03-01-2024
İsmet Berkan

Riyad skandalının sorumlusu kim: Federasyon mu, Fenerbahçe mi?

Riyad skandalının sorumlusu kim: Federasyon mu, Fenerbahçe mi?

En üste Türkiye Futbol Federasyonu’nu yazın… Hemen altına geçen yılın lig şampiyonu Galatasaray’ı ve kupa şampiyonu Fenerbahçe’yi…

En genci olan Futbol Federasyonu’nun bile 100 yaşında olduğunu unutmayın. Bunlar Türkiye’nin sayılı ve saygın kurumları.

Üstelik çok da büyükler. Bu üç kurum her yıl yüzlerce milyon doları bulan devasa bütçeler harcıyor.

Galatasaray ve Fenerbahçe her yıl onlarca yerli yabancı futbolcu, basketbolcu, voleybolcu transfer ediyor. Bu transferlere bazı yıllar dehşet verici büyüklükte paralar ödeniyor.

Bu iki kulübün kasasında duran sporcu sözleşmelerinin toplam rakamı muazzam büyüklükte.

Dolayısıyla bu kulüpler bazıları kadrolu bazıları sözleşmeli bazıları da gönüllü oldukça geniş bir avukat ordusuyla çalışıyor. Bunca çok sayıda sözleşme hazırlamak, konu çoğu zaman uluslararası hukuka da dokunduğu için hiç kolay değil, ciddi uzmanlık gerektiriyor.

Futbol Federasyonu da, kulüpler kadar çok sayıda olmasa da ciddi bir avukat ordusuyla çalışıyor. Federasyonun gerek uluslararası ticaret hukukuna, gerekse uluslararası spor hukukuna dokunan çok sayıda sözleşmesi var, her yıl bunlara yenileri ekleniyor. Benzer şekilde Avrupa Futbol Federasyonları’nın üst organı UEFA adına ve UEFA ile birlikte çok sayıda hukuki uygulama niteliğinde işlem de yapıyor federasyon.

Yani gerek kulüplere başkan ve yönetici olacak, gerekse federasyona başkan ve yönetici olacak kişilerin en azından avukatlarla nasıl konuşulacağını, avukatlarla çalışmayı bilen insanlar olması şart.

Konumuz geçen cuma günü Riyad’da yaşanan ve sadece Türkiye değil dünya spor tarihine de giren ağır skandal. Bir kupa final maçı oynanamadı ve hala ne zaman nerede oynanacağı da belli değil.

Skandalın yaşanmasına neden olan sebepleri tekrar edecek değilim, cumartesi günü bunları yazdım zaten.

Bugün skandalın üzerinden beş günden fazla zaman geçmiş durumda ve tek bir kişi bile olayların sorumlusu olarak ortaya çıkmış, hesap vermiş değil.

Sosyal medya ve medya aracılığıyla sanki skandal Suudi Arabistan’ın Atatürk karşıtı katı ideolojik tutumu yüzünden yaşanmış gibi bir hava yaratılıyor, böyle bir imaj pompalanıp kamuoyu yanıltılmak isteniyor ama durum bu değil.

Daha açık söyleyeyim: Skandalın yaşanmasının sebebi ve sorumlusu Suudi Arabistan değil. Skandalın sebebi hukuk bilmeyen veya tanımayan, sözleşme hukukuna canı istediğinde yok muamelesi yapmayı alışkanlık haline getirmiş olan Türkiye Futbol Federasyonu ve kulüp yönetimleri.

Cumartesi günü de yazmıştım; Suudi Arabistan’ın futbol yöneticileriyle aylar önce yapılan sözleşmeye Atatürk’le ilgili maddeler yazılmış olsaydı veya stadyumun içinde sağlanacak güvenlik dahil her şeyin yegane yetkilisinin Türkiye Futbol Federasyonu olacağı, maçın Türk federasyonunun sanki Türkiye’de oynatacağı bir maçmış gibi yapılacağı açıkça yazılmış olsaydı cuma günkü skandal yaşanmazdı.

