10-02-2024
İsmet Berkan

Erdoğan ve Ak Parti’nin bu topluma sağladığı en önemli kazanımı kaybetmeye mi hazırlanıyoruz?

Erdoğan ve Ak Parti’nin bu topluma sağladığı en önemli kazanımı kaybetmeye mi hazırlanıyoruz?

Türkiye İstatistik Kurumu birkaç gün önce nüfus yapısıyla ilgili istatistikleri açıkladı; Türkiye nüfusunun ortanca yaşı 34.

Yani, nüfusumuzun yarısı 1989 yılında ve sonrasında doğmuş. Diğer yarısı ise öncesinde.

Aramızda henüz 34 yaşından büyük olmayanlar, Türkiye’nin 80’li yıllarında zaten doğmamışlardı. 90’lı yıllarda ise ya doğmamışlar ya da küçük çocuktular ve nasıl bir ülkede yaşadıklarının çok farkında değillerdi.

Türkiye, 80’li ve 90’lı yıllarda sistematik işkencenin var olduğu bir ülkeydi.

Bugün çocuğunuza okulda bırakın fiske vurmayı kötü davranan öğretmenden hesap soruyorsunuz ya, eskiden okullarda sıra dayağı vardı; yani bir kusur işlendi diye suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan herkes dayak yerdi.

Ben 1986’da askerliğimi yaptım, asteğmenler, hatta eğitim çavuş ve onbaşıları bile asker döverdi. General rütbeli birinin sıradan bir eri tokatladığına kendi gözlerimle şahit oldum.

Ama bundan önemlisi poliste gördüğünüz işkencelerdi. Sadece terörle suçlananlar değil, basit hırsızlıktan cinayete kadar her şeyle suçlanan, poliste işkenceye uğrar, suçlarını ‘itiraf eder’di.

Şimdi çok uzak geçmiş gibi gözüküyor ama diyorum ya, bugün hayatta olan Türk vatandaşlarının yarısı o günleri yaşadı, biliyor, pek çoğu bu sıradan şiddetin, hatta polisteki cezaevindeki işkencenin tezgahından geçti.

Bugün Türkiye’de işkence ve kötü muamele artık sahiden de münferit bir olay seviyesine düştüyse, işkence ve kötü muameleyi uygulayanlar eninde sonunda yargılanıyor ve hesap veriyorsa bunu Tayyip Erdoğan’ın ve Ak Parti iktidarlarının sağladığını kabul etmek gerekir.

Elbette daha 80’li yıllarda Turgut Özal’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini tanımasıyla başlayan bir süreç var. Ardından 90’lı yıllarda gümrük birliğine giriş için yapılan reformlar ve yasa değişiklikleri. Sonrasında 1999’da AB ile tam üyelik adaylığının alınması sonrası gerçekleştirilen önemli reformlar, 2001 krizinden sonra idam cezasının kaldırılması, DGM’lerin yapısının değiştirilmesi var.

Bunların hepsi son derece önemliydi ve aynı yönde atılmış adımlardı ama sanırım esas süreç 2002 yılının sonunda Kopenhag’da yapılan Avrupa Birliği zirvesinde Türkiye’yle AB arasında tam üyelik müzakeresi kapısının aralanması sonrası orada basın toplantısı yapan Tayyip Erdoğan’ın benim sorduğum bir soru üzerine ‘Bundan böyle işkenceye ve insan hakları ihlallerine karşı sıfır tolerans gösterilecek’ demesiyle başladı.

Müthiş bir insan hakları seferberliği başladı. Bu sürecin zorunlu tamamlayıcısı 2011’de yapılan Anayasa değişiklikleriyle vatandaşlara Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının tanınması oldu. 

Böylece Anayasa Mahkemesi Türk yargısı ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi arasında, Türkiye’nin tarafı olduğu ve Anayasanın 90. maddesiyle iç hukuktan daha üstün kabul ettiği Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasında bir ‘ara kademe’ oldu. 

Türkiye insan hakları sorunlarını vatandaşları AİHM’ye gitmeden Anayasa Mahkemesi eliyle çözmek, kendi vatandaşlarını yabancı bir yargıya başvurmak zorunda bırakmamak istiyordu, bu yönde açık bir irade beyanında bulunuyordu.

2002 yılının Kasım ayından beri, yani 21 yılı aşkın süredir devam eden Ak Parti ve Tayyip Erdoğan iktidarı için lehte veya aleyhte pek çok şey söylenebilir; 21 yıl çok ama çok uzun bir süre tek parti ve tek kişi iktidarı için. 

Bu lehte aleyhte tartışmaları içinde benim açımdan bir konu tartışmasız: İşkence ve insan hakları konusunda bugün bir sürü eksikten ve kötü uygulamadan söz etsek bile nihayetinde bu 21 yılın bilançosu kesinlikte pozitif. İnsan hakları alanında 21 yıl önceye göre, bugün hala çok ciddi eksiklerimiz olsa bile çok daha iyi durumdayız.

Ama bugün, aradan bunca zaman geçtikten sonra maalesef bu en temel kazanımı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. İktidarın önemli ortağı bir siyasi partimiz, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru uygulamasından vaz geçmeyi açıkça öneriyor; Tayyip Erdoğan ve Ak Parti içinde de bu görüşe verilen destek giderek artıyor.

MHP lideri Devlet Bahçeli’ye göre ‘Anayasa Mahkemesi artık bir milli güvenlik sorunu.’ Neden öyle? Bahçeli’ye göre AYM, bireysel başvuru kararlarıyla ‘Teröristlerin hakkını koruyor, onların cezaevinden çıkmasına yardımcı oluyor.’

