28-12-2023
İsmet Berkan

Çelebi, böyle olur bizde entelektüel kavgası dediğin: Kendi filmlerinin trajik kahramanları

Çelebi, böyle olur bizde entelektüel kavgası dediğin: Kendi filmlerinin trajik kahramanları

Türk sinemasının, Türkiye’de ekrana yansıyan görüntüler ve seslerle hikaye anlatıcılığının büyük bir atılım içinde olduğuna kuşku yok.

Gerek televizyon dizisi endüstrisinin artık dev bir sektör olması, gerekse sinema pazarının büyüklüğü Türkiye’yi hikaye anlatıcılığı alanında dünyada önemli bir konuma getirmiş durumda.

Bu devasa ve son derece önemli gelişme hikaye anlatıcılığını sadece büyütmüyor, derinleştiriyor da.

Derinleşmeden kastım, bu denli büyüyen pazar içinde her türden anlatıcıya yer açılması, her hikaye anlatıcının kendi izleyicisini bulabilmesi.

Benim ilk gençlik yıllarımın hikaye anlatma ortamına göre gerçekten çok büyük ve önemli bir değişim bu. Ben ve yaşıtlarım sinemayı Amerikalı, İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan anlatıcılardan gördük ve sevdik. Oysa bugün kendi içimizden kendi hikayelerimizi izliyoruz. Her beğeniye hitap eden hikayeler, karakterler ve yapımlar var. Bence hiç küçümsenmemesi gereken çok büyük bir zenginlik bu.

İşte bu ortamda son 20 yılda ortaya çıkan çok sayıda önemli isim oldu kaçınılmaz biçimde. Bazıları artık dünya çapında üne, hatta ünü geçtim kendilerini çılgınca seven ‘fan’lara sahip oyuncular. Bazıları yazdığı öyküler sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok yerinde de kullanılan, bu anlamda evrensel öyküler kaleme alan yazarlar, senaristler. Ve bir de Fransızların ‘auteur’ dediği, yöneteceği filmi de yazan yaratıcılar elbette.

Bu son kategori içinde yer alan, evrensel anlamda geçerliliği olan filmler çeken çok sayıda önemli yaratıcısı var Türkiye’nin. 

O büyük ve önemli yaratıcılar grubunda yer alan iki isim, Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz son günlerde oldukça sert ve sevimsiz bir polemik yaşıyor.

Hikaye anlatıcılığı insan var olduğundan beri vardı ama modern anlamda roman sanatı ve 20. yüzyılın icadı olan sinema (ve TV dizileri) 18. yüzyıl sonundan itibaren modernizme tepki olarak doğan felsefi bir akım olan romantizmin ortaya çıkardığı ürünler (Müzik de öyle).

Bu yeni tür hikaye anlatıcılığı merkezine insanı ve insan karakterini aldı. İster dev bir eser olsun, ister gençler için yazılmış bir fantezi veya aşk romanı, her roman bize insanı anlatır. Aynı şey sinema ve diziler için de geçerli. Biz o filmleri veya dizileri içinde anlatılan insanlar için seyrederiz, beğeniriz veya beğenmeyiz. Bir hikaye, bir olaylar dizisi izlediğimizi sanırız ama aslında izlediğimiz hep bir karakterin yolculuğudur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın çok sevdiğim sözüyle ‘İnsan talihinin zalim imkânları’dır bizi bu filmlere dizilere çeken şey.

Nuri Bilge Ceylan da, Zeki Demirkubuz da, bu anlamda neredeyse 19. yüzyılın bazı dev romancıları gibi bize insanı en trajik, en çarpıcı, en yalın haliyle anlatmak isteyen büyük sinemacılar.

Üstelik filmlerinden bize geçen bir samimiyet var: Onlar filmlerini milyonlar seyretsin ve filmlerden çok para kazanılsın diye çekmiyor; aksine bu büyük yeteneklerini her zaman kendi kişisel arzularını ve anlatmak istedikleri şeyi anlatmak için kullanıyorlar. Az ya da çok seyredilmek onlar için ikinci planda; önce kendi öykülerini, dertlendikleri durumu anlatmak istiyorlar.

Film yaparken sahip oldukları bu samimiyet de az veya çok seyircilerine de geçiyor. Her iki yönetmenin de artık kendi seyirci kitlesi var.

Bu son, itiraf edeyim artık çirkinleşmeye başlayan, polemik sayesinde öğreniyoruz ki bu iki isim bir zamanlar ahbapmış, sohbet eder, fikir paylaşır, en azından gördüklerinde birbirlerine selam verirmiş. Ama 2006 yılında her ne olduysa bir şey olmuş, artık konuşmamaya başlamışlar.