Bunları yazmayıp Suudi futbol otoritesinin maçı FIFA kuralları gereği oynatması kabul edilince durum değişti. Evet bu kupa maçı Futbol Federasyonu’nun ‘yerel’ bir maçıydı, ama maçta yerel kuralların uygulanması konusunda hiçbir pazarlık yapılmamış, FIFA kuralları geçerli sayılmıştı (Zaten Türkiye’nin kendi yerel kurallarını veya esnekliklerini Türkiye dışındaki bir sahada uygulayıp uygulayamayacağı da spor hukuku bakımından son derece tartışmalı).

Yaşanan olayların en kritik noktalarından biri şu:

Maçtan iki gün önce Fenerbahçe sahaya ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ yazan bir pankartla çıkmak ve maç öncesi ısınırken de üstünde Atatürk resmi olan tişörtlerle sahada olmak istediğini Türkiye Futbol Federasyonu’na bir yazıyla bildiriyor.

Bu Türkiye’de oynanan maçlar açısından sıradan bir uygulama. Dün Fenerbahçe kulübü yöneticilerinden bilgi almaya çok uğraştım, federasyonun Sarı Lacivertlilerin bu talebine ne cevap verdiğini öğrenemedim. Zaten üç ihtimal var: 1. Federasyon ‘Tamam, çıkabilirsiniz’ demiş olabilir; 2. Federasyon hiçbir cevap vermemiş olabilir; 3. Federasyon ‘Durun bir Suud yetkililere sorup size geri dönelim’ demiş olabilir.

Ancak bir şey son derece net: Federasyondan Fenerbahçe’ye ‘Hayır, o pankartla ve Atatürk tişörtüyle sahaya çıkamazsınız’ diyen bir red cevabı gelmemiş. Gelmiş olsa kriz maçtan iki gün önce, Riyad’da değil İstanbul’da çıkardı zaten.

Federasyon hayır demediği için Fenerbahçe pankartı Türkçe ve İngilizce olarak hazırlatmış, ısınma sırasında giyilecek tişörtler basılmış ve malzeme kutularına konup Suudi Arabistan’a yola çıkarmak üzere hazırlanmış.

Karanlık olan nokta, Fenerbahçe’nin sahaya bu pankartla ve Atatürk tişörtleriyle çıkamayacağını tam olarak ne zaman öğrendiği…

Resmi açıklamaya göre maçtan 3 saat 45 dakika önce, saat 17.00’de başlayan bir toplantıda öğreniyor durumu Fenerbahçe Başkanı Ali Koç.

Ama aslında o gün öğlen saat 13.00’te Türk Futbol Federasyonu ve Fenerbahçe ile Galatasaray yöneticilerinin katıldığı ‘maç toplantısı’nda pankart ve tişörtlere izin verilmeyeceği anlaşılıyor. Her iki kulüp, ama en çok da Fenerbahçe bu duruma şaşırıyor.

Bu toplantıdan sonra Ali Koç bir Türk televizyonuna açıklama yapıyor ve pankart ve tişört krizlerini anlatıp maçın oynanmasının sıkıntıya girdiğini açıkça söylüyor; “Atamızın ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sözünü hatırlatmak istiyorum. Biz bu pankartla çıkacaktık, ‘Peace at home, peace in the world’. Anladığım kadarıyla otoriteler bunu kabul etmemiş. Tam netleşmedi konu.” Yani Ali Koç’un o saatte hala ümidi var maçın oynanmasından.

Ancak Koç’un bu açıklamaları Türkiye’ye bomba gibi düşüyor. Sosyal medyada bir Atatürk patlaması yaşanmaya başlanıyor, bunu gören çok sayıda muhalif siyasetçi de Atatürk paylaşımları yaparak Fenerbahçe ve Galatasaray’a maça çıkmama çağrısı yapmaya başlıyor. Bu çağrılara kısa zamanda neredeyse bütün Türk spor kamuoyu katılıyor.

O ana kadar görece sessiz duran Galatasaray da Riyad’dan açıklama yapıp ‘Atatürk kırmızı çizgimiz, yoksa maça çıkmayız’ diyor.

Sonrasını biliyorsunuz zaten…

Krizin ortaya çıktığı gün ve ertesi gün bütün Türkiye Suudi Arabistan’ı suçladı, bu ülkenin Atatürk ve Cumhuriyet değerleriyle ilgili öteden beri bilinen tutumu çoğu zaman ırkçılık boyutlarına varan biçimde yazıldı, çizildi, söylendi.

Oysa Suudi yetkililer maçın iptalinden sonra yaptıkları açıklamada da söyledikleri gibi ellerindeki sözleşmeyi ve o sözleşmeden doğan yetkileri kullanıyordu. Kusur, Atatürk konusunun Cumhuriyet’in 100. yılında yapılacak bir kupa finalinde mutlaka gündeme geleceğini düşünmeyen, aklına bile getirmeyen Türkiye Futbol Federasyonu’nundu. Bir yerel maçı uluslararasılaştıran, bu arada ellerindeki yetkiyi Suudi Arabistan’a devreden onlardı.

Sadece bu da değil. Fenerbahçe maçtan iki gün önce sahaya pankartla çıkacağını, futbolcular ısınırken de hangi tişörtün giyileceğini federasyona bildirmiş, federasyon onlara ‘Hayır’ dememiş.

Ancak olay futbol skandalı boyutlarını çoktan aşmış durumda. Mesele bir yandan Türk iç politikasının, bir yandan da dış politikasının konusu haline geldi. O yüzden ortalık çok gergin. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ikinci seferdir, özel olarak Suudi Arabistan’a ve genel olarak da bütün Araplara yönelen ırkçılığı eleştirdi. Erdoğan bu ırkçılığın sorumlusu olarak CHP’yi ve muhalefeti görüyor.

Yalnız meselenin bir boyutu daha var. Bir suçlu, bir sorumlu aranıyor.

Cuma akşamı maçın ertelenmesi kararının açıklandığı toplantıda federasyon da, Fenerbahçe ve Galatasaray da bu konuda açıklama yapmama kararı almış. Gerçi Fenerbahçe iki gün sonra yazılı açıklama yaptı, dün de federasyondan bir yazılı açıklama geldi. Bu açıklamalarda şifreli bir dille bir hesaplaşma yürütülüyor.

Fakat taraflar gazetecilerle veya kamuoyuyla konuşmayı, bırakın konuşmayı olayların akışı konusunda bilgi paylaşmayı bile kabul etmiyor. İddiaya göre Beştepe, yani Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan olan biteni gerek federasyon gerekse kulüpler nezdinde bizzat takip ediyor. 

Ortada neredeyse ‘korku ortamı’ denebilecek genel bir gerginlik var hala. Yaşananların baş sorumlusu elbette Futbol Federasyonu’nun kendisi. Ancak Fenerbahçe yönetimi de Atatürk kartını açmış olması nedeniyle ateş altında.

Dün Hürriyet gazetesinde Abdülkadir Selvi’nin bir yazısı yayınlandı. Selvi’nin yazıyı yazmak için Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Büyükekşi ile konuştuğu anlaşılıyor ama yazının içinde Büyükekşi’nin tırnak içinde hiçbir sözü yoktu. Yazı yaşananların sorumluluğunu büyük ölçüde Fenerbahçe’nin ve Ali Koç’un üstüne yıkıyordu.

Tek sorumlu olarak Fenerbahçe’yi göstermek acaba ne kadar Külliye’nin tutumu, ne kadar Mehmet Büyükekşi’nin kendini kurtarma çabası, kestirmek kolay değil.

Anlaşıldığı kadarıyla Riyad’da yaşanan rezaletin yankılarını ve sonuçlarını önümüzdeki günlerde de yaşamaya devam edeceğiz.

Yumrukların ve cehaletin konuştuğu kültür savaşları

Yumrukların ve cehaletin konuştuğu kültür savaşları

Yılın ilk günü sabah namazını Ayasofya, Sultanahmet ve Süleymaniye’de kılan kalabalıklar daha önceden yapılan çağrıya erken saatte uydu ve Galata Köprüsü’nde buluşup miting yaptı. Mitingin konusu Türkiye’nin verdiği şehitler, ama Gazze’de yaşananlardı.

Sabahın o saatine göre oldukça yüksek katılımın olduğu miting beklendiği gibi olaysız geçti, mitingden ayrılanlar da çevreye dağıldı. O gün tatildi, tarihi İstanbul’un göbeğindeydi insanlar.

Şişhane meydanında, elinde miting sırasında da taşıdığı ve üstünde Arapça harflerle ‘Kelime-i Tevhid’ veya ‘Kelime-i Şehadet’ yazılı bayrakla dolaşan bir kişi bir başka kişi tarafından yumruklandı.

