16-12-2023
İsmet Berkan

Kimliğini arayan muhalefet: Siyasi sıkışmışlığı açmanın cevabı nerede?

Kimliğini arayan muhalefet: Siyasi sıkışmışlığı açmanın cevabı nerede?

Türkiye ile Azerbaycan için ‘Tek millet iki devlet’ deniyor ya, ben de aynısını Ak Parti ve MHP için söylüyorum: ‘Tek siyaset iki parti…’

Bu iki partinin 2016’dan beri devam eden ittifakı/birlikteliği Türkiye siyasetinin dengelerini fena halde zorluyor.

Dün burada yazmaya çalıştım, Cumhur İttifakı Türkiye’nin geleneksel olarak üzerinde siyaset yapılan hemen hemen bütün alanlarını tekeline almış durumda ve bu alanlarda siyaset yapıyor. Bu alanları öyle bir kapatıyor ki muhalefete şikayet etmekten başka alan bırakmıyor.

Milliyetçilikse en milli onlar, İslamcılıksa onlardan İslamcısı yok. Bağımsız dış politika onlardan soruluyor, kalkınmacılık ve modernleşme yine onlarda, sosyal devlet bile onlarda.

En kapsayıcı kimlik, en popülist söylem, en güçlü lider de orada.

Türkiye’de Cumhuriyet Halk Partisi’nde temsil edilen muhalefet aslında 2002’de Ak Parti iktidara geldiğinden beri bocalıyor, kimlik sıkıntıları yaşıyor ama bu sıkıntı 2016 sonrası çok farklı boyuta evrilmiş durumda.

Türkiye bugün belki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kadar milliyetçi ve Türkçü artık. Düşünün, ülkeyi kuran parti olan CHP son seçim öncesinde ne kadar milliyetçi olduğuna ve ülkeyi bölmek gibi bir plan içinde bulunmadığına dair abdest tazelemek zorunda kaldı.

Bütün bunlar Cumhur İttifakı’nın söylem üstünlüğünden geliyor.

Düne kadar muhalefetin elindeki en önemli koz devletin kötü yönetilmesi ve ekonomik sorunlardı. Ama deprem ilginç biçimde kötü yönetim meselesinin üzerini örttü, ekonomik sorunlar ise yaratılan kısmi rahatlama sayesinde ikinci plana düştü.

CHP uzunca bir zamandan beri kendine kimlik arıyor. Deniz Baykal döneminin önce demokrat, sonra ulusalcı politikaları, Kemal Kılıçdaroğlu’nun 13 yıl boyunca bir o yana bir yana savrularak yaptığı kimlik arayışları, ‘Yeni CHP’ arayışları…

Buralarda aranan bulunamadı ve CHP hala yüzde 25 oy alabiliyor, daha fazla değil.

Şimdi Özgür Özel CHP’ye genel başkan oldu. Yeni bir kimlik arayacağını düşündük ama o şimdilik görevdeki ilk 1,5 ayında eski kimliğe, Deniz Baykal döneminin politikalarına geri döndüğü izlenimi veriyor.

Oysa CHP’nin pek de zorlanmadan yönelebileceği bir başka eski kimliği var: Sosyal demokrat veya demokratik sol kimlik.

Hasan Bülent Kahraman geçenlerde CHP’nin tarihindeki değişimlere ve önündeki ihtimallere bakan bir dizi yazı yazdı, benim burada onların ötesinde bir şey söylemem zor ama şunu not etmeme izin verin: CHP’nin dönüşmesinin ve yeni bir kimlik sahibi olmasının önündeki en büyük engel CHP’nin kendi tarihi.

Bu partiye yeni kimlik vermek, partiyi halkla buluşturup yeniden iktidar olmasını sağlamak için sarf edilen çabaların tarihi 50’li yıllara kadar gidiyor.

O dönem bu konuda ayrıntılı tahliller yapıp sonra da CHP’ye katılan rahmetli Prof. Dr. Turan Güneş’e göre CHP ‘Eşraf ve mütegallibe partisi’ydi. (Yeni nesiller için söyleyeyim, ‘Mütegallibe’nin anlamı ‘Zorba.’)

