29-12-2023
İsmet Berkan

Orantısız güçle yapılan kültür savaşı

Orantısız güçle yapılan kültür savaşı

Bugün 29 Aralık. İki gün sonra 2023 yılı bitecek, 2024’e gireceğiz.

Bir yılın bitip bir başka yıla girilmesi tümüyle anlamsız bir şey. Dünya adı verilen gezegenin Güneş’in etrafındaki bir turunu tamamlaması ne evren açısından anlamlı ne de aslında biz insanlar açısından.

Ne var ki, insan var olduğundan beri yeni günü, yeni ayı ve yeni yılı işaretlemek istemiş. Bu bizim sayma merakımızla ilgili bir şey. Yoksa dünya dönmeye devam ediyor ve uzayda bu an nerede olduğunun çok da fazla önemi yok.

Takvim, aynen saat gibi, insan icadı bir şey. Biz kendimizce hayatı kolaylaştırsın diye bir şey icat etmişiz, sonra da onun esiri olmuşuz.

İnsanın kendi icadı olan ve sonra da esiri haline geldiği bir başka şey de kültür.

Belki insan icatlarının en faydalısı kültür; sayesinde insanlık bugünkü uygarlık seviyesine gelmiş.

Ama sanmayın ki insanlık sadece, tek bir kültür yaratmış. Hayır, birden çok fazla kültür var ve bu kültürlerin birbirlerine üstünlük kurma, hatta egemenlik kurma mücadelesi de insanlık kadar eski. Herkes kendisininkinin daha iyi olduğunu düşünüyor, ötekinin kültürünü kötü/sakıncalı buluyor, onu yok etmenin yollarını arıyor.

‘Kültür savaşı’ kavramı 19. yüzyılda Almanya’da ilk olarak kullanılmış. O zamanın ‘Kulturkampf’ı bugünün ‘Kültür Savaşı’ndan farklı gerçi, ama bu da doğal: Kültür olduğu yerde duran bir şey değil, insan yaşadıkça o da yaşıyor, gelişiyor, değişiyor.

Dünyanın her yerinde ‘kültür savaşı’ aynı zamanda bir siyasi mücadele olarak yaşanıyor, ama herhalde ülkemizde ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan kültür savaşları en şiddetli ve yaygın olanları.

Kültür dediğimiz şey hayatın ve insan düşüncesinin her alanını kapsadığı için ‘kültür savaşı’ denen şeyin de tek bir cephesi yok; savaş aynı anda çok sayıda cephede devam ediyor.

İşte bu cephelerden biri de yılbaşını kutlamak veya kutlamamak.

Başta söyledim, yılbaşı dediğiniz an, gayet rastgele seçilmiş bir an. Çok rahat en uzun gecenin yaşandığı 21 Aralık yılbaşı olarak seçilmiş olabilirdi mesela; yeni yılla birlikte geceler de kısalmaya başlardı, bir anlamı olurdu. Benzer şekilde, yeni yıla geçiş anı için 21 Haziran gece yarısını da seçmiş olabilirdik; o zaman da en uzun gündüzün sona ermesini kutluyor olurduk. Tabii bu dediklerim dünyanın Kuzey Yarımküresi için. Güneyde durum tam tersi olurdu.

Yıl başını, daha doğrusu yeni yılın gelişini kutlayalım mı kutlamayalım mı?

Türkiye’nin bazı dindar muhafazakarlar (buradaki ‘bazı’ kelimesine dikkat!) uzunca bir süredir yılbaşını kutlamanın ‘Hıristiyan icadı’ olduğunu, dinen uygun olmadığını iddia ediyor.

Bunlar marjinal grup ve kişilerden ibaretken benim açımdan bir ‘renk’ti, bir çeşit ‘eğlence’ydi açıkçası.

Ama korkarım renk olmaktan da, eğlence olmaktan da çıktı artık bu durum. Çünkü bu marjinal görüş artık resmi devlet tutumu.

Bakın bugün günlerden cuma. Mübarek cuma sebebiyle bugün belki milyonlarca cuma mesajı paylaşılacak gruplarda, sosyal medyada, her yerde.

Tamam bugün cuma, ama hangi takvime göre? O kızılan ‘Hıristiyan takvimi’ne göre. 

