19-01-2024
İsmet Berkan

Son derece önemli bir konuda gayet sıkıcı bir yazı

Son derece önemli bir konuda gayet sıkıcı bir yazı

İklim krizi, malumunuz, gündelik hayatımızın bir gerçeği. Dün gece saat 23.00 sularında Bursa’dan İstanbul’a dönüyordum ve otomobilim dış hava sıcaklığını 18 derece olarak ölçüyordu. Ocak ayının 18’inde, gece vakti sıcaklık 18 derece!

İklim krizi veya küresel ısınma dediğimiz şeyin bir tek sorumlusu var: Biz insanlar.

Sanayi devrimi ve kapitalizm adeta dünyayı biz insanlar için yaşanmaz kılmak için icat ettiğimiz şeyler. Daha çok üretmek, daha çok satmak, daha çok tüketmek derken gezegenimizin atmosferini karbondioksitle doldurduk.

Karbondioksit dünyamıza isabet eden güneş ışınlarının bir bölümünün dünya yüzeyine çarpıp uzaya geri yansımasını engelliyor, bu ışınlar ve onların yarattığı sıcaklık atmosferin içinde kalıyor. İşte buna ‘sera etkisi’ adı veriliyor.

1960’lardan beri biliyoruz

Dünyamız aslında bu sera etkisinin yaşandığını 1960’lı yıllardan beri biliyor. 60 yıl önce dünyanın kurtulması için önerilen çarelerle bugün önerilen çareler arasında hiçbir fark yok: Fosil yakıtları yer altından çıkarıp yakmaktan vazgeçmek ve daha az tüketmek.

Fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve doğal gaz doğanın milyarlarca yıl boyunca alıp toprağın dibine gömdüğü karbon atomları aslında. Bu karbonu doğa toprağın altına gömebildiği için o sayede dünya üzerinde hayat var. Sadece insan değil, bütün hayattan söz ediyorum.

1960’lı yıllarda ilk olarak bir Birleşmiş Milletler raporuyla duyurulan ‘küresel ısınma’ ve ‘sera etkisi’ konusunda geride kalan 60 yılın 50’sinde hemen hiçbir şey yapılmadı. Kapitalizmi kökünden sorgulayan küresel ısınmaya inanmak istemedi bazıları, bunu ‘bilim insanlarının felaket tellallığı’ olarak, hatta bir çeşit ‘komünist komplo teorisi’ olarak isimlendirdi siyasetçiler ve sermaye sahipleri uzun yıllar.

Tarihi anlaşma: Paris İklim Şartı

Ne zaman ki 2010’lu yıllarda geri dönülemez bir noktaya geldiğimiz anlaşıldı, siyasetçiler o zaman ikna oldu. 2015 yılında tarihi anlamı olan Paris İklim Şartı anlaşması imzalandı; dünya üzerindeki devletler iklim tehdidinin varlığını ve buna karşı önlem alma gereğini resmen kabullendi.

Bu anlaşma ortaya çeşitli hedefler koydu. Bu hedeflerin en önemlisi dünyamızın ortalama sıcaklığının sanayi devrimi öncesine göre 1,5 dereceden fazla artmamasını sağlamaktı. Maalesef 2050 yılı için konan bu hedefe dünyamız ya bu yıl ya önümüzdeki yıl ulaşacak. Yani ortalama ısı 1,5 derece artmış olacak ve artmaya da devam edecek.

Peki ısı artmasın diye ne yapacaktı dünya devletleri? Başlıca önlem atmosfere salınan karbondioksit miktarını azaltmaktı. Önce mevcut salımın altına düşecekti dünya ülkeleri, ardından da onu ‘net sıfır’ denen seviyeye indireceklerdi.

Karbon salımını kısıtlamak

Paris Anlaşması bu konuda iyimserdi; eğer dünya toplam karbon salımını 2030 yılına kadar yüzde 45 azaltabilirse 1,5 derecelik ısınma hedefinin tutturulabileceğini hesaplıyordu. Ama diyorum ya hesap yanlış çıktı; 1,5 derece limitini geçmek üzereyiz.

2030’da toplam karbondioksit emisyonunu yüzde 45’e indirecek olan dünya 2050’de de ‘net sıfır’a ulaşacaktı. Yani öyle sihirli bir seviye ki, dünya atmosfere doğanın (ve bu arada geliştirilirse karbon yakalama teknolojilerinin) yok edebildiği seviyenin üzerinde karbondioksit salmayacaktı.

Yazının burasına kadar sıkılmadan gelmeyi başaranlar içinde bile eminim bazılarınız yazdıklarımı hipi kılıklı bir takım yarı deli ve takıntılı marjinal çevrecilerin zırvası olarak görüyorsunuz.

Şaka değil, artık karbonsuz ekonomi çağına geçtik

Görmeyin. O günler geride kaldı. Bu yazdıklarım artık devletlerin ve hatta kapitalizmin bizzat kendi resmi görüşü. Yani artık dünün fosil yakıt dünyasında değil yarının karbonsuz ekonomisinde yaşıyoruz.

Yine içimizden bazıları bu sorunun, yani karbonsuz ekonomiye geçmenin Batıya (ve Çin’e) ait bir sorun olduğunu, bizi en azından şimdilik ilgilendirmediğini düşünüyor, daha doğrusu öyle sanıyor.

Oysa öyle değil. Türkiye 2023 yılında neredeyse 256 milyar dolar ihracat yaptı. Bu ihracatın 104,3 milyar dolarını Avrupa Birliği ülkelerine yaptık. Yani yüzde 40’tan fazlasını.

Bu ay sonu binlerce şirket rapor verecek

AB ülkelerine ihracat yapan şirketlerimiz bu ay sonunda ürettikleri ürünlerin karbon ayak izine, yani o ürünün üretilmesi için atmosfere salınan karbondioksit miktarına ilişkin birer rapor yazacak. Yani önce tespit yapılacak.

Ama tespit yeterli değil. 1 Ocak 2026’dan itibaren AB’ye satılacak ürünlerin bazılarına eğer o ürün AB standardına göre yüksek karbon salımıyla üretildiyse sınırda ‘karbon vergisi’ uygulanacak. Yani Türkiyeli ihracatçının, sanayicinin AB içinde mal satma rekabet şansı azalabilecek. O yüzden sanayicimiz kendi karbon salımını düşürmek zorunda kalacak ki AB’ye mal satabilsin, yoksa başkası satacak.

2034 yılına geldiğimizde iğneden ipliğe bütün ürünler için bu düşük karbonlu, hatta ‘net sıfır’ karbonlu üretim şartı geçerli olacak.

100 yılda kurulan sanayi 10 yılda dönüşecek

Ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Türkiye’nin 100 yılda oluşan mevcut sanayisi sadece 10 yıl içinde tepeden tırnağa değişecek. Nihayetinde de ‘karbon sıfır’a ulaşacak!

AB’nin bizi zorladığı karbonsuz ekonomi sadece üretim sırasında karbon ayak izinin küçültülmesi veya tamamen silinmesiyle ilgili de değil. Hatta diyebiliriz ki karbon ayak izinin küçültülmesi aslında işin kolay kısmı.

Esas zor kısım Avrupa Yeşil Şartı ile birlikte gelen Avrupa tasarım direktifi. Bu direktif üretip AB’ye satacağımız bütün ürünlerin daha tasarım aşamasından son tüketici elinde tamire gitmesine kadar her anında değişim öngörüyor.

Henüz farkındalık yaratma aşamasındayız

Peki Türkiye bu iki devasa değişime hazır mı? Hayır değil!

Daha dün Bursa’da Garanti BBVA’nın bu konuda müşterileri için düzenlediği bilgilendirme toplantısındaydım. Bursa, dile kolay Türkiye’nin bütün ihracatının 17,7 milyar dolarlık kısmını gerçekleştiren dev bir sanayi şehri. Salonda toplantıya gösterilen ilgi gerçekten görülmeye değerdi.

Ama dikkat ederseniz biz hâlâ bu konuda farkındalık yaratma aşamasındayız; henüz eylemler sınırlı. Dün 10Haber’de haberi vardı, Türkiye’nin en büyük demir-çelik üreticisi Tosyalı Holding tam 1,5 milyar dolar yatırımla güneş enerjisi santralı kurmaya karar vermişti. Demir-çelik daha birinci gün AB’nin sınırda karbon vergisinden etkilenecek bir sanayi kolu. Bir başkası çimento sanayii, ki AB’nin çimentosunun üçte biri Türkiye’den gidiyor, henüz bu endüstride yeşil enerjiye geçiş için pek haber alamadık. Gübre ve alüminyum da enerji yoğun sektörler ve bu sektörlerin de yeşil enerjiye geçmesi kaçınılmaz.

Bilmiyorum okumaya başlayanlardan kaçı bu can sıkıcı konudaki yazının burasına kadar gelebildi ama sahiden kelimelerim yetmiyor konunun önemini ve aciliyetini anlatmaya.