Peki ne olmuş? Bunu henüz tam olarak bilmiyoruz. Amerikan filmlerine özgü türden, seyircide hiçbir kuşkuya yer bırakmayan bir keskin ayrı düşme anı mı var, yoksa bu ayrılık iki yönetmenin kendi filmlerinde anlatmayı seçtiği türden karakterin ağır ağır değişimi sonucu mu yaşanmış, bunu da bilmiyoruz henüz. Veya tam olarak anlamadık.

Ama anlaşılan etrafları bu ayrılığın (sebebini tam olarak bilmese de) farkında ve yıllardır bu konu durup durup konuşuluyor, en azından merak edilmeye devam ediyor.

Derken Nuri Bilge Ceylan yıllar ve yıllar sonra bu ayrılıkla ilgili bir miktar şey yazdı. Yazdıkları bizler için çok net değildi ama anlaşılan Zeki Demirkubuz’u kızdırdı.

Burada bir açıklamada bulunayım, okuyucunun bilmesinde fayda var: Nuri Bilge Ceylan ile birkaç kez sohbet etmişliğim var, Zeki Demirkubuz ile ise hiç tanışmıyorum. Yani sonuç olarak her iki karakteri de aslında çok uzaktan, sadece dışarıya yansıyan ‘persona’larıyla biliyorum, başka bir derin ve içeriden bilgiye sahip değilim.

İki karakter arasındaki farklar bu uzaktan bakışta son derece keskin aslında. 

Nuri Bilge Ceylan filmleriyle, fotoğraflarıyla, öyküleriyle konuşan; medya önüne çıkmaktan, kendisi ve hatta sanat anlayışıyla ilgili açıklama yapmaktan hoşlanmayan bir karakter. Ama imajı konusunda son derece dikkatli olduğu, başkaları tarafından nasıl algılandığına önem verdiği seziliyor. Kendisini derin ve insanları biraz yukarıdan bakarak gözleyen ama gözlemleri de son derece keskin bir sanatçı olarak konumluyor. Bu uzak ve mesafeli tutuma rağmen başkaları tarafından beğenilmek, saygı duyulmak, farklı bir konuma yerleştirilmek belli ki Nuri Bilge Ceylan için önemli. 

Buna karşılık Zeki Demirkubuz, daha az derin olmamasına rağmen daha deli dolu, daha sokak çocuğu, daha az kontrollu, kendi imajını, tarihe nasıl geçeceğini daha az önemser gibi duruyor. Kolay sinirleniyor, sinirlendiğinde sahiden sinirli oluyor, içindeki öfkeyi dışa vurmaktan hiç çekinmiyor. Ama yine de başkaları tarafından nasıl algılanıp konumlandırıldığı da, başkaları tarafından beğenilip beğenilmediği de onu belli ki yakından ilgilendiriyor.

Birbirine bu kadar zıt iki karakterin dostluğu imkansız değil ama kavgası daha kolay. Şimdi bu iki karakterin kavgasını elimize çekirdeklerimizi almış hep birlikte izliyoruz.

Peki bu bir entelektüel kavgası mı? Kavgayı edenler önemli sanat insanları gerçi ama kavganın entelektüel olmakla ilgisi sınırlı. Daha çok iki karakterin yıllar içinde birbirlerine karşı biriktirdiği öfkenin her karakterin kendi üslubunca dışa vurulmasını izliyoruz.

Bu kavgayı izlerken aklıma şu geldi: 

Pablo Picasso ile Georges Braque hem iki dost, hem de iki rakipti. Kübizm akımını sahiplenmek konusunda yarışıyorlardı. Bir gün iddiaya girdiler; ikisi ayrı ayrı stüdyolarına kapandı, çok sayıda resim yaptı. Dışarı çıktıklarında iki ressamın resimlerinin birbirine hem bu kadar çok benzemesi hem de bu kadar ayrı olması 20. yüzyılın en çarpıcı modern sanat olaylarından biri oldu (Yıllar önce iki ressamın bu eserlerinin yan yana sergilendiği bir sergiyi gezmiştim, unutulmaz bir deneyimdi. Bu konuda birkaç kitap var, meraklısına şu linkteki kitabı öneririm).

Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz, aynen Picasso ile Braque’ın yaptığını yapabilir ve aralarındaki kavgayı kendi bakış açılarıyla birer filme dönüştürebilir aslında. Her ikisi aynı hikayeyi kendi bakış açılarından ama kendi yazacakları karşıt karaktere gösterecekleri dürüstlükle anlatabilir.

Ve ortaya muhteşem, üstelik de birlikte seyredilmesi gereken iki film çıkabilir.