Yani bugün aslında Müslümanların cuması değil, Hıristiyanların cuması. Ama Müslümanlar kutlayacak. Hem de dünyanın her yerinde.

Ve bugün Diyanet İşleri Başkanlığının cuma hutbesinde yılbaşını kutlamanın ne fena bir şey olduğu anlatılacak.

Peki ama neden fena bir şey? İslam dini yılbaşını veya herhangi bir şeyi kutlamayı yasakladığı için mi? Hayır, konunun dinle ilgisi yok. Kitapta böyle bir şey yazmıyor.

İslam hiçbir şeyi kutlamıyor mu? Elbette kutluyor. Ramazanı, bayramları kutluyoruz. Hem ibadet ediliyor, hem de neşeli kutlamalar yapılıyor. İslam gülmeyi, neşelenmeyi, sevinmeyi yasaklayan bir din değil ki…

Peki dinen önemli günler dışında hiçbir şeyi kutlamamalı mıyız? Yoo, böyle bir kısıt da yok bildiğim İslam’da. İnsanların doğum günlerini, evlilik yıldönümlerini neşeyle kutlamasını yasaklayan bir dini emir ben bilmiyorum.

Peki o zaman, dediğim gibi aslında rastgele bir gün olan yılbaşını kutlamak neden ‘günah’ olsun? Allah’ın koymadığı bir günahı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu hutbeyi hazırlayan, onaylayan isimleri hangi yetkiyle koyuyor?

Konunun dinle uzak yakın hiçbir ilgisi yok. Konu aslında kültürel. Ama nedense Diyanet İşleri Başkanlığı konuya müdahil olma ihtiyacı duyuyor.

Hemen birileri çıkıp ‘Ama din de kültürün bir parçası’ diyecek. Evet parçası, ama başka binlerce şeyle birlikte parçası.

Kültür savaşının bir tarafı bu savaşında devlet gücünü kullanmaya başladığında orantısız güç kullanmış oluyor.

Biz bu orantısız güç kullanımını tarihimizde defalarca yaşadık. Kendisine orantısız güç kullanılan kesim o zamanları hep ‘zulüm yılları’ diye hatırladı.

Korkarım bugünler de ileride başkaları tarafından benzer şekilde hatırlanacak.

Bu kısır döngüyü kırmak belki imkansız ama hiç değilse alanını sınırlamak mümkün olmalı.

Başka her şey bitti, fethedilecek son kale olarak yılbaşı mı kaldı?

Yargının Anayasal düzene karşı yaptığı darbe yapanın yanına mı kalacak?

Yargının Anayasal düzene karşı yaptığı darbe yapanın yanına mı kalacak?

Türkiye İşçi Partisi’nden 14 Mayısta milletvekili seçilen Can Atalay açısından milletvekili mazbatasını aldığı gün durum son derece basitti. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nden aldığı 18 yıllık mahkumiyetle ilgili dosya o sırada Yargıtay 3. Ceza Dairesi incelemesindeydi. İlgili daire daha önceki kararlarını hatırlasa Atalay’ın dosyasını ayırıp onu tahliye edebilir, Gezi davasında geri kalan kişilerin dosyalarını görüşmeye devam edebilirdi.

Hayır, böyle yapılmadı. 3. Ceza Dairesi Anayasa Mahkemesi’nin geçmişte verdiği kararları, hatta geçmişte kendi verdiği kararları ve Yargıtay Ceza Daireleri’nin içtihat niteliğindeki son kararını göz ardı etti, Can Atalay’ı yargılamaya devam etti ve yerel mahkemenin kararını onadı. Can Atalay’ı tutuklu olmaktan çıkarıp ‘hükümlü’ haline getirdi.

Bu aşamada bir hukuk krizinden söz edilebilirdi ama henüz darbe yapılmamıştı. Ancak Can Atalay’ın durumu açısından alınan bu karar henüz atılan birinci düğümdü.

Derken Anayasa Mahkemesi 25 Ekimde Can Atalay’ın derhal serbest bırakılmasını istedi. Buna ilişkin kararını da muhatap olarak ilk derece mahkemesi olan 13. Ağır Ceza’ya yolladı. İstanbul’daki 13. Ağır Ceza ‘Bu dosya benden çıktı, Yargıtay’da’ dedi, karar almayı ve en önemlisi Can Atalay’ı tahliye etmeyi reddetti. Bu ilk düğümün üzerine atılan ikinci düğüm oldu.

