10-04-2024
İsmet Berkan

Yoksa Marx yanılıyor muydu? Tarihin motoru tatil olabilir mi?

Yoksa Marx yanılıyor muydu? Tarihin motoru tatil olabilir mi?

Yıllardır sesini duymadığım bir arkadaşım dün erken bir bayram tebriği için aradı.

Çok sevindim. En çok birkaç dakika sürecek telefon konuşması uzadı, laf lafı açtı, geçmişin güzel günlerini hatırladık ve andık.

Telefon kapanınca aklıma 20’li yaşlarımızın başında hep birlikte geliştirdiğimiz bir şaka geldi, madem bugün bayram günüdür ve her türlü gayrı ciddiliği kaldırır, onu paylaşmak istiyorum.

***

Ben aşağı yukarı 10 yaşımdan beri çalışıyorum. Gençliğimde arkadaş arasındaki ünüm ‘dünyanın en çalışkan tembeli’ydi. Çünkü o klasik ‘Boş vakitlerinizi nasıl geçiriyorsunuz’ sorusuna cevabım hep ‘Boş durarak’ olmuştu. Kitap okumak, film seyretmek, hatta müzik dinlemek bile benim için ‘çalışma’ydı, beynimin çalıştığı her an aslında iş yapıyordum. O yüzden bazen de hiçbir şey yapmadan durmak gerekiyordu.

Ben gençken de sonra da, hiçbir zaman hızlı solcu, hele kendini ‘Marksist’ diye tanımlayan biri olmadım. Marx’ın yazdıklarını, özellikle bugün hala geçerli olan temel kapitalizm eleştirisini çok değerli bulmakla birlikte, görüşlerinin temel yönlendiricisi olan deterministik anlayıştan hep şüphe ettim.

Türkiye’de çoğu insan Marx’ı ve Marksizmi ya kulaktan duyma veya en az bunun kadar beter olan ‘Felsefenin Temel İlkeleri’ adlı kitaptan öğrendi; doğrudan kaynağından Marx okuyanların sayısı sanırım gerçekten çok azdır ülkemizde.

Onlardan biri olan, hatta ‘uzman’ kabul edilmesi gereken Serdar Turgut’u çok kızdırmak pahasına, 20’li yaşlarda bir grup arkadaş olarak aslında Marx’ın doğru bir teori yazdığını ama bu teorinin (onun diyalektiği ödünç alırken Hegel’e söylediği gibi) baş üstü durduğunu, ama bizim teoriyi alıp ayaklarının üstüne oturttuğumuzu söylemeye başladık.

***

Zaten biliyorsunuz ama tekrar edeyim: Marx’ın ‘Diyalektik Materyalizm’ine göre tarihin oku hep ileriyi gösterir. Peki bu ilerleme nereye kadar olacaktır? Komünizm aşamasına kadar. Ondan sonra tarih sona erecektir (Tarihin bir sonu olacağını, insan ve toplum gelişmesinin kemale erip öyle kalacağını öngören bir başka isim, hayır Francis Fukuyama değil, Alman filozof Hegel’di. Zaten Marx diyalektik anlayışını Hegel’den almış, ‘Baş üstü duruyordu, ben düzelttim ayaklarının üstüne oturttum’ demişti. Anlatıyorum, biz de Marx’ı düzeltmeye uğraşıyorduk işte!).

Tarihin sonu olur mu olmaz mı, insanlık tarihi hep ‘ileri’ye ve daha gelişmişe mi gider sorularını burada tartışmıyorum; çünkü şakamızla ilgisi yok.

Marx’a göre tarihin hep ileri gitmesini sağlayan bir ‘motor’ vardı. Bu motor sınıf mücadelesiydi ve motorun (mücadelenin) yakıtı da üretim araçlarına sahip olma kavgasıydı.

Yani, tarih ve insanlık ileri gidiyordu, çünkü üretim araçlarının sahipliği zaman içinde küçük bir azınlıktan esas büyük kalabalığa geçecek, ondan sonra zaten mücadeleye gerek kalmayacak, insanlar sonsuza kadar mutlu mesut ve eşit yaşayacaktı.

***

Marx’ın ‘ilkel köleci toplum’ diye adlandırdığı dönemden beri (yani son 10-12 bin yıldır) insan topluluklarının birbiriyle örgütlü biçimde didiştiğini, kavga ettiğini biliyoruz. Buna sınıf mücadelesi adını verecek olsak bile mücadelenin yakıtı üretim araçlarına sahip olma kavgası olmayabilirdi bize göre.

Şimdi sıkı durun, açıklıyorum: Bize göre tarihin hep ‘ileri’ gitmesini sağlayan sınıf mücadelesinin ana yakıtı üretim araçlarına sahip olma kavgası değil, boş zamana sahip olma kavgasıydı.

Gerçekten de, bana göre Marksizme ağır bir hakaret olan ‘Felsefenin Temel İlkeleri’ adlı kitaptaki (ki bugün herhalde telif hakkı artık serbest olduğundan sekiz ayrı yayınevi tarafından basılmış halde satılmaya devam ediyor, demek ki ilgi görmeye devam ediyor) ‘üretim araçları’ kelimelerinin yerine ‘boş zaman hakkı’ kelimelerini koyacak olursanız bu kitapta anlatıldığı haliyle teorinin hala çalışmakta olduğunu göreceksiniz.