Anayasa Mahkemesi kararı yine uygulanmadı

Anayasa Mahkemesi kararı yine uygulanmadı

Açıkçası beklediğim oldu; İstanbul’daki 13. Ağır Ceza Mahkemesi Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’la ilgili kararını uygulamak yerine topu yeniden Yargıtay’ın oyun sahasına attı.

Bizde hep böyle: Bir şeyi yaparken son derece basit hareketler yapıyoruz ama iş bir şeyi bozmak olduğunda meseleyi içinden çıkılmaz hale getirmekte üstümüze yok.

13. Ağır Ceza 25 Ekimde Anayasa Mahkemesi Can Atalay’la ilgili ilk kararını verdiğinde de topu Yargıtay’a atmıştı. Ama Yargıtay mahkemenin verdiği kararı beğenmedi, hatta ‘Bu bir karar bile değil, karar verin’ dedi. Bunun üzerine mahkeme elindeki Gezi Davası dosyasını çuvallara doldurarak Yargıtay’a gönderdi. 3. Ceza Dairesi ancak bundan sonra o meşhur ‘AYM kararını uygulamıyorum’ diyen kararı aldı.

Bugün Anayasa Mahkemesi yeniden Can Atalay dosyası için 13. Ağır Ceza’yı görevli saydı, ama artık bu mahkemenin arşivinde bile Can Atalay dosyası yoktu.

Peki şimdi Can Atalay’la ilgili kararı kim verecek? 

Hayal bu ya, Anayasa Mahkemesi’nin ‘yetkisiz’ dediği 3. Ceza Dairesi AYM’nin Atalay kararını uygulamaya kalksa ve onu serbest bıraksa bu karar ‘hukuka uygun’ mu olacak? AYM zaten söylemiyor mu; 3. Ceza Dairesi’nin işi değil Can Atalay’ı yeniden yargılamak.

Ama bu zaten bir hayal. Ben 3. Ceza Dairesi’nin geri adım atmasını ve ‘Hay Allah biz kasım ayında yanlış karar vermişiz’ demesini beklemiyorum.

Dolayısıyla Adalet Bakanı’nın bile çıkıp ‘Uygulanmalı’ dediği karar büyük olasılıkla uygulanmayacak; çünkü 13. Ağır Ceza Mahkemesi uygulamayı reddetti; Yargıtay da kabul etmeyecek.

Aklıma gelen tek yol şu: 3. Ceza Dairesi yeniden yargılama olasılığını değerlendirmesi için elindeki Can Atalay dosyasını olduğu gibi 13. Ağır Ceza’ya geri gönderebilir, o zaman 13. Ağır Ceza yeniden karar almak zorunda kalır.

Görüyor musunuz, Can Atalay’ın kıymetli özgürlüğü Kafka’nın Şato’sunun koridorlarında nasıl kaybolup gidiyor…

Seçimde asgari ücret baskısına hazır mısınız?

Seçimde asgari ücret baskısına hazır mısınız?

Türkiye’nin en büyük toplu iş sözleşmesi dün yapıldı; asgari ücret belirlendi. İşçi statüsünde çalışanların yarıdan fazlasını ilgilendiren bir şey asgari ücret ve bu ücret belirlenirken işçi kesimi ancak sembolik olarak temsil ediliyor, masada hayır deme gücü yok, çünkü hükümet isterse ücreti tek başına da belirleyebiliyor.

Asgari ücrete yüzde 49 zam geldi, 17 bin lira oldu. Olur olmaz da tartışması başladı: Bu zam geçmişin reel ücret kaybını telafi etmiyor, geleceğin olası reel ücret kaybını ise hiç etmeyecek.

Geçen yılın ortasında asgari ücrete zam gelmişti. O zamdan bu yana kabaca yüzde 38 enflasyon daha yaşadık. Yani şimdi gelen zam geçmişi bir ölçüde telafi ediyor. Ama hükümet zammın geçmiş için değil gelecek için verildiğini söylüyor ve 2024’te yüzde 40 enflasyon olacağını ilan ediyor.

Ama asgari ücretle çalışanlar öyle hissetmiyor, zammı geçmişin telafisi olarak algılıyor, geleceğin refahı olarak değil.

Zaten zam pek fazla refah da sağlamıyor. İyimser hesapla bile yapılsa iki ay sonra asgari ücretli yeniden açlık sınırının altına düşecek.

O yüzden 31 Martta yapılacak seçim öncesinin önemli bir gündem maddesi asgari ücrete yıl içinde bir kez daha zam yapılması talebi olacak gibi duruyor.

Bakalım hükümet bu baskıya nasıl cevap verecek, yılı zamsız geçirmekte ısrar edecek mi?