10-01-2024
İsmet Berkan

İsrail için güvenli bir gelecek mümkün mü?

İsrail için güvenli bir gelecek mümkün mü?

Soru 25 bine yakın Gazze’linin öldürüldüğü bu dönemde tuhaf gelmiş olabilir, anlatmaya çalışayım.

İsrail, 1948 yılında adeta organ nakli gibi Filistin’in devletsiz ve yönetimsiz topraklarına monte edilmiş devletin adı.

Her organ naklinde olduğu gibi bünye onu reddetti. Daha kurulduğu günden itibaren savaş halinde yaşamaya başladı; bugün dahil, bu ülke göreli barış dönemlerinde bile sürekli savaşa hazırlık seviyesi en üst düzeyde olmak zorunda olan bir ülke aslında.

Nitekim 7 Ekim sabahı bu hazırlıklar biraz tavsadığı için ağır bir saldırı yaşadı, ama birkaç saat geçmeden saldırıya aşırı sert cevap vermeyi de başardı.

Kabul etmek gerekir ki, sokaklarında kocaman tüfekleri boynundan sarkan asker görmenin gündelik hayatın ayrılmaz parçası olduğu, her an bir saldırı ihtimalini gözeten insanların evlerine özel çelikten yapılma güvenli odalar inşa etmek zorunda kaldığı bir toplum hissettiği bu sürekli güvensizlik nedeniyle normal bir ruh halinde olamaz.

İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri kendini güvende hissetme zorunluğu olduğuna göre, akıl da İsrail’i bunca yıldır yönetenlerin en temel kaygısının bu güvenlik ihtiyacı olması gerektiğini emreder.

Peki ama son 75 yıldır İsrail’i yönetenler bu güvenlik ihtiyacını kökten giderecek ne yaptılar bugüne kadar? Hemen hemen hiçbir şey.

Başta da söyledim, İsrail bulunduğu toprağa sanki yapay uzuv gibi monte edilmiş ve o bünye tarafından da ilk günden beri reddedilen devletin adı. Beklenir ki kendini bünyeye kalıcı biçimde kabul ettirmek için bir şeyler yapsın. Ama hayır, İsrail bunu yapmadı. Onun yerine bünyenin ona yaptığı her saldırıda alanını daha da genişletti, dolayısıyla güvenlik ihtiyacını da gerçekte azaltmadı, arttırdı.

Amerikan Dışişleri Bakanı Anthony Blinken günlerdir Türkiye dahil bölge ülkelerini geziyor ve aslında İsrail’e ‘güvenli gelecek’ inşa etmeye çalışıyor. Üstelik İsrail tarihinin en kanlı ve vahşi saldırılarından birini sürdürürken yapıyor bunu. 

Çünkü ortadaki paradoksu Amerika da, başka ülkeler de gayet net görebiliyor: İsrail’in kendini güvenli kılma bahanesiyle yürüttüğü son büyük Filistinli katliamı bu ülkenin bir gün güvenli olma ihtimalini belki sonsuza kadar yok edecek şeyin tohumlarını atıyor.

Kendi dar iç politika kavgalarına ve en çok da Binyamin Netanyahu’nun siyaseten hayatta kalma çabasına boğulmuş olan İsrail bu durumu görmüyor şu anda. 

Oysa İsrail’in uzun dönemde, uzun dönemi bırakın kısa dönemde bile çıkarı bu basit gerçeği görmesinde yatıyor: Üzerine monte edildiği topraklardaki komşularıyla sonsuza kadar kavga ederek, savaşarak yaşayamaz. Her kavga, her savaş, İsrail’in topraklarını genişletmesine neden olan her çatışma, bu ülkenin gelecekteki güvenliğinden bir şeyler eksiltiyor.

Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken Türkiye’den başladığı bölge turunda Yunanistan, Ürdün, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’a gitti. En son olarak dün İsrail’deydi.

Blinken tura çantasında bir projeyle başlamıştı; yaptığı görüşmeler sonunda bu projenin temel ölçütleri de belirginleşti: İsrail Gazze’de saldırıları durduracak, bağımsız Filistin devleti için kalıcı adımlar atacak, belirli bir geçiş sürecinin ve Gazze’nin yeniden inşasının ardından bu devlet kurulacak, bu arada Suudi Arabistan dahil Arap ülkeleri de İsrail’le olan ilişkilerini ‘normalleştirecek’ti.