Önce feodal lordlar başkalarını çalıştırıp kendilerine boş zaman yaratıyordu; sonra burjuvalar aynı şeyi yapmaya başladı. İşçi sınıfının bütün mücadelesi de boş zamanını arttırmak içindi. Gün gelecek bütün işleri makineler yapacak veya herkes ancak gerektiği kadar çalışacak, boş zamana sahip olma konusunda eşitliğe ulaşılacaktı.

***

Boş zamana sahip olma çabası gerçekten de tarihin itici motor yakıtıydı. Uygarlığı bugüne kadar hep boş zamanı olanlar ileri götürmüştü. Ekonomiden bilim ve teknolojiye bütün gelişmeleri yeterince boş zamanı olan ve bu sayede bir odaya girip ‘boş işler’le uğraşan birilerine borçluyduk.

Isaac Newton yıllarca Cambridge Üniversitesinde çalışmıştı ama hiç ders vermemişti, zamanını odasında geçiriyordu. Meşhur Newton Kanunlarını veba salgını nedeniyle kapanan üniversitesinden annesinin evine gittiğinde, bahçedeki elma ağacının altında vakit geçirirken yazmıştı.

Sadece bilimdeki değil, başka pek çok alandaki ‘ilerleme’yi de insanların boş zamanlarına veya zamanı boşaltma arzusuna borçluyuz. Sanayi devrimini başlatan ve modern kapitalizmi yaratan dokuma makinesi örneğin, yüzlerce işçinin bir günde yaptığı işin birkaç saatte yapılması için icat edilmişti.

Eskiden bir ülkeden diğerine seyahat edip geri gelmek aylar, haftalar sürebiliyordu. Bugün uçağa binip en fazla 14-15 saatte dünyanın öteki ucuna varabiliyoruz. Buna ‘hayatın hızlanması’ demek yerine ‘boş zamanın artması’ adını vermek mümkün.

Ama veremiyoruz, çünkü kapitalizm bizi mesela uçağa binerek kazandığımız o sürede başka işler yapmaya zorluyor. Oysa bizim daha az çalışmak, daha çok boş kalmak için uğraşmamız lazım.

***

Gençliğimizde epey ayrıntılandırdığımız şakamız kabaca böyle bir şeydi. Şimdi hazır bayram tatili, belki biraz aklınızı çeler diye anlattım bu öyküyü.

Herkese mutlu, sağlıklı, umut dolu bir bayram dilerim.

Şeker Bayramı mı Ramazan Bayramı mı? Hayır, dayanışma ve sevginin bayramı

Şeker Bayramı mı Ramazan Bayramı mı? Hayır, dayanışma ve sevginin bayramı

Ben çocukken bugün başlayan bayramın adı ‘Şeker Bayramı’ydı, ben öyle öğrendim. Sonra ülkemizin şiddetli kültür savaşı ortamında bayramın adı Ramazan Bayramı oldu; şimdi kimse ‘Şeker Bayramı’ diyemiyor bile.

Oysa bu dini bayramın bir de orijinal adı var; ben Murat Ülker’den öğrendim: Fitre Bayramı.

Arapçada fitre kelimesi ile iftar kelimesi aynı kökten geliyor. Bayramın adını başka türlü söyleyecek olursak ‘İftar Bayramı’ da diyebiliriz yani.

Bu yıl üç aşağı beş yukarı aynı zamanlara denk geldi; diğer semavi dinler Yahudilik ve Hıristiyanlığın Hamursuz ile Paskalya’sı da aslında Ramazan’la ve Fitre Bayramı ile birbirine benzer.

Hamursuz’da Yahudiler mayalı yiyecek tüketmez; Hazreti İsa’nın çarmıha gerilip öldürülmesini ve sonra ruhunun göğe yükselişini anan Paskalya öncesinde de Hıristiyanlar oruç tutar, et ve hayvansal gıda tüketmez.

Gerek Müslümanlar, gerek Hristiyanlar ve gerekse Yahudiler bu oruç dönemlerinin sonunu bayram olarak kutlar. Yani aslında orucun bitmesini kutlarlar (Latin dillerindeki ‘Karnaval’ kelimesi ‘Carnivore’ yani etobur kelimesinden gelir).

Müslümanlarda ibadetin bir unsuru olan fitre aslında bir çeşit toplumsal dayanışmayı ifade eder. Gücü olanın olmayana yardım etmesini, herkesin gücü kadar toplumsal dayanışmaya katılmasını, sevginin yayılmasını ister.

Diyanet’in bu yıl için belirlediği 130 liralık fitre bedeli bazılarımıza komik gelebilir ama unutmayın bu minimum miktar; durumunuz uygunsa daha fazlasını vermenize bir engel yok.

Kısacası şu: Bir bayramın adını bile kavga konusu yapmayı başarmış bir millet olarak belki de şöyle bir adım geri çekilmeli ve karşılıklı sevgiye, dayanışmaya, onun bizi biz yapmasına daha fazla odaklanmalıyız.

Bayramınızı bir kez daha kutlarım.