11-04-2024
İsmet Berkan

Durdurun zamanı, inecek var… Serdar Turgut inmek istiyor

Durdurun zamanı, inecek var… Serdar Turgut inmek istiyor

Bu araların gözde TV dizisi Üç Cisim Problemi’nden bir monolog çok meşhur oldu. Ben dahil pek çok kişi ve son olarak da Serdar Turgut bu çarpıcı monoloğu köşesine alma ihtiyacı duydu.

Dizide uzaydan dünyayı istilaya gelmekte olan TriSolarisliler adına konuşan ‘Sofon’ adı verilen yapay zeka bir yerde insanlık için şöyle diyor: “Avcı-toplayıcılıktan çiftçiliğe geçmeniz 90 bin yıl sürdü. Peki ondan sonra sanayiye geçmeniz?.. Yaklaşık 10 bin yıl. Atom enerjisi?.. 200 yıl. Bilgisayar çağı?.. 50 yıl.”

Uzaylıya göre insanlık için bir sonraki aşama füzyon enerjisi çağı ve o Sofon’u da var eden atomaltı güçlere hükmetme becerisi. 

Romanda ve dizide uzaylılar 400 yıllık istila yolculuklarında insanlar onlardan daha ileri noktaya gelemesin diye dünyada bilimsel ilerlemeyi durduruyor. Parçacık hızlandırıcıları yanlış sonuçlar vermeye başlıyor, füzyon araştırmaları çıkmaza giriyor, başka pek çok alanda aksaklık yaşanıyor.

Gerçek hayatta bildiğimiz bir uzaylı istilası tehlikesiyle karşı karşıya değiliz. Dolayısıyla insanlığın bilimsel ve teknolojik ilerlemesini durduran bir ‘Sofon’ sadece romanda (ve dizide) var.

Romanın öngördüğü hızlı gelişme sürüyor anlayacağınız ve bu gelişme pek çok kişiyi endişelendiriyor. 

Yapay zeka kimlere tehdit?

Serdar Turgut’un bana laf attığı yazısı gayet insani bir durumu yansıtıyor aslında. Yapay zekanın insanlığın sonunu getirdiğine dair bir endişesi var, beni de ‘yapay zekasever’ olarak tanımlıyor.

Önce bir konuya açıklık getireyim, yazılarımı okuyanlar zaten anlamıştır: Yapay zekayı sevmek veya sevmemek gibi bir duygu içinde değilim. Aksine yapay zekanın aslında geri zekalı olduğunu daha yeni yazdım.

Ama tabii yapay zekanın geri zekalılığı içimizdeki en iyilerle kıyaslandığında geçerli. Yoksa pek çoğumuzun konuşma, yazma ve okuduğunu anlama yeteneğinin yapay zekanın gerisinde olduğu belli.

Uzun zamandır İngilizce kitapları Amazon’un Kindle adlı tablet okuyucusundan e-book olarak okuyorum. Çünkü fiziki kitabı İngiltere veya Amerika’dan getirtmek hem pahalı hem zaman alan bir şey. Buna karşılık Kindle’da bir kitabı daha piyasaya çıktığı gün okumaya başlayabiliyorum, bu avantaj benim için önemli.

Kindle cihazım uyku halindeyken ekranında bir takım kitap reklamları gösteriyor. Bunlar çoğunlukla Amazon’un kütüphaneme veya son okuduğum kitaplara bakıp bana önerdiği kitaplar. Ama son zamanlarda hiç ilgimi çekmeyecek bir takım çocuk kitabı reklamları da beliriyor Kindle ekranında. Biraz eşeleyince anladım, bu reklamlardakilerin tamamı yapay zeka tarafından yazılan çocuk kitapları. Serdar’ın bir korkusu gerçek olmuş anlayacağınız: Yapay zeka roman da yazıyor.

Yazıyor ama kim okuyor? İşte dediğim gibi, zeka ve bilgi seviyesi yapay zekanın gerisinde olanlar…

19. yüzyıla nostalji duymak

Serdar Turgut sadece yapay zeka endişesini dile getirmekle kalmamış; neredeyse her türlü teknolojiye karşı bir pozisyona girmiş ama tabii teknolojiden kaçınamayacağını biliyor, ‘Bir denge oluşturmak lazım’ diyor.

