22-04-2024
İsmet Berkan

32 yıl önce panik halinde verilen bir karar bugünün Türkiye’sini nasıl belirledi?

32 yıl önce panik halinde verilen bir karar bugünün Türkiye’sini nasıl belirledi?

Bir gerçeği hep hatırlamakta fayda var: Bugün Türkiye’de yaşayan insanların yarısı 34 yaşından küçük. Yani 1990 yılında ve sonrasında doğdular.

Nüfusun bu genç yarısı Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz nesli belki de. Çünkü hepsi PKK adlı terör örgütünün en çok kan döktüğü, devletin de PKK’yla çok sert mücadele ettiği, bu mücadelesi sırasında sık sık hukuk dışına çıktığı dönemlerde doğdu, büyüdü. PKK’nın olmadığı bir zamanı da, Batı ülkelerinde gördüğümüz türde bir demokratik hukuk devletini ve onun sağladığı özgürlükleri de hiç görmediler.

Nüfusun diğer yarısı da şanslı falan değil. Aralarında benim de olduğum 34 yaşından büyükler, yani 1989 ve ondan önceki yıllarda doğanlar da demokratik hukuk devleti ile onun özgürlüklerini görmedi; ayrılıkçı PKK terörünün hiç olmadığı dönemi de devletin Kürtlere karşı daha yumuşak olduğu dönemi de bilmiyoruz aslında.

Hatta şöyle diyebilirim: O yaşlı kuşaklar Türkiye’de ‘Kürt’ diye etnik bir nüfus olduğunu, ‘Kürtçe’ konuştuklarını oldukça ileri yaşlarında öğrendi ve bir bölümü ciddi şaşkınlığa uğradı bu öğrendikleriyle.

Kürt sorunu hep vardı

Oysa Türkiye’nin bir ‘Kürt sorunu’ her zaman vardı; Osmanlı’dan mirastı. Zamanında Atatürk de bu konuyla meşgul olmuştu, İsmet İnönü de, Celal Bayar ve Adnan Menderes de. İsyanlar yaşanmış, ayaklanmalar çıkmış, askeri tedbirlerle bastırılmış, zaman zaman devlet içinde ‘Kürt raporları’ hazırlanmış, soruna çözüm aranmıştı ama hiçbir şey yapılmamıştı. Kürt sorunu zaman zaman kabuk bağlasa da o yara hiçbir zaman iyileşmemişti, her fırsatta kabuk kalkmış, yara yeniden kanamaya başlamıştı.

Ben 1979 yılının sonlarında gazeteciliğe Cumhuriyet gazetesinde spor servisinde başladım. İnönü Stadı’nda oynanan bir Beşiktaş-Diyarbakırspor maçı hatırlıyorum, Beşiktaş taraftarının kalesi sayılan kapalı tribün boyunca boydan boya ‘Şarkın yıldızına Apo’dan sevgilerle’ yazılı bir pankart asılmıştı. Polis onu neden sonra kaldırabildi. Onu oraya asanlar Beşiktaşlılar değildi, o zamanlar ‘Apocular’ adıyla bilinen PKK’lılardı.

Devletin PKK tarihi bir yalanla başlıyor

Devletimize göre PKK ilk eylemini 1984’te yaptı. Bu bile yalandı. Çünkü yıllar sonra rahmetli Cüneyt Arcayürek’in ‘Açıklıyor’ serisi kitaplarında okuduk, 1979’da zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’e PKK’nın Urfa Siverek’te Bucak aşiretine yaptığı saldırıyla ilgili çok çarpıcı bir değerlendirme notu sunulmuştu. Devletin güvenlik birimleri PKK’nın varlığının farkındaydı.

Resmi olarak 40 yıldır, gerçekte ise 50 yıla yakın zamandan beri devam eden PKK varlığı ve terörü Türkiye’de ‘devlet aklı’ denen şeyin ne kadar akılsız; sivil demokratik siyasetin ise sorun çözmekten ne kadar uzak olduğunun canlı kanıtı aslında. Bugün bile çözümü ‘kafalarına vurup susturmak’ta arıyoruz, bakın bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Irak’ın başkenti Bağdat’ta PKK terörüne karşı büyük bir işbirliği anlaşması imzalayacak. Artık iki devlet bir arada PKK ile savaşacak!

10Haber’de bugün Masum Gök’ün bulup getirdiği 1992 Aralık tarihli MGK belgesi gerçekten ibretlik bir şey.

Saddam Türkiye’nin Kürt sorununu nasıl değiştirdi?

Irak’ın diktatörü Saddam Hüseyin 1988 yılında ülkesinde yaşayan Kürtlere karşı kimyasal silah kullandığı büyük bir katliam yaptı. Halepçe Katliamı diye bilinen bu katliamdan kaçan Kürtler o yıl Türkiye’ye sığındı.

Aynı Saddam Hüseyin üç yıl sonra 1991’de Kuveyt’i işgal edip sonra da Amerika ‘Birinci Körfez Savaşı’nı yaptıktan sonra, savaşta yenildiği ve şimdilik iktidarını kurtardığı halde bir kez daha Kürtlere saldırdı. O saldırınca ikinci bir göç dalgasından korkan Türkiye ‘Çekiç Güç’ adı verilen uluslararası koruma gücünü kabul etti, Saddam’ın Kuzey Irak’ta askeri güç kullanması engellendi.

Ama Saddam buna cevap olarak kendi askeri kışlalarını ve silah depolarını bölge dışı bir aktör olan üçüncü bir Kürt oluşumuna, PKK’ya açtı. Ve bu karar Türkiye’yi bugün ’90’ların karanlığı’ diye bildiğimiz feci döneme soktu.

PKK Saddam’ın desteğiyle Kuzey Irak’a yerleşmesi sayesinde Türkiye’deki eylem kapasitesini inanılmaz arttırdı. 1992 yılı Türkiye’de devletin panik yılı olarak tarihe geçti. Devlet içinde her kafadan bir ses çıkıyordu; kimse PKK’ya ne yapılması gerektiğini bilmiyordu.

Devletin içinde ‘Halaskar Zabitan’lar ortaya çıkıyor

PKK’ya karşı güvenlik mücadelesi veren ordu içinde bile ayrılık vardı. Bu ülke topraklarında her kaos döneminde olduğu gibi kendilerine ‘kurtarıcılık’ atfeden bir takım ‘Halaskar Zabitan’lar belirdi. Örneğin bir grup jandarma subayı devletin, hükümetin, Genelkurmay’ın veya Jandarma Genel Komutanlığı’nın bir karar almasını beklemeden ‘JİTEM’ adıyla bilinen son derece karanlık bir mücadele birimi kurdu. Bu kuruculardan en ünlüsü daha sonra bizzat kendi devleti tarafından öldürülen Cem Ersever’di. O gerillaya karşı gerilla tarzı ve hukuk dışı bir mücadele verilmesi taraftarıydı, itirafçı olmuş PKK’lılardan oluşan bir katiller grubu kurmuştu, faili meçhul cinayetler işletiyordu.

Dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in kendine göre farklı mücadele fikirleri vardı. Bunları oturup bir rapor olarak yazıp dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a bile göndermişti.

Cumhurbaşkanı Özal’ın PKK ile ve Kürt meselesiyle başa çıkma konusundaki fikirleri de devletin geri kalanından epey farklıydı. Gerektiğinde ‘Sansür Sürgün Kararnamesi’ adı verilen son derece sert önlemlere de imza atan Özal bir yandan da ‘Kürt’ kelimesini en çok telaffuz eden isimdi.

Başbakan Süleyman Demirel daha 1991’de işe ‘Kürt realitesini tanıyoruz’ diyerek başlamıştı ama bu konuda neredeyse hiçbir adım atmamış, ‘Kürt sorunu’nu çözmeye hiç eğilmemişti.

İktidar birden Genelkurmay’a geçiyor

Bir başka uçta ise Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş vardı. Kendi Cumhurbaşkanına kamuoyu önünde kafa tutacak kadar sertti, ama ordudaki kaynaşmanın ve farklı fikirlerin de farkındaydı.

Nitekim noktayı da o koydu sonunda; sivil siyaset ve devletin diğer karar verme mekanizmaları PKK’nın artan terörü karşısında felç olmuş, paniğe girmişken bir asker olarak karşısındaki sorunla sert askeri yöntemlerle mücadele etmekten, masaya yumruğunu en sert vuran insan olmaktan başka çözüm bulamadı. Askeri otorite karar verince sivil demokratik siyaset birden sorumluluğundan kurtuldu ve askerin her dediğinin kabul edildiği, sivillerin yegane görevinin askere bu mücadeleye kaynak sağlamak ve kalkan olmak olduğu yeni ve uzun bir döneme girildi.

O dönemde kamuoyuna ‘TSK’nın PKK ile mücadelede strateji değiştirdiği, artık alan kontrolu uyguladığı’ duyuruldu. Peki ama ‘alan kontrolu’ neydi? Sadece askeri bir taktikten ibaret değildi bu; PKK’ya karşı mücadelede topyekûn anlayış değişikliğiydi.

Madem bu bir ‘savaş’

Doğan Güreş ve kurmay heyetine göre PKK ile mücadele bir ‘topyekûn savaş’tı; ama karşıda ordu değil bir gerilla gücü vardı, öyleyse bu bir ‘asimetrik savaş’tı ama yine de adı ‘savaş’tı. Öyleyse bir savaşta toplumun bütün ‘milli güç’ unsurları, yani tamamı nasıl hareket ederse PKK’ya karşı da öyle hareket edilecekti.

10Haber’in bugün yayınladığı haberde sözü edilen MGK belgesi devletin kendi milletine karşı yapacağı ‘psikolojik harekat’ın belgesi.

Daha belgenin başlangıcında ‘demokratik hukuk devleti kuralları’ ile bu mücadelenin ancak bu kadar yürütülebildiği söyleniyor. Mefhumu muhalifinden gidersek, ‘Demokratik hukuk devleti kurallarına saygı bir yere kadar’ denmiş oluyor. Nitekim devletin kendi milletine karşı psikolojik harekat planları yapmasının zaten demokrasiyle de hukuk devletiyle de ilgisi yoktu.

Demokrasi böyle rafa kalktı

İşte Türkiye’nin demokrasiden, hukuk devletinden, insan haklarından uzaklaşmaya başlamasının miladı 1992 yılı sonbahar aylarında Milli Güvenlik Kurulu’nda üstü kapalı kararlar alınmaya başlaması oldu. O sırada bu kurula Cumhurbaşkanı olarak Turgut Özal başkanlık ediyordu, Süleyman Demirel Başbakandı. Sonra Özal öldü, Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller de Başbakan oldu, ama MGK kararları alınmaya, Türkiye için karanlık bir dönem açılmaya devam etti.

PKK ile mücadele Türkiye’nin en önemli belirleyicisi olmuştu ve bu mücadelede gerçek iktidar Genelkurmay karargahı ile MGK Genel Sekreterliği’ydi. Siviller kendi istekleriyle Türkiye’nin en önemli konusunu yönetmekten vazgeçmiş, askerin kendi kendine aldığı kararları sorgulamamıştı bile.

Bakın, devletin Türk milletine karşı topyekûn psikolojik harekat yapmasını öngören belgede izin vermek ne kelime bunun yapılması için direktif veren Süleyman Demirel ve Gökberk Ergenekon gibi sivillerin de imzası var. Son 30 yıldır biz bu psikolojik harekatın içinde yaşıyoruz; ülke nüfusunun yaşı 34’ten küçük olan yarısı bütün ömrünü bu psikolojik harekatın etkisi altında geçirdi.

Hepimizin DNA’sı değişti

Bu harekat ülkemizin DNA’sını, bütün düşünce üretme sistematiğini değiştirdi. Bugün devletin düşündüğünden farklı düşünmek hepimiz için çok zor. Devlet hepimize PKK ile mücadelede tek bir yol olduğunu, o yolun da gördüğümüz her PKK’lıyı öldürmek olduğunu zorla öğretti, şimdi farklı en ufak şey söyleyeni hemen ve kolayca ‘vatan haini’ diye niteleyebiliyoruz.

Bu nitelemeyi son birkaç yılda öyle abarttık ki Kürt siyasi hareketinin partisine oy veren altı milyonu aşkın vatandaşımıza da artık doğrudan ‘vatan haini’ muamelesi yapıyoruz, o oylara talip olan partileri ‘İhanete ortaklık etmek’le suçlayıp netice alabiliyoruz.

10Haber’in belgesini yayınladığı MGK Genel Sekreterliği artık neredeyse yok hükmünde bir devlet kurumu, onun bu psikolojik harekatı planