01-02-2024
İsmet Berkan

Siz olsaydınız paranızı önce hangisine harcardınız: Kaan’a mı, füze savunma sistemine mi?

Siz olsaydınız paranızı önce hangisine harcardınız: Kaan’a mı, füze savunma sistemine mi?

Türkiye 1980’lerin sonundan, ama en çok da 90’lı yıllardan beri İran’ın sahip olduğu füze saldırı sistemlerini yakından takip ediyor. Askeri tehdit değerlendirmelerinde bu füze sistemlerinin yeri büyük ve Türkiye 90’lardan beri bu tehdidi azaltacak bir füze savunma sistemi arayışında.

Defalarca Amerika’dan Patriot füze savunma sistemi alınmak istendi ama her seferinde başarısız olundu. Bu satışa nihai engeli ABD Kongresi oluşturuyordu ama konu Kongre’ye gelmeden önce de engeller vardı: Sistem çok pahalıydı, sürekli geliştirme ve yenileme yapılıyordu ama Türkiye’nin son ‘update’lerden yararlanıp yararlanmayacağı meçhuldü, ABD tarafı teknoloji transferine ve yazılıma müdahaleye (ek yapmaya) izin vermiyordu vs vs.

Türkiye füze savunma sistemi almak için çok sayıda ülkeyle görüştü; bunlar arasında Çin de vardı, İtalya-Fransa da. Ama sonunda Rusya’dan S-400 alındı.

Alındı ama bir sorun var: Bu sistem çalıştırılmıyor. Dolayısıyla Türkiye İran’ın füze tehdidine S-400 alınmadan önce ne kadar açıktıysa bugün de hâlâ o kadar açık.

Biliyorsunuz, S-400’lerin alınması Amerika’nın bunu bahane ederek Türkiye’yi F-35 savaş uçağı programından atmasına vesile oldu.

Türkiye’nin F-35 sisteminden atılması Türk Hava Kuvvetleri’nin 2030 yılına ilişkin kuvvet planlamasında çok ciddi bir delik açtı. 

Bu F-35 uçakları çok eleştirilse de hava savaşında yeni bir konseptin başlangıcı kabul ediliyor, o yüzden de 5. nesil diye adlandırılıyorlar. Bu yeni hava savaşı konseptinde artık ‘it dalaşı’ adı verilen, Top Gun filminde gördüğümüz türden iki uçağın havada birbirini kovalayıp birbirlerine füze kilitlemeye uğraşması yok. Yeni konsepte göre siz havada ve civarda olduğunu bile bilmediğiniz F-35 tarafından vurulacaksınız. Bu uçak hem radarda daha az iz bıraktığı için zor görülüyor, hem de aslında sizden bir hayli uzakta, silahlarını oradan ateşliyor.

Oysa bundan 50 yıl önce F-16 uçaklarının icat edilmesine neden olan konsept ‘it dalaşı’ydı. Vietnam Savaşı sırasında teknolojik olarak çok daha üstün olan Amerikan uçakları Rus yapımı Mig’ler tarafından böyle ‘it dalaşları’yla umulmadık kadar çok kez düşürülmüş, bunun üzerine Amerika kendi uçaklarını da ‘it dalaşı’na uygun hale getirmişti. F-16 böyle ortaya çıktı, zaten adı da ‘Savaşan Şahin’di.

Türkiye’nin F-35 programından dışlanması yeni hava savaşı konseptinden de dışlanması anlamına geliyor. Bu yüzden Türkiye kendi savaş uçağını yapma çabalarını hızlandırdı. ‘Kaan’ adı verilen bu uçak için halen çalışmalar sürüyor.

Başta söyledim, Türkiye’nin savunmasında önemli bir açık daha var: Füze tehdidi sürüyor ve S-400’lerin radarları aktif değil.

