04-01-2024
İsmet Berkan

Tarih tekerrür eder mi? Karl Marx’ın cevabı bize ne güzel uyuyor aslında…

Tarih tekerrür eder mi? Karl Marx’ın cevabı bize ne güzel uyuyor aslında…

Karl Marx ve yakın arkadaşı Friedrich Engels 1848’deki Paris Komünü’nden çok ümitliydi, meşhur Komünist Manifesto’yu yazmışlardı. Fransa’da ise halk o kargaşada yapılan seçimlerde 3. Napolyon’u seçmişti. O bir süre sonra Cumhuriyeti sona erdirdi, imparatorluğunu ilan etti, Paris Komünü’nü de kanlı biçimde bastırdı.

Bunun üzerine Marx, Hegel’den hareketle tarihte olaylar aynı şekilde yeniden yaşanır mı sorusu üzerine yazdı, ‘Evet’ dedi, ‘Tarih tekerrür eder. Birincisinde trajedi, ikincisindeyse fars olarak.’

Fars, yani bir anlamda komedi veya komik bir durum olarak.

Bizim ekim ayı sonundan beri yaşadığımız hukuk devleti krizinde de durum böyle. 25 ekimde Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay için hak ihlali kararı vermek zorunda kalması aslında trajediydi; çünkü tarih tekerrür ediyordu, normalde bu AYM’nin daha önce içtihat oluşturduğu bir konuydu, böyle bir karar almasına gerek kalmamalıydı.

Ama sonra ne olduğunu biliyorsunuz. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi korkakça, Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise cüretkâr biçimde Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayı reddettiler.

Ben bu durumu ‘Anayasal düzene karşı darbe’ olarak niteleyen ilk kişiyim. Bir mahkeme kararının, hele hele Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmaması ‘Anayasanın kısmen veya tamamen yürürlükten kaldırılması’ydı.

Ama ülkemizdeki Anayasal düzenin diğer iki erki, yürütme ve yasama erkleri durumu pek ciddiye almadı, konuyu ‘yargının kendi iç meselesi’ olarak değerlendirdi, müdahale etmeye, anayasanın uygulanmasını sağlamaya çalışmadı, pasif kaldı.

Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi bir kez daha karar aldı. Bu kez İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesini Can Atalay’ın bireysel başvuru hakkını çiğnediği için mahkum etti. Üstelik kararını oy birliğiyle aldı.

AYM’yi bu kararı almak zorunda bırakan şartlar akılla, mantıkla ve izanla açıklanabilir olmaktan uzaktı. O yüzden trajedi komediye dönüşmüştü.

Anayasa Mahkemesi herkese Anayasa dersi vermek zorunda hissetmişti kendini. Oysa Anayasaya uymak sadece onun değil hepimizin, herkesin göreviydi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi bir kez daha korkakça davrandı, ‘Dosya bende değil’ dedi. Üstüne dün Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi’ni anayasayı çiğnemekle ve Türkiye’de ‘yargıçlar diktatörlüğü kurmakla’ suçlayan kararı geldi. Mesele iyice absürd komediye dönüştü.

Absürd, yani saçma ve anlamsız, akıldışı…

Böyle diyorum ama bir yandan da durum son derece ciddi aslında. Çünkü Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunu anlamsızlaştıran bu son krizde açılan kapının bizi nereye götüreceğinden hiçbirimiz emin olamayız.

Hatırlayın, zamanında Turgut Özal ‘Anayasayı bir kere çiğnemekten bir şey olmaz’ demişti, bugün de ‘Bir mahkeme kararını uygulamamaktan bir şey olmaz’ deniyor aslında.

Evet ama uygulamadığımız şey Anayasa Mahkemesi kararı. Evet bu karar bireysel başvuruyla ilgili. Birisi çıkıp ‘Canım karar sadece bir kişiyi ilgilendiriyor, uygulanmayınca bir şey olmaz’ da diyebilir. Ama bu yol bir kere açıldığında başka şeyler de olabilir.

Örneğin AYM bireysel başvuru değil de esas işi olan yasaların Anayasaya uygunluğu ile ilgili yaptığı bir denetimde bir yasayı iptal kararı verir de karar uygulanmazsa ne olacak?

Turgut Özal zamanında bunu da yapmış, AYM’nin gerekçeli kararını günlerce Resmi Gazete’de yayınlamamış, o arada iptal edildiğini bildiği eski kuralla bir sürü işlem yapılmasını sağlamıştı. İstanbul’un boğaza nazır Sevda Tepesi böyle satılmıştı.

Son Yargıtay kararını ‘absürd komedi’ yapan en önemli unsurlardan biri 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi’ni ‘jüristokrasi’ uygulamakla suçlaması. Jüristokrasi, yani gerçekte yetkisi olmadığı halde bir takım yargı kararlarıyla ülkeyi yönetme hevesi, basitçe söyleyişiyle ‘yargıçlar diktatörlüğü.’

Bu konuda çok mu taraflıyım bilmiyorum ama elimi vicdanıma koyup düşündüğümde esas jüristokrasi uygulamasını 3. Ceza Dairesi’nin yaptığını görebiliyorum.

AYM’nin Can Atalay’la ve başkalarıyla ilgili bireysel başvuru kararlarını beğenmemek elbette mümkün, nitekim çok sayıda insan bu kararları beğenmiyor. Ama kararı uygulamamak, bunu da Anayasayı çiğneme pahasına yapmak herhalde jüristokrasinin en uç hallerinden biri olsa gerek.

Bence artık şu anlaşıldı: Yargı organları arasındaki bu inatlaşma yargı eliyle çözülemiyor. O yüzden çözüm için devreye yasama ve yürütme erklerinin girmesinden başka çare kalmadı.

Bakalım bu iki erk üstlerine düşen görevi yapacak mı, yoksa ellerinde çekirdek torbalarıyla olan biteni izlemeye devam mı edecek?

Türkiye’nin en çok para kazanan 14. isminin bir avukat olması…

Türkiye’nin en çok para kazanan 14. isminin bir avukat olması…

Maliye ve Hazine Bakanlığı dün 2022 yılı için gelir ve kurumlar vergisi rekortmenlerini, yani en çok vergi ödeyen 100 kişi ile 100 şirketi açıkladı.

Kişisel gelir vergisi alanında açıklanan ilk 100 mükellefin 76’sının adını gizlemesi başlı başına bir anormallik. Dün bu konuyu Ertuğrul Özkök sıcağı sıcağına yazdı 10Haber’e, okumanızı öneririm.

Bu listede benim dikkatimi çeken başka bir şey var: Listenin 14. sırasında avukat Gönenç Gürkaynak yer alıyor, 2022’de yaklaşık 85 milyon lira vergi ödemiş. Yani kabaca 210 milyon lira gelir elde etmiş.

Gelirini düzgün beyan edip vergisini ödediği için Gönenç Gürkaynak’ı kutlamak gerekmiyor; yaptığı zaten her vatandaşın yapması gereken şey.

Burada anormal olan Gürkaynak’ın vergisi değil sıralamadaki yeri. Bunca sanayicisi, tüccarı, teknoloji girişimcisi, müteahhidi olan bir ülkede bir avukatın en çok gelir elde eden 14. kişi olması sahiden de üstünde uzun uzun durulması gereken bir şey.

Anladık 2022 kriz yılıydı, yüksek enflasyon yılıydı ama ne kadar başarılı olursa olsun bir avukatı o yılın en çok para kazanan on dördüncü kişisi yapmak ekonomik düzenimizin ve vergi sistemimizin ne kadar çarpık olduğunu gösteriyor olmalı.

Bölgesel savaş tehdidi artarken

Bölgesel savaş tehdidi artarken

İsrail 7 Ekimden bu yana Gazze’yi insafsızca vuruyor, bir yandan da karadan işgal ediyor. Gazze’de can kayıplarının sayısı 22 bine gelmek üzere ve İsrail duracak gibi gözükmüyor.

Gazze’ye yönelik bu saldırı Türkiye dahil bölgedeki bütün ülkelerin diken üzerinde yaşamasının en büyük nedeni. Çünkü korkulan, savaşın yayılması, bölgesel çatışmaya dönüşmesi.

Bunu yapabilecek tek ülke İran. Bu ülke şu anda bile zaten ‘vekil’leri aracılığıyla bölgesel bir çatışma yaratmaya çalışıyor. İran’ın Yemen’deki uzantıları uluslararası ticareti tehdit ediyor; Lübnan’daki uzantısı Hizbullah ara ara İsrail’e saldırıyor, Suriye’deki İran güçleri rahat durmuyor.

Onlar rahat durmuyor da İsrail rahat duruyor mu? Daha birkaç gün önce Suriye’de önemli bir İranlı komutanı öldürdüler. Daha iki gün önce Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta önemli bir Hamas liderini ortadan kaldırdılar.

Ve dün İran’da bundan dört yıl önce ABD tarafından öldürülen Devrim Muhafızları komutanı Kasım Süleymani’yi anmak için toplananlara bombalı saldırılar düzenlendi.

Bu saldırı için İran hemen ABD ve İsrail’i suçladı, ama bazı terör uzmanlarına göre saldırıları IŞİD benzeri bir terör örgütü de yapmış olabilir. Elbette İsrail’in veya ABD’nin bu konulardaki provokasyon kabiliyeti ve terör örgütlerini bile yönlendirme geçmişi yabana atılmamalı.

Ancak İran’daki saldırıyı kimin yaptığından daha önemlisi saldırıyı İran’ın nasıl algıladığı. İran saldırıyı İsrail’e karşı arttırdığı faaliyetlerine bir cevap olarak gördü ve İsrail’e karşı biraz daha bilendi bu saldırı yüzünden.

Gerçekten de bölgemizde gerginlik tehlikeli biçimde artıyor ve olan biten kolayca kontrolden çıkabilir.