15-03-2024
İsmet Berkan

İnsan hakları konusunda kaç yıl geriye dönmek ve yeniden başlamak istersiniz?

İnsan hakları konusunda kaç yıl geriye dönmek ve yeniden başlamak istersiniz?

Biliyorsunuz, artık gündemimizden düşmüş gibi gözükse de halen yaşamaya devam ettiğimiz çok büyük bir hukuk devleti krizimiz var.

Ülkemizde Anayasa Mahkemesi bir karar aldı, ama kararı uygulaması gereken yargı organları onu uygulamıyor.

Esasında hayal etmesi bile zor bir durum bu. Bir mahkeme kararının, hem de Anayasa Mahkemesi kararının uygulanmaması ülkemizin hala bir hukuk devleti olup olmadığını sorgulatır nitelikte büyük bir olay.

Daha ilginci şu: Kararı uygulanmayan Anayasa Mahkemesi aslında kararını uygulamayan yargı organlarına (adıyla söyleyeyim, İstanbul’daki 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne ve dolaylı yoldan Yargıtay 3. Ceza Dairesine) bir şans daha verdi, aynı konuda ikinci bir karar aldı, yanlıştan dönmek için fırsat yarattı.

Ama 13. Ağır Ceza da, Yargıtay 3. Ceza Dairesi de Nuh dedi peygamber demedi, kararlarından vazgeçmedi. Sonuçta Anayasa Mahkemesi kararı uygulanmadı.

Anlatmaya çalıştığım bu büyük krizi yargı kendi içinde çözemeyince krizin çözümü için bir tek adres kaldı: Türkiye Büyük Millet Meclisi.

Eğer hukuk devleti kıymetliyse ve hukuk devletinde mahkeme kararlarına uymak şartsa Meclis bunu yasa çıkartarak, hatta Anayasa değişikliği yaparak bir kez daha gösterebilirdi.

Hayır, Meclis bunu yapmadı, onun yerine Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayan Yargıtay’ın kararında tavsiye edilen şeyi yaptı, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin son kararını genel kurul kürsüsünden okudu. Böylece AYM kararında adı geçen TİP milletvekili Can Atalay’ın vekilliği düştü.

Bunun anlamı Meclis Başkanlığı’nın da Anayasa Mahkemesi kararına uymamasıydı, başka bir şey değil. Aynen İstanbul’daki 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay 3. Ceza Dairesi gibi Meclis Başkanlığı da Anayasa Mahkemesi’ne dönüp ‘Ben senin yargı yetkini tanımıyorum’ diyordu.

Şimdi öğreniyoruz ki bu konuda bir adım daha geliyor: Adalet Bakanlığı hiç de üstüne vazife olmayan bir işe kalkışmış ve Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını ciddi biçimde kısıtlayacak bir yasa taslağı hazırlamış.

Eskiden, yani ülkemizde parlamenter sistem geçerliyken yürütme organı olarak hükümet yasa tasarıları hazırlar Meclis’e gönderirdi. Ama Başkanlık sistemiyle birlikte yürütme organının yasa tasarısı hazırlama yetkisi kaldırıldı, artık yasaları sadece milletvekilleri teklif edebiliyor. Ama Türk usulü başkanlık sistemimiz bu son derece önemli ayrımı da bir ‘şekil şartı’na dönüştürmeyi başardı, yasa taslakları bakanlıklarda yürütme eliyle hazırlanıyor, sonra milletvekilleri tarafından teklif ediliyor.

Anayasamıza baktığınızda yürütme yetkisinin tek bir kişi tarafından, Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacağını görürsünüz. Başkanlık sistemi bu zaten.

O yüzden yürütme organının çeşitli birimlerindeki işlemlerin tamamı aslında Cumhurbaşkanı adına yapılır. Bu yasa taslağı da Cumhurbaşkanı adına hazırlanmış bir taslak.

Taslak Anayasa Mahkemesi Kuruluş Kanunu’nda ve Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda değişiklik öngörüyor. Bu değişikliklerle Anayasa Mahkemesi’nin kendisine yapılacak bireysel başvurularda yeniden yargılama yapılmasına hükmetme yetkisi kaldırılıyor.