O yüzden Türkiye bir yandan da kendi füze savunma sistemini geliştirmeye çalışıyor. Bu konuda da son derece önemli gelişmeler var. Halen çalışır durumda bir yerli ve milli orta menzilli füze savunması oluştu Türkiye’nin. Ama esas ihtiyaç uzun menzilli savunma. Orada delik büyük (Bu savunma sistemi sadece düşman füzelerine karşı değil, düşman uçaklarına karşı da önemli bir kalkan oluşturacak).

Şimdi bundan 11 yıl önceye dönelim. 2013 yılı Eylül ayına…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Birleşmiş Milletler’in yıllık toplantısı için New York’taydı Ankara’dan haber geldiğinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında toplanan Savunma Sanayi İcra Komitesi epeydir devam eden füze savunma sistemi ihalesini sonuçlandırmıştı. İhaleyi Amerikan Patriot, İtalya-Fransa yapımı SAMP-T ve Rus S-400’lerini geride bıraktığı açıklanan Çin devlet şirketi kazanmıştı. Türkiye füze savunma sistemini Çin’den alacaktı.

Ben o sırada Abdullah Gül ve heyetini New York’ta izleyen gazeteciler arasındaydım. Gül’ün kendisi de, heyette bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Feridun Sinirlioğlu da şaşırmışlardı bu karara. ‘Kol kırılır yen içinde kalır’ şiarıyla açıktan tepki vermiyorlardı ama şaşkınlıkları elle tutulabilir seviyedeydi.

Bu karara ABD ve NATO’dan çok sert tepki geldi, Türkiye sonunda ihaleyi iptal etmek zorunda kaldı biliyorsunuz. Ama ilk karardan dört yıl sonra, Eylül 2017’de Türkiye bu kez Rusya’dan S-400 alacağını duyurdu ve aldı da. İmzalanan niyet mektubunda Türkiye iki ayrı sistem almayı taahhüt ediyordu; ikinci sistem alınırken Rusya’dan füze ve radar teknolojisi transferi de yapılacaktı. Biz bu sistemlerden ilkini aldık; ikincisi ise sipariş edilmedi, yani teknoloji transferi de yok henüz.

Yazının başına yeniden döneyim: Türkiye aldığı bu pahalı (2,5 milyar dolar) silah sistemini aktive etmiyor, evet sistem belki kullanıma hazır ama kullanılmıyor, dolayısıyla füze tehdidine cevap verilemedi. Ama bu arada F-35 savaş uçağı programından dışlanmanın sonucu olarak Hava Kuvvetleri’nin caydırıcılığında da ciddi delik açıldı.

Gelin, bir fantezi yapalım, Çin’e verilen ihalenin iptal edildiği 2015 yılına geri dönelim. Acaba o gün cebimizde paramız da olduğuna göre kendi füze savunma sistemimizi geliştirmeye mi harcamalıydık bu parayı ve F-35 programında mı kalmalıydık; yoksa F-35 programından atılmayı göze alarak o füzeleri alıp sonra hemen kendi 5. nesil savaş uçağımızı mı geliştirmeye başlamalıydık?

Kısacası şu: Önceliği kendi uçağımızı yapmaya mı vermeliydik, kendi füze savunma sistemimizi yapmaya mı?

Ama bilinçli ama bilinçsiz, Türkiye F-35 programından atılmayı göze aldı; yani önceliği kendi uçağımızı yapmaya verdik. Ama hayat öyle gelişti ki S-400’leri de kullanamadığımız için şimdi sıfırdan bir uzun menzilli füze savunma sistemi geliştirmeye de uğraşıyoruz.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan sık sık savunma sanayii konusunda ‘Kötü ev sahibi kiracıyı ev sahibi yaparmış’ sözünü kullanıyor. Kastettiği Türkiye’nin kendisine verilmeyen silahları üretmeye başlaması, bu sayede kendi sanayisini geliştirmesi.

Türkiye’nin bu girişimleri ABD’nin 1964 yılında Kıbrıs’a gidecek çıkarma gemilerine izin vermemesiyle, yani aslında 60 yıl önce başlamıştı. Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı o zaman kuruldu; bugün gurur kaynağımız olan savunma sanayii devi Aselsan bu vakfın bir şirketi.

Türkiye’ye Patriot’ların verilmemesi, S-400’lerin kullandırılmaması bizi kendi füze savunma sistemimizi yapmaya, F-35’lerin verilmemesi ise kendi savaş uçağımızı geliştirmeye itti.

Ancak Türkiye ile ABD arasındaki uzun tarih bunun böyle olacağını başından beri zaten söylüyordu; yani illa kötü ev sahibiyle kavga etmek gerekmiyordu. Biz Amerika’nın kötü bir ev sahibi olduğunu hep biliyorduk.

Türkiye kendi füze savunmasını geliştirme işini de, kendi savaş uçağını yapma işini de kavgasız gürültüsüz ama kararlı adımlarla yapabilirdi.

Futbolun yıllık transfer zararı: 100 milyon dolar

Futbolun yıllık transfer zararı: 100 milyon dolar

Kapitalizm bireylerin ve kurumların kâr güdüsüyle hareket ettiği sistemin adı. Bizim kapitalizmimiz başka pek çok şeyimiz gibi bize özgü. En çarpıcı örneği de kapitalizmin yarattığı devasa eğlence endüstrisinin alt kolu olan futbolda tanık olduklarımız.

Ben 60 yaşındayım; henüz bir futbol kulübünün veya şirketinin düzenli olarak kâr ettiğine tanık olmadım. Aksine bizde kural, futboldan sürekli zarar etmek, ama zarara rağmen bu düzeni değiştirmeyi düşünmemek.

Bakın FIFA’nın kendisine yapılan resmi bildirimlerle oluşturduğu transfer pazarı bilgilendirmesi dün yapıldı. Türk futbolu geçen yıl transfer için 260 milyon dolar bonservis bedeli harcamış. Tabii futbolcu da satmış Türk kulüpleri, ama satışların toplamı ancak 161 milyon doları bulmuş. Transferden edilen zarar 100 milyon dolar neredeyse.

Bu zarar tek bir yıllığına olsa veya futboldan elde edilen diğer gelirler (seyirci geliri, TV yayın hakları satışı ve reklam ile sponsorluk gelirleri) bu zararı kapatsa mesele yok belki. Ama hayır, o gelirler bu zararı kapatmaya yetmiyor ülkemizde.

Peki bu değirmenin suyu nereden geliyor? Daha önemlisi, bu değirmen neden hâlâ dönmeye devam ediyor?

Bu soruların cevapları hakkında hepimizin kendimize göre bir fikri var, önümüzdeki günlerde bunlara daha yakından bakalım.

Mehmet Şimşek daha ne desin?

Mehmet Şimşek daha ne desin?

Burada defalarca yazdım: Türkiye’de mevcut anayasal düzen gereği biz tek kişilik bir hükümet seçiyoruz.

Malum, son olarak 28 Mayısta Recep Tayyip Erdoğan’ı bir kez daha seçtik. Erdoğan seçimi tek başına kazandı; iktidarını hiç kimseyle paylaşmak zorunda değil, paylaşmıyor da.

O yüzden sistem içindeki bakanların, bakan yardımcılarının ve kamu gücü kullanan diğer yöneticilerin hepsinin yetkisinin ve iradesinin tek bir kaynağı var: Tayyip Erdoğan.

Bu sistemde kimse Erdoğan’a rağmen veya onun istemediği biçimde yetki kullanamaz, irade sergileyemez.

O yüzden haziran ayından beri Mehmet Şimşek tarafından uygulanan ekonomik program da Şimşek’in değil tanımı gereği Tayyip Erdoğan’ın programı.

Zaman zaman program Mehmet Şimşek’inmiş ve yaptıklarını Tayyip Erdoğan’a rağmen yapıyormuş gibi izlenim veriliyor, bu doğru değil.

Nitekim Mehmet Şimşek de dün bunu söyleme gereği duymuş, ‘Programın bir siyasi sahibi var, Tayyip Erdoğan’ demiş. Kendisinin sadece teknik anlamda programı uygulayan kişi olduğunu söylemiş.

Daha ne desin?