Fakat bir büyük sorun var bu planda: İsrail’in mevcut hükümeti Bağımsız Filistin Devleti fikrine karşı.

Dün Blinken’in Netanyahu ile ortak basın toplantısı yapamamasının sebebi bu. Netanyahu ve aşırı sağcı hükümeti ne Gazze’de savaşı durdurmayı kabul ediyor ne de bağımsız Filistin devletini.

İsrail’i yönetenler kendilerine uzatılan bu son barış çubuğunun ne ifade ettiği anlamamış gibi duruyor. Böyle olduğu için de, kendi güvenli geleceklerini riske atmaya devam ediyorlar.

Bugün Gazze ağır zulüm altında ve sanki savaşı kazanan İsrailmiş gibi duruyor, ama gerçek bunun tam tersi: İsrail, artık kazanmasına, bırakın kazanmayı sürdürmesine imkan olmayan bir savaşta ısrar ediyor.

HalkBank nihayet rahatladı

HalkBank nihayet rahatladı

Aradan onca zaman geçtiği için üzerinde daha rahat konuşabiliriz: Rıza Zarrap olayı Türkiye’de rüşvetin, yolsuzluğun sembolleştiği bir olay olarak görülüyor ve bu yanlış bir bakış da değil. Ama bu rüşvet yolsuzluk olaylarının üstünü örttüğü birçok önemli zaaf var: Devletin bu olayı uzun süre görmezden gelmesini, yaşananları durdurmak için hiçbir şey yapmamış olmasını konuşmuyoruz.

İran, uzun yıllardan beri yaptırım altında bir ülke olarak yurt dışındaki parasını kullanmak için elinden geleni yapıyor. Rıza Zarrap olayı bu ülkenin kendi parasını kullanabilmek için bir takım aracılara komisyon ödemeyi bile kabul edebileceğini gösteren çarpıcı bir örnekti. Oysa koca bir devlet İran; böyle mafya yöntemleriyle kara para aklamaya kalkışmamalıydı.

Hadi o kalkıştı diyelim, Türkiye de bir başka büyük devletin adı. Türkiye bu yöntemin uzun süre kullanılmasına izin vermemeliydi. Ama maalesef verildi.

Devletin buna izin vermesinin sonuçlarından biri HalkBank’ı 10 yıldır diken üzerinde yaşatıyor. Amerika’da birileri bu banka aleyhine tazminat davaları açtı. HalkBank başından beri bu davalarda kendini ‘Biz Amerika’da kurulu bir şirket değiliz, hatta Amerika’da hiçbir tüzel kişiliğimiz yok, Amerikan yargısı bu yüzden bizi yargılayamaz’ diyerek savundu.

Bu savunma nihayet Amerikan Yüksek Mahkemesi’nden nihai onay aldı ve böylece HalkBank açısından açılan bu sivil tazminat/hukuk davalarının sonuçsuz kalacağı belli oldu. Yani banka uzun yıllar sonra ilk kez rahat nefes aldı.

Tabii bu davaların düşmesi Amerikan Hazine Bakanlığı’nın aynı sebeple, yani İran’a yönelik yaptırımların aşılmasına yardım etmek gerekçesiyle bankaya ceza vermesine engel değil ama sanırım artık bu tehlike de ortadan kalktı.

2024’te tek ümidimiz turizm mi sahiden?

2024’te tek ümidimiz turizm mi sahiden?

Türkiye’de sanayi uzun süreden beri pek yatırım yapmıyor. Gerçi son birkaç yıldır bir kıpırdanma var ama sanayinin temel çıktısı için ihracatımıza baktığımızda ciddi bir teknoloji çıkmazında olduğumuz net biçimde gözüküyor. Türkiye’nin yüksek teknoloji ihracatı artmıyor azalıyor; orta teknoloji ihracatında da sıkıntılar var.

Oysa teknolojiye yatırım yapıp ürünlerimizin teknolojik seviyesine arttırmadıkça daha yüksek katma değerli ürünler üretimine geçemeyiz. Bunu yapamazsak ihracatımız da artamaz, cari açığımız azalamaz.

Dün gelen bir habere bakılacak olursa Türkiye’nin 2024’teki ümidi turizm gelirlerini arttırmak. Evet, elbette turizm gelirlerini arttırmak, gelen turist başına artık daha fazla gelir elde etmek önemli ve yapılması gereken bir şey ama Türkiye cari açığı düşürmek için bütün ümidini turizme bağlayamaz herhalde.