nasibini aldı. Harvard’da 39 öğrenci bir bildiri yazdı. Bu bildiriye çok kızan bazıları, ‘Yahudi düşmanlığı’ yapıldığını savunup o 39 öğrencinin okuldan atılmasını istedi, öğrencileri fotoğraflarıyla bütün Boston kentine teşhir etti.
Benzer bir protesto, dünyanın en saygın iş idaresi okulu olan Wharton College’ı bünyesinde barındıran Philedelphia’daki UPenn’de de yaşanınca, bu kez üniversiteye her yıl onlarca milyon dolar bağışlayan büyük bağışçıları bu protestoyu engellemediği ve protestocu öğrenciler hakkında disiplin işlemi başlatmadığı için rektör Elizabeth Magill’in istifasını istediler.
Benzer bir protesto eylemli, Boston’da Harvard’ın komşusu olan MIT’de de yaşanınca, birkaç gün önce Amerikan Kongre’sinde özel bir oturum düzenlendi ve bu üç üniversitenin rektörü bir komisyonda sorgulandı.
Sorgulamanın kritik aşaması, Cumhuriyetçi Parti’den New York milletvekili Elise Stefanik’in ‘Bana evet veya hayır diye cevap verin, İsraillilere soykırım çağrısı yapmak sizce disiplin suçu mudur’ demesiydi.
Üç üniversitenin rektörü bu soruya kaçamak, Amerikan muhafazakarlarının sesi The Wall Street Journal gazetesine göre ‘avukatça’ cevaplar verdiler. Sözün söylendiği bağlam (kontekst) önemliydi, eyleme dönüşmemişti bu sözler vs vs.
Cumhuriyetçi milletvekili ise hayli asabiydi, ‘Ne yani bir de eyleme mi dönüşseydi’ dedi, bir süre sonra ‘soykırım’ çıkarımını protestolarda kullanılan ‘intifada’ çağrılarından yaptığını da hepimiz anladık.
Oysa intifada ‘direniş’ demek, soykırım çağrısı değil. Rektörler bunu bile söyleyemedi, ‘Bu protestolar Anayasamızın ek birinci maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğünün bir parçasıdır, üniversite özgürlüğünün ayrılmaz parçasıdır’ diyemedi.
Oysa 3 Temmuz 2000’de Amerika’nın bir başka seçkin üniversitesi olan Columbia Üniversitesi’nin önemli profesörlerinden Filistin kökenli Edward Said, Lübnan sınırından İsrail’in ördüğü beton duvara bir taş fırlattığında da benzer bir kıyamet kopmuş ama o zaman üniversitesi Said’in eyleminin ‘terör’ değil ifade özgürlüğü olduğunu yüksek sesle söyleyip üniversite özgürlüğüne sahip çıkmıştı.
Bugün rektörler bunu yapamadı. Ve üstelik özgürlüğe, barışçı protesto hakkına sahip çıkmamak onları kurtaramadı. UPenn’in üniversitenin zengin bağışçıları tarafından tehdit edilen rektörü Elizabeth Magill dün görevini bırakmak zorunda kaldı.
Bu olayı konjonktürel bir gelişme, gelip geçici bir durum sanmak yanıltıcı olur. Amerikan üniversitesi ciddi zemin kaybetti, bu durum ülkede çok ciddi bir tartışmanın kapısını açtı.
Bizim ülkemiz için son derece lüks kaçan bir şey ifade özgürlüğünü bu seviyede tartışmak, biliyorum. Ama neredeyse bütün ekonomik, siyasi, askeri gücünü bu özgürlük üzerine bina etmiş olan Amerika’da hiç de lüks değil.
Mahalle baskısına ve mahallenin kabadayılarına boyun eğmek, Amerikan üniversitesinde ciddi bir yara açtı. Bakalım bu yarayı kapatabilecekler mi?