Mesele şu: Diyelim ki, mahkemede adil yargılanmadığınızı düşünerek Anayasa Mahkemesi’ne başvurdunuz ve mahkeme sizi haklı buldu, adil yargılanma hakkınızın ihlal edildiğine karar verdi. Peki kararın sonucu ne olacak? Mevcut yasalar Anayasa Mahkemesi’ne ‘hak ihlalini ortadan kaldırması’nı da emrediyor. Adil yargılanmadığı tespit edilen bir kişinin uğradığı hak ihlalinin ortadan kalkmasının yegane yolu onun adil yargılanması olabilir. Eh, bu da kaçınılmaz biçimde o kişi için yeniden yargılama kararı vermeyi gerektirir.

Şimdi yeniden yargılama kararı alma yetkisini kaldırmak demek, ‘hak ihlalini tespit et ve bununla yetin’ demek, başka bir şey değil.

Bu da tuhaf bir durum değil mi? Aynı devletin bir yargı organı bir bireyi yargılayıp mahkum edecek; bir başka yargı organı ise o bireye dönüp ‘Ya kusura bakma yargılarken senin insan hakların ihlal edilmiş, hukuken delil olmaması gereken şeylerle ve işkenceyle elde edilmiş ifadelerle mahkum edilmişsin, ama yapacak bir şey yok, şeriatın kestiği parmak acımaz’ diyecek.

Yalnız bir büyük problem var:

Diyelim yasa çıkarıp Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yargılama kararı verme yetkisini elinden aldınız. Peki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkisini ne yapacaksınız? Onu nasıl kısacaksınız?

Türkiye’nin demokrasisinin kalitesini arttırmaya çalışma tarihiyle insan haklarına uyumlu bir adli düzene sahip olma tarihi kaçınılmaz biçimde paralel bir tarih.

Çünkü demokrasi ile insan hakları kavramı arasında bire bir ilişki var.

Türkiye’nin ‘Ben bir demokrasiyim’ demesinin en önemli uluslararası sembolü ülkemizin Avrupa Konseyi’nin kurucu ülkelerinden biri olmaya karar vermesiydi. Çünkü bu konseyin yegane yüce amacı bir ‘demokrasi bloku’ yaratmaktı.

Konsey 1950’de bir Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hazırladı ve imzaya açtı; Türkiye bu sözleşmeyi (bazı çekincelerle) 1954 yılında imzaladı. Sözleşmenin en önemli unsurlarından biri Konsey bünyesinde bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yaratmasıydı.

Türkiye bu mahkemeyle ilgili çekincesini 1987 yılında kaldırdı ve vatandaşlarına mahkemeye bireysel başvuru hakkı tanıdı. Ardından bu hakkı daha da genişletti, 1990 yılında AİHM’nin yargı yetkisini de kabul etti. Yani Türkiye o tarihten itibaren AİHM’nin kararlarına uymayı taahhüt etti. Yetmedi, 2004 yılında Anayasanın 90. maddesine ‘Usulüne göre yürürlüğe konmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır’ cümlesini ekledi. Yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ve AİHM kararlarının iç hukukun üstünde olduğunu kayda bağladı.

AİHM Türkiye’den gelen başvurular için çok sayıda yeniden yargılama kararı aldı. Bunlar içinde en ünlüsü Kürt siyasetçi Leyla Zana ile ilgili olanıydı; Zana yeniden yargılandı ve hapisten çıktı.

Ama AİHM’nin yeniden yargılama kararları hem yerel mahkemeler hem de Yargıtay’dan hep de tepki gördü, çoğu uygulanmadı. Uygulanmayan bu kararların son örnekleri AİHM’nin Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş ile ilgili kararları. Hatta Türkiye bu yüzden kurucusu olduğu Avrupa Konseyi’nde üyeliğinin askıya alınması tehlikesiyle karşı karşıya.

Yani insan hakları ihlallerini ortadan kaldırmadığınız sürece ister yeniden yargılama yetkisini yok edin, ister verilen yeniden yargılama kararlarını uygulamayın, durum değişmiyor: Türkiye insan haklarını ihlal eden bir yargıya sahip olmaya devam ediyor ve yasama kuvvetiyle yürütme kuvveti bir olup o yargıya destek verir durumuna geliyor.

Bu ise ülkemizi tarihsel demokrasinin kalitesini arttırma mücadelesinde geri götürüyor.