  • Baktığınızda, ‘Beştepe hukukçusu’ Mehmet Uçum da benzer görüşte. O da AYM’ye bireysel başvurunun ‘yeniden düzenlenmesi’ gerektiğini düşünüyor.

Şimdi seçim öncesinde ansızın kafasını kaldırmaya çalışan terör ve yaşanan terör eylemleri AYM’ye bireysel başvuru konusunu yeniden getirdi önümüze koydu.

Oysa bugün 15 üyeli Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin tamamı Ak Parti iktidarı döneminde atanmış, atanmazdan önce de özenle seçilmiş isimler. Bugün mahkeme üyelerinin kahir çoğunluğunu bizzat Tayyip Erdoğan atadı. Bu son atamalarla AYM’nin hak merkezli kararlarında zaten bir geri gidiş, daha devlet ve iktidar odaklı kararlara doğru net bir geçiş eğilimi var. Ama aynı mahkeme, içindeki bu keskin siyasi/felsefi görüş ayrılığına rağmen Can Atalay’la ilgili aldığı kararı uygulamayan yerel mahkemeye cevabını bu kez oy birliği ile aldı.

Mahkemenin başkanı Zühtü Arslan da birkaç ay içinde emekli olacak; onun yerine de yine ‘hak’ değil ‘devlet’ ve ‘iktidar’ eksenli karar alacak birisi atanacak büyük olasılıkla. Ama böyle olacak olması bile Devlet Bahçeli’yi yumuşatmıyor, AYM’nin varlığına karşı kampanyasını sürdürüyor.

Türkiye AB üyeliği sürecinde başladığı, üyelik ihtimalinin azalmasına rağmen 2013 yılına kadar ısrarla sürdürdüğü reformlarla özgürlükler ve hukuk devleti alanlarında önemli kazanımlar elde etmişti ama bu kazanımların çoğunu 2013 sonundaki 17-25 Aralık soruşturmalarından itibaren kaybettik. Geriye kalan belki son kazanım AYM’ye bireysel başvuru hakkı ve şimdi de o yoğun biçimde tartışma gündeminde.

Bunu da kaybedersek, sistematik işkencenin yeniden başlamasının, yani 34 yaşından genç olanların nüfusun geri kalan yarısının hatırlamak bile istemediği eski Türkiye’yi yaşamaya başlamasının da eli kulağında demektir.

Gidiş maalesef oraya doğru.

Netanyahu’nun bitmeyen katliamları

Netanyahu’nun bitmeyen katliamları

Daha savaşın ilk günlerinde, İsrail’in ‘Hamas’ı yok edeceğiz, Gazze’nin Kuzeyindeki sivil nüfus Güneye göç etsin’ dediği günlerde, İsrail’den bir eleştirmen şunu demişti: ‘Şimdi önce Kuzey’deki tünellerde, sonra hastanelerde, derken Han Yunus mülteci şehrinde Hamas’ı arayacağız. Oralarda bulamayınca dönüp Güneye, şimdi insanları sürdüğümüz yerleri işgale kalkışacağız…’ 

Anlatmak istediği, İsrail’in Hamas’ı yok edemeyeceği ve bu savaşın da aslında siyasi ve askeri hedeflerden yoksun bir savaş olduğuydu. Ona göre savaş vardı, çünkü İsrail intikam hırsıyla hareket ediyor, Başbakan Netanyahu ise siyasi ömrünü uzatmaya çalışıyordu.

Bu eleştirmenin dedikleri birer birer oldu. İsrail önce Hamas karargahının hastanelerin altında olduğunu öne sürdü. Hastaneler işgal edildi ve karargah bulunamadı. Hemen ardından, ‘Aslında hepsi Han Yunus’ta’ dendi; orası da işgal edildi, yine Hamas bulunamadı. Şimdi sıra Güney kentlere geldi, buradaki Refah adlı mülteci kenti işgal edilmek isteniyor şimdi.

Gazze’ye sıkışmış durumdaki 4 milyon Filistinli’nin gidecek bir yeri yok. İsrail ve Netanyahu ellerinden gelse hepsini ya sürecek ya öldürecek ama dünya onlara engel.

Katliam ve savaşın biteceğine ilişkin en ufak bir işaret bile yok şu anda.

Alper Gezeravcı’nın bilimsel değeri ile propaganda değeri

Alper Gezeravcı’nın bilimsel değeri ile propaganda değeri

Uzaya giden ilk Türk Alper Gezeravcı dün dünyaya geri döndü. Elbette bir Türk’ün uzay yolculuğu yapmış olmasının ülke içinde bir propaganda değeri var. Hem milliyetçilik bakımından hem de iktidarın bir nevi kendi başarısı olarak bunu takdim etmesi bakımından.

Ancak Gezeravcı’nın bu yolculuğunun bilimsel ve Türkiye’nin gelecekteki uzay çalışmaları açısından da bir değeri var. Çoğu zaman bu ikinci söylediğim, birincinin altında eziliyor gidiyor.

Gezeravcı’nın uzay yolculuğu, Galatasaray’ın Avrupa Şampiyonu olması, Türk milli takımının Dünya Kupası’nda üçüncü olması gibi tek atımlık bir şey olacaksa, çok da fazla kıymeti yok açıkçası.

Ama yok, Gezeravcı’nın ardından başkaları gelecekse, Türkiye kendi ürettiği bilimsel araştırma araçlarını Ay’a ve daha ötesine göndermeyi başaracaksa, zamanla Türkiye kendi roketini yapıp uzaya da kendisi gidebilir hale gelecekse, Gezeravcı’nın bu gezisi anlamlı ve çok değerli olacak.