Anayasal düzene karşı darbe başlamıştı; çünkü bir mahkeme Anayasa Mahkemesi kararını uygulamıyordu.

Ardından Yargıtay 3. Ceza Dairesi toplandı ve Anayasa Mahkemesi kararına uymamaya karar verdi.

İşte bu Anayasal düzene karşı tam darbe oldu; çünkü anayasa Mahkemesi kararını fiilen uygulamamanın ötesine geçti Yargıtay 3. Ceza Dairesi, eylemli kalkışmada bulundu. Bu Atalay dosyasının üzerine atılan üçüncü düğümdü.

Anayasa Mahkemesi yeniden karar aldı. Bu kez oy birliğiyle İstanbul 13. Ağır Ceza’nın ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin Anayasanın 148. maddesini çiğnediğine hükmetti. Evet, oybirliğiyle.

Şimdi bu karar da uygulanmıyor.

Can Atalay dosyasının üzerine atılan üç düğümü çözmek kolay değil. Çünkü düğümleri kimin çözeceği belli değil. İstanbul’daki mahkeme ‘düğümü ben atmadım ki ben çözeyim’ diyor, topu Yargıtay’a atıyor. Yargıtay ise Anayasa Mahkemesi’nin son kararına göre bu konuda yetkisiz. Düğümü çözmeye kalkacak olsa bile (olmaz ama) yetkisi tartışmalı.

Böylece Anayasal düzene karşı yapılan darbe neredeyse bir faili belirsizliğe itiliyor; çünkü ortada üst üste atılmış üç düğüm var.

Düğümü kim çözebilir?

Hiç kuşkusuz Meclis çözebilir. Bir yasa, hatta Anayasa değişikliği yapılır, AYM’nin Can Atalay kararının uygulanması sağlanır.

Bir başka çözüm makamı Hakimler Savcılar Kurulu, HSK. Onlar toplanır, Yargıtay 3. Ceza Dairesi hakimlerinin ve İstanbul 13. Ağır Ceza heyetinin tamamını ‘Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamadıkları için’ açığa alıp yerlerine yeni heyetler belirleyebilir. Yeni heyetler de Can Atalay kararını uygular, darbe sona erer.

Aklıma gelen iki yolun da ucu Tayyip Erdoğan iktidarına değiyor, onun kontrolunda olan alanlarda.

Bakalım ne olacak…

Ak Partililer yüksek sesle konuşmadıkça…

Ak Partililer yüksek sesle konuşmadıkça…

Dün akşam Adalet ve Kalkınma Partisi’nin önde gelen isimlerinden birinden bir WhatsApp mesajı aldım. Geçmişte yaptığı bir şeyi anlatan eski bir Tweet’ini göndermişti. ‘Ne alaka’ diye düşünmeye kalmadan neden yolladığını da yazdı: 10Haber’de gördüğü bir haber üzerine bu aklına gelmişti.

Haber Tele1 TV kanalının bu kez Yılmaz Güney ve sinemasının tartışıldığı bir program yüzünden ceza alması hakkındaydı. Ak Partili tanıdığım bu cezayı ne kadar yadırgadığını anlatmak istiyordu.

Kendisine cevaben yazmadım ama burada yazacağım: Kendi adıma, ben bugün iktidar yetkisi kullanan ve bunu yaparken de kendi marjinal dünya görüşlerini hayata geçiren pek çok kişinin davranışlarının Ak Parti’nin çoğunluğu tarafından tasvip edildiğini düşünmüyorum.

O çoğunluk ne düne kadar Süleyman Soylu’nun davranışlarını tasvip ediyordu ne Berat Albayrak’ın. Bugün de RTÜK’ün veya Diyanet İşleri Başkanı’nın davranışlarının tasvip edildiğini sanmıyorum.

Ne var ki bu kişiler itiraz da etmiyor, seslerini yükseltmiyorlar, örneğin MKYK’da Tayyip Erdoğan’a aktarıp uygulamaları eleştirmiyorlar.

Böyle olunca da bu davranışların onlar tarafından da onaylandığı sonucu ortaya çıkıyor.