Serdar’ın yazısında şu cümle ilgimi çekti: ‘Teknolojinin hayatımızda hiç olmadığını düşünsek benim için iyi hayat tek başına sessizlik ve sakinlik içinde okuma ve yazmaya adanmış bir hayattı.’

Ne güzel bir hayal. Aslına bakacak olursanız Serdar’ın bu ‘iyi hayat’ı oluşturmasına hiçbir engel yok. Yanına kitaplarını ve kalem kağıdını alıp sessiz sakin bir yere gidebilir; teknoloji buna engel değil.

Serdar Turgut’un yazısını okuduğumda aklıma onun da pek çok kez gözlemlediğini düşündüğüm bir grup insan geldi: 

Özellikle New York’un 42. caddesinde ve Brooklyn’in Williamsburg mahallesinde yoğun biçimde gözlenen, özel bir Yahudi tarikati olan Hasidikler.

Bizdeki İsmailağa Cemaati gibi kendilerine özgü giysileri olan ve İbranice ile Almanca karışımı Yidiş dili konuşan bu topluluk dinen ‘ultra ortodoks Yahudi’ kabul ediliyor; yani en muhafazakar tarikatlardan biri. Giysileri 19. yüzyıldan beri değişmemiş. Çocuklarına akıllı telefon kullanmayı yasaklıyorlar. Kadınların başı örtülü (sokakta peruk takıyor bu kadınlar).

Her bakımdan moderne ve teknolojiye direniş halindeler ve ellerinden gelse 19. yüzyılda yaşamak istiyorlar.

Peki neden 19. yüzyıl? Yahudilik üç bin yıllık tarihi olan bir din. Neden üç bin yıl öncede değil de 19. yüzyılda?

Serdar’ın yazısı elimde değil, bana bu grubu çağrıştırdı. Çünkü o da insanlık tarihinin on binlerce yıllık tarihinin içinden kendine örnek olarak 19. yüzyıl Fransa’sını, Fransa’nın ‘Mutlaka modern olmak gerekir’ demiş şairi Baudelaire’in ressam Courbet tarafından yapılmış portresini seçmişti. Ona göre ‘iyi yaşam’ tam o resimdeki yaşamdı.

Neyse, herkesin nostaljisi kendine. Benim de kendime göre nostaljilerim var elbette ve nostaljinin mantıklı olmak zorunda olmadığını biliyorum.

Eskiden geleceği özlerdik, şimdi neden nostaljiğiz?

Serdar’ın yazısında dile getirdiği pek çok mesele var, bunlardan biri insanlar arasındaki temel bir ayrımla ilgili sanırım. Bazılarımız, hatta çoğumuz bazen geçmişte bir zaman diliminde yaşamayı özlüyoruz, bu belki bize daha güvenli geliyor.

Ama ben bir başka şey daha hatırlıyorum: Bir zamanlar hep birlikte gelecekte yaşamayı özlerdik; gözümüz geleceğe dikiliydi, ümidimiz bilimde ve teknolojideydi. Ne oldu da çoğumuz bundan vazgeçtik, geçmişte yaşamayı ister hale geldik, bilmiyorum.

Kanadalı yazar Douglas Coupland’ın ‘kült roman’ı meşhur Generation X sanırım kuşakları böyle harflerle adlandırmayı başlatan eser aynı zamanda. Bu romanda X kuşağından söz edilirken İngilizcesiyle ‘ultra short-term nostalgia’ diye bir tabir kullanılır: ‘Bu sabah her şey daha güzeldi.’

Geleceğin bazılarımız için endişe verici olduğunu yazar 1991’de; 33 yıl önce böyle gözlemiştir. X kuşağı yani 1960-78 arasında doğanlar roman yazıldığı sırada hala 20’li yaşlarındadır (Yazarın kendisi de 30 Aralık 1961 doğumlu, yani 62’li sayılır. Romanı 29 yaşında yayınlamış).

Aslında ilerleme 100 yıl önce durdu

Bu yazının başında aktardığım Üç Cisim Problemi romanında sözü edilen insanlığın hızlı ilerleyişi sanki büyük bir gerçekmiş gibi algılanıyor, ama değil. Sosyal medya çağında, her şeyin 140 karaktere sığmak zorundaymış gibi olduğu zamanlarda bu çeşit özetlemeler yapılıyor, ama söylenen bir yarım gerçek aslında.