Bu basit ve iki kişi arasındaki mesele Türkiye’nin kültür savaşlarının tam göbeğine bir anda oturuverdi. Polis yumruk atan genç adamı yakaladı, mahkeme onu jet hızıyla tutukladı.

Ülkemizde kültür savaşının en büyük savaş meydanı sosyal medya. Orada dünyalar kuruluyor, dünyalar yıkılıyor. Şişhane’deki talihsiz kavga birkaç dakika sürmüş bir olay. Ama o olay üzerine sosyal medyada savaş bugün dahil devam ediyor.

Savaşın bir tarafına göre yumruğu atan genç ‘Kelime-i Tevhid’i bir bakışta tanımayacak kadar cahil.’ Savaşın öteki tarafına göreyse Arap harfleriyle ‘La ilahe illallah, Muhammedün resülullah’ (Allah’tan başka tanrı yoktur, Muhammed onun elçisidir) yazılı bayrak ‘Hilafet çağrısı’ anlamına geliyor.

Son derece saçma, insan aklına hakaret anlamına gelen bu argümanları koca koca insanlar iki gündür konuşmaya doyamadı.

Kafayı tamamen yediğimize dair bir başka haber

Kafayı tamamen yediğimize dair bir başka haber

Eskiden yılbaşını izleyen günlerin en meraklı haberlerinden biri Milli Piyango’dan büyük ikramiye kazananı veya kazananları bulmaya çalışmaktı.

Büyük ikramiye çeyrek veya yarım bilete isabet ederdi çoğunlukla ve gazeteciler gerek o bileti satan bayiyi, gerekse kazananları bulmak için sıkı bir rekabete girerdi.

Bu sefer öyle olmadı. Bir provokatör daha 1 Ocak günü ortaya bir yalan attı: Büyük ikramiye Kolombiya’da satılan bir bilete çıkmıştı.

O bir delinin attığı taşa yüzlerce, binlerce başka deli de katıldı. Herkes sanki kesin bilgiymiş gibi bu Kolombiya yalanına inandı.

Niye Kolombiya? Herhalde yalanı ilk söyleyen kişi Netflix’te Narcos dizisini seyretmişti, oradan aklında kalmıştı.

En komiği, CHP’nin bir genel başkan yardımcısının bu yalana inanıp üstüne de kocaman bir hikaye yazıp sorular sormasıydı.

Oysa gerçek bu değildi: 400 milyon liralık ikramiye İstanbul’da yaşayan 1969 doğumlu bir erkeğe çıkmıştı.

Eskiden, dediğim gibi yılbaşı sonrasının en büyük eğlencelerinden biri o ikramiye bize çıksa neler yapacağımızın hayalini kurmak, sonra da ikramiye çıkan kişiyi kıskanmak, onun ikramiyeyi teslim alışını izlemek, sonra da akrabalarının başına üşüşüp ondan para istemesini izleyip ahkam kesmekti.

Sosyal medya ve kalabalık bir aptallar grubu bu eğlencemizi de elimizden aldı.

Dış ticaret açığı 106 milyar dolara geriledi diye sevinelim mi?

Dış ticaret açığı 106 milyar dolara geriledi diye sevinelim mi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün son derece şaşırtıcı bir şey yaptı, 2023 yılına ait dış ticaret rakamlarını bizzat kendisi açıkladı, açıklarken de sanki bir müjdeymiş gibi Türkiye’nin dış ticaret açığının 106 milyar dolara düştüğünü söyledi.

Bakmamız gereken yer, nominal dış ticaret açığı olduğu kadar ihracatın ithalatı karşılama oranı. Buna bakınca, evet geçen yıla göre yüzde 0,8’lik bir iyileşme var ama ihracatımızdan elde ettiğimiz gelirle ithalatımızın ancak yüzde 70,7’sini karşılayabildik geçen yıl.

Oysa bu oran, örneğin cari fazla verdiğimiz 2019’da yüzde 86, salgın yılı 2020’de yüzde 77, salgından çıkış yılı 2021’de yüzde 83’tü. Enflasyonun patladığı 2022’de oran birdenbire yüzde 69,9’a geriledi; 2023’te de beklenen toparlanma çok yavaş oldu, yüzde 70,7’ye ancak gelebildik. Henüz ortada bir başarı yok; ithalat da ciddi anlamda hız kesmiş falan değil.