Yine Turan Güneş’e göre CHP tam da bu sebeple halka uzaktı. Bir şey değişecekse bu değişmeli, parti gerçekten halkın partisi olmalıydı.

Bugün baktığınızda, diyelim Tayyip Erdoğan’ın diyelim başka siyasetçilerin CHP’ye yönelttiği en temel eleştirinin hala bu olduğu görülür. Daha çarpıcısı, bu eleştirinin hala halkta karşılığı var. 

Bugünün CHP’sini İsmet Paşa ile özdeşleştirdiğinizde sokaktaki seçmen ‘Ne saçmalıyorsunuz, İsmet Paşa öleli 50 yıl oldu’ diye düşünmüyor, tam tersine bu eleştiriyi güncel gerçek gibi kabul ediyor.

1960’ların sonu 70’lerin başında aralarında Turan Güneş’in de olduğu Bülent Ecevit liderliğinde bir ekip ‘Eşraf ve mütegallibe partisi’ CHP’yi dönüştürmek için yola çıkmış ve bunu büyük ölçüde başarmıştı. 70’li yıllarda dağa taşa ‘Halkçı Ecevit’ yazılması boşuna değildi; o dönemin CHP’si siyaseti yüksek yargıyla, üniversiteyle veya askerle değil işçi sendikalarıyla ve sivil toplumla işbirliği içinde yapıyordu.

70’lerde CHP’yi dönüştüren bu ekibin önemli isimlerinden Deniz Baykal 90’larda yeniden CHP’yi açıp başına geçtiğinde o CHP’nin öncülü olan SHP’nin sendikalar ve sivil toplumla kurduğu ilişkiyi berhava etti, yerine 28 Şubat etkisiyle Türkiye’nin seçkinleriyle (yeniden ‘mütegallibe’ ile) iş tutmaya başladı. Bunun sonucu 1999 seçiminde CHP’nin yüzde 10 bile alamaması, parlamento dışında kalmasıydı.

2002’de parlamentoya yegane muhalefet partisi olarak girmek Deniz Baykal’ın 1999’dan ders çıkarmasını engelledi, kendini başarılı saydı. Ama değildi. Daha dün kurulmuş Ak Parti bile 80 yıllık CHP’den fazla oy alıp tek başına iktidar olmuştu.

Bugünün CHP’si son 1,5 aydır Deniz Baykal dönemine geri dönüş izlenimi veriyor. Umarım yanılıyorumdur ama aradıkları kimlik bundan 15 yıl öncede değil 50 yıl öncede korkarım.

Mesele CHP ileri gelenlerinin gerçekten halkla temas etmesinde, siyaseti gerçekten halkla birlikte ve halk için yapmasında. Halka tepeden bakıp ‘Biz sizin için en doğruyu biliyoruz zaten’ demek CHP’yi bir yere getirmedi ve getirmiyor.

O yüzden kendine yeni kimlik arayan CHP’nin önce dönüp kendi tarihine bakıp yüzleşmesi gereken şeylerle yüzleşmesi, bütün bunları da cesaretle yapması gerekiyor.

Cumhur İttifakı’nın siyasetin neredeyse her alanını kapsamasıyla oluşturduğu söylem tekelinden çıkmanın yolu ancak CHP’nin kendi geçmişini yerli yerine koymasıyla bulunabilir.

Yoksa, yüzde 48’lik seçmenin 28 Mayıstan beri temsil edilecek yer aradığı muhalefetsiz bir ülke olarak kalmaya devam ederiz.

Yeni genel başkan için 31 Mart yerel seçimi bir fırsattı aslında ama bugün itibariyle baktığımızda bu fırsatı kullanmaya teşebbüs dahi etmediğini, onun yerine daha önce denenip başarısız olunmuş siyasi mühendislikler peşinde koştuğuna tanık olduk.

CHP için vakit hızlı geçiyor.

Türkiye’de arkeolojinin altın çağı

Türkiye’de arkeolojinin altın çağı

İki hafta önce Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy ile bir yemekte buluşan bir grup gazeteciden biriydim. Bakanla ilk kez tanışıyordum ve kendisinden etkilendiğimi itiraf etmeliyim.

Bakan Ersoy hem kültürün hem turizmin bakanı, kendisi zaten dev bir oteller zincirinin sahiplerinden olan bir turizmci. Ama turizme bakışı çarpıcı.

‘Her şey dahil’ ucuz turizmi Türkiye’ye çok şey öğretti belki ama artık Türkiye’nin turizmden elde ettiği katma değeri yükseltme, kendini çok daha pahalıya satma zamanı da geldi. Kaldı ki bu pahalılığın ucuz turizmi yok etmesine de gerek yok, ikisi bir arada olabilir.

Peki pahalı turizm nasıl olacak? İşte orada en geniş manasıyla kültür devreye giriyor.

Operası olmayan bir İstanbul kaç turist çekebilir? Sanat müzeleri olmayan bir İstanbul? Güzel lokantaları olmayan bir İstanbul?

Bunlar hep ‘kültür’ün önemli parçaları, gastronomiden sanata her şey.

Türkiye’nin bir büyük avantajı daha var: Anadolu için hep ‘Uygarlıkların beşiği’ diyoruz ama sergileyebildiğimiz uygarlık sayısı son derece sınırlı.

Bakandan o gün öğrendik, artık Türkiye yılda 700’den fazla arkeolojik kazı yapıyor. Evet, biz Türkiye’de sağ siyasetin, en çok da İslamcı siyasetin antik çağı küçümsemesine, hatta yok etmeye çalışmasına alışığız. Ama bugün Tayyip Erdoğan hükümetinin Kültür Turizm Bakanı her yıl Cumhuriyet tarihi boyunca harcanmış para kadar kaynağı arkeologların emrine veriyor. Efes 150 yıldır kazılıyor, sadece yüzde 3’ünü görüyorsunuz, bakan birkaç yıl içinde yüzde 20’ye çıkmayı hedefliyor.

Bakın Göbeklitepe sadece arkeolojik önemiyle, insanlık ve uygarlık tarihini değiştirici özelliğiyle her yıl yüzbinlerce turisti Urfa’ya çekiyor. Yarın Denizli’nin Hierapolis’i tamamen ortaya çıktığında milyonlar bu şehre akacak.

Türkiye arkeolojisi gerçekten altın çağını yaşıyor. Bakın Karahantepe belki Göbeklitepe kadar, belki ondan da önemli bir arkeolojik buluş.

Savcıya sorsak, ‘Neden adli kontrol uygulamadın?’

Savcıya sorsak, ‘Neden adli kontrol uygulamadın?’

Türkiye 10 gündür Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlunun kullandığı otomobilin çarpması sonrası ölen kurye Yunus Emre Göçer’i konuşuyor.

Kuryeye çarpan Mohammed Hassan Mohamud poliste ifade verdikten sonra savcılık talimatıyla serbest bırakıldı. İki gün sonra da uçağa binip Türkiye’den ayrıldı.

Ölümlü olmayan bir trafik kazasında Mohammed Hassan Mohamud’un tutuklanmasını bekleyenlerden değilim, çünkü o sırada Yunus Emre Göçer hastanede yaşam savaşı veriyordu.

Ama kazayı yapan kişinin yabancı uyruklu olması nedeniyle savcının hiç değilse geçici bir süre için adli kontrol uygulamasını beklemek çok da aykırı bir şey değil. Örneğin pasaporta elkoymak gibi. Bu yapılamıyorsa yurt dışına çıkış yasağı getirmek gibi.

Günlerdir konuştuğumuz konunun tam da merkezi bu çünkü. Gerçekten merak ediyorum: Acaba savcı bu tedbirlerin hiçbirini almamaya neden ve nasıl karar verdi?