Doğrudur, tarımı keşfetmemiz 190 bin yıla yakın zaman aldı; sanayiye geçmemiz 10 bin yıl, sanayiden atom çağına geçmek ise 200 yıl kadar sürdü. Ama Serdar Turgut dahil pek çok kişiye bugünlerde ‘baş döndürücü’ gelen bilimsel gelişme son 100 yıldır tıkanmış durumda aslında.

Evet, elbette her gün ortaya yeni teknolojik yenilikler çıkıyor, yapay zeka giderek yaygınlaşıyor, tıptan mühendisliğe pek çok alanda önemli ilerlemeler oluyor ama bütün bunları bize veren temel bilimimiz 100 yıldır yerinde sayıyor.

Fizik biliminin en uç noktası olan kuantum alan teorisinde son büyük sıçramayı 1927’de yaşadı insanlık. Werner Heisenberg ve Erwin Schrödinger’in kuantum mekaniğini kuran alan denklemlerinden sonra bilimsel ilerleme adına çok da fazla bir yol alamadık atomaltı evreninde.

Ama bu son 100 yılın boşa geçtiği anlamına da gelmez. İnsanlık belki de çok büyük yeni bir sıçramanın eşiğinde.

Bir devrimin içinde yaşıyoruz

Bilimsel gelişme son 100 yıldır durakladı, ama teknoloji sayesinde insanlık artık yeni bir çağın içinde ve Serdar Turgut dahil gelecek endişesi taşıyanlar haksız değil, eskiyi yok edip geçen bir devrimin içinde yaşıyoruz. İçimizden bazıları (Serdar Turgut dahil) ‘Durdurun zamanı, ineceğim’ diyor, ama korkarım inmenin tek yolu o Hasidikler veya bizdeki İsmailağa Cemaati gibi kendini zamanın dışına çıkarmak, bir köşede hayatını yaşamak.

Biz gelin yarını, o geleceği ve insanlığın girmekte olduğu yeni yolu konuşalım. Belki Serdar Turgut da kendine güvenli bir liman bulur orada.

Vatandaşlık satışı: Malta-Türkiye farkı

Vatandaşlık satışı: Malta-Türkiye farkı

Başkalarına para karşılığı vatandaşlık satan tek ülke Türkiye değil. Türkiye’nin farkı bu satışı oldukça ucuz bir fiyata ve yeterince incelemeden yapması.

Bir tanıdığım birkaç yıl önce Avrupa’ya daha rahat seyahat edebilmek amacıyla AB üyesi Malta’dan vatandaşlık satın aldı. Oldukça pahalı bir vatandaşlıktı; gerçekten ciddi miktarda parayı o ülkeye aktarmak, ülkenin aslında düşük faizli hazine bonolarını satın almak zorunda kaldı tanıdığım.

Ama esas mesele para değildi. Malta hükümeti tanıdığım bu kişiye vatandaşlık vermek için inanılması zor derinlikte bir araştırma yaptı. O kadar ki, yıllar önce kaybettiği babasının 50 yıl önce kurduğu bir şirketteki ortaklarına kadar pek çok konuda sorulara cevap vermek zorunda kaldı tanıdığım.

Sonunda Malta vatandaşı olmayı başardı, ama o süreçte pek çok kez pişmanlık yaşadı.

Buna karşılık, son örneği bugün 10Haber’de var, hem Interpol hem de Amerikan FBI’ı tarafından aranan bir uyuşturucu çetesi şefi, polisin sisteminde arandığına dair parmak izine kadar kayıtlar olan bir kişi neredeyse hiç zorluk yaşamadan Türkiye vatandaşı olmayı başarmış. Polis onun TC vatandaşlığı kazandığını operasyonla yakaladığında öğrenmiş. En fenası şu: Vatandaş olduktan sadece iki ay sonra yakalanmış polise. Yani polis iki ay erken davransa vatandaşlık için parmak izi vermeye geldiğinde onu zahmetsizce yakalayabilirmiş zaten.

Biz pasaportumuzu ucuza satmakla kalmıyor, vatandaşlık verdiklerimizin kim olduğunu doğru dürüst araştırmıyoruz bile. Bu yüzden de yurtdışındaki mafya liderleri dahil suçlular için ‘güvenli liman’ oluyoruz, onların kara paralarını getirmesine teşvik sağlıyoruz.

Yazık bu ülkeye.