O yüzden söylenecek şey, Adalet Bakanlığı’nın bu taslağı hazırlamaktan vazgeçmesini, bunu yapmak yerine mahkemelerin vatandaşlarını insan haklarını çiğnemeden yargılamasını sağlamaya çalışmasını dilemek.

İnsan hakları konusunda çok uzun bir yoldan bugünkü noktaya geldik; buradan geri dönmek hepimiz için çok acı olur.

Meclis’in Anayasa Mahkemesi direnişi

Meclis’in Anayasa Mahkemesi direnişi

Tayyip Erdoğan ve yaşı yeten Ak Partililer hatırlayacaktır: İktidarlarının ilk döneminde Meclis’ten yasalar geçer, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer bunları veto eder, sonra Meclis kelimesine dokunmadan aynı yasayı bir daha kabul ederdi. Bu kez Sezer Anayasa Mahkemesi’ne başvururdu ve AYM de bazen iptal kararı verirdi.

Tayyip Erdoğan ve Ak Parti o zaman ‘Vesayet yargısı’ndan şikayet eder, AYM’nin ideolojik vesayet uyguladığını söylerdi.

Şimdi köprülerin altından çok sular aktı. AYM’nin 15 üyesinin kahir çoğunluğunu bizzat Erdoğan atadı. Geri kalanlar da Abdullah Gül zamanında atananlar zaten.

Ama Erdoğan ve Ak Parti hala AYM’den şikayetçi. Mahkemenin Anayasaya aykırı bularak iptal ettiği bir yasa maddesi geçenlerde Meclis tarafından yeniden yasalaştırıldı örneğin. Aynısı yakında bir başka yasa maddesi için daha uygulanacak.

Yani eskiden Sezer’e karşı çift dikiş çalışan parlamento şimdi de Anayasa Mahkemesine karşı çift dikiş çalışıyor.

AYM yeniden gündemine gelirse bu ikinci kez kabul edilen yasalar için ne düşünür acaba? İnsan merak ediyor.

Irak’ta Kürt yönetimini kaybedip Bağdat’ı kazanmak

Irak’ta Kürt yönetimini kaybedip Bağdat’ı kazanmak

Irak’ın Kuzeyindeki Kürdistan Özerk Bölgesi seçimlerini PKK’nın ve İranlı milislerin desteğini alan Talabani ailesinin Kürdistan Yurtseverler Birliği kazandı, Barzani ailesinin partisi seçimi kaybetti.

Böylece bunca yıldır özellikle PKK’ya karşı Türkiye ile işbirliği yapan Kürt yönetimi sona erdi, yerine o kadar da işbirliği yapmayacak yeni bir yönetim geliyor.

Tabii Kürdistan Özerk Bölgesi’nin Türkiye olmadan ayakta kalması çok kolay değil. Zamanında memur maaşlarının bile Türkiye’den gittiği oldu. Bu bölge ekonomik anlamda Türkiye ile fazlasıyla iç içe. O yüzden Türkiye’ye düşmanlık etmek Kürt yönetimler için çok akıllıca bir seçim değil. Ama bunu yapacakları anlaşılıyor.

Geçmişte bu bölgenin özerkliğini Bağdat’taki merkezi yönetime karşı korumuş, bu uğurda uluslararası yargıda mahkum olmayı bile göze almış olan Türkiye de tutumunu değiştirdi, Bağdat ile yakınlaşma adımları atmaya başladı.

Türkiye’nin Bağdat’la işbirliğine gitmesi, hele gele güvenlik konularında işbirliğini arttırması Kürdistan’ın özerkliğinin derece derece azalması anlamına gelir. İşte gördünüz, dün Bağdat PKK’yi yasaklı örgütler listesine aldı (Ama henüz terörist ilan etmedi).

Çok ilginç bir dans devam ediyor bölgede.

Dolara hücumu durduramamak

Dolara hücumu durduramamak

Mehmet Şimşek ‘TL değerlenecek dedik, neden hala dolar ve altın alınıyor anlamıyorum’ diyor.

Belli ki insanlar TL’nin değerleneceğine inanmıyor; Şimşek’in enflasyonla mücadele programının başarılı olacağına inanmıyorlar, daha önemlisi Türkiye’ye yurt dışından dolar geleceğine inanmıyorlar.

İşte o yüzden bireyler de şirketler de dolar alıyor. Bir haftada 5,7 milyar dolarlık döviz mevduatı artışı şaka değil.