Aylardır patlamayı bekleyen Gaye Erkan barajı yıkılıverdi

Aylardır patlamayı bekleyen Gaye Erkan barajı yıkılıverdi

Biz gazeteciler biraz kaçınılmaz olarak kulağı delik insanlarız. Bu sebeple de yayınlandığımız haber sayısından kat be kat fazla ‘haber ihbarı’ ile veya ‘bilgi kırıntısı’ ile uğraşırız gündelik hayatımızda.

Aylardır Merkez Bankası Başkanı Gaye Erkan ile ilgili dedikodu ve bilgi kırıntısı yağmuru altındayız. Bunların neredeyse tamamı Gaye Erkan’ın özel hayatına değdiği için düne kadar yayınlanamaz nitelikteydi. Zaten doğrulatma imkanı da yoktu.

Ama bazen birinci derecede tanıkların, bazen başka kişilerin aktarmasıyla  birikiyordu bu dedikodular, kocaman bir havuz olmuştu.

Hemen hepsi Gaye Erkan’ın henüz yeni bir yaşını dolduran bebeğini merkeze alıyordu. Bebeğiyle bire bir ilgilenmek isteyen Gaye Erkan bunun için Merkez Bankası’nın İstanbul ve Ankara ofislerindeki başkanlık katında özel bir oda ayarlamıştı.

Bebeğiyle ilgilenmenin işini etkileyip etkilememesi tartışması bir yana, esas kendisi de finans yöneticisi olan eşinin sürekli başkanlık katında olması veya anne babasının sanki kendileri de birer Merkez Bankası yöneticisiymiş gibi banka personeline emir ve talimat vermesi gibi söylentiler bu dedikodu havuzunun başlıca malzemeleriydi.

Dün yayınlanan bir haber bir Merkez Bankası çalışanının Gaye Erkan’ın babasının mobbingi yüzünden görevinden ayrılmak zorunda kalmasını ve başına gelenleri CİMER’e ihbar etmesini konu alıyordu. İşte bu haber aylardır dolan ve taşma aşamasına gelen o dedikodu havuzunun önündeki barajı yıktı, neredeyse her şey ortalığa dökülmeye başladı.

Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı devlette keyfi yönetim olayları birikimine yeni kuvvetli bir unsur daha katılmış oldu.

Yapay zeka şimdi de matematik mi yapıyor?

Yapay zeka şimdi de matematik mi yapıyor?

Google’ın ünlü ve öncü yapay zeka şirketi DeepMind satranç ve Go oyunundan sonra kendine yeni bir hedef seçti: Matematik olimpiyatı (Haksızlık etmeyeyim, bu şirketin yapay zekası proteinlerin olası katlanma biçimleriyle ilgili oluşturduğu katalogla tıbba ve genetik bilimine muazzam katkı sundu).

Yapay zeka bugünkü haliyle çok üstün ve hızlı bir hafızadan fazlası değil. Bundan bir süre önce bulunan ‘öğrenmeye zorlama’ algoritmaları sayesinde biz insanların bir ömürde edinebildiğimiz bilgileri bir gecede edinip aklında tutmayı başarıyor yapay zeka. Esas üstünlüğü burada.

Ömrünü satranç oyununa adamış Kasparov’u veya ömrünü Go oyununa adamış Güney Koreli şampiyonu bu oyunları bir gecede öğrendikten sonra yenen DeepMind’ın ‘Alpha’ adlı yapay zekası hiç kuşkusuz çok başarılıydı. Şimdi aynı Alpha geometri ve aritmetik öğrenip Matematik Olimpiyatı’na katılacak.

Fakat tabii matematik, yapay zeka için çok farklı bir meydan okuma alanı. Biz insanlar matematik yaparken aynı anda iki yöntemi birden kullanırız: 1. Ezbere bildiğimiz bir sürü işlem sonucu vardır, bunlar sayesinde hızlanırız; 2. Bir problemle karşılaştığımızda adına ‘matematiksel akıl yürütme’ denen bir çeşit yaratıcı düşünme yoluyla akıl yürüterek o problemi çözmeye nasıl yaklaşacağımıza karar veririz. 

Yapay zeka bizim kullandığımız birinci yöntem konusunda bizden çok daha başarılı, çok daha hızlı olacaktır, ona kuşku yok. Ama sıra matematiksel yaratıcı düşünceye gelince yapay zekanın da burada yapabileceği bir şey yok. En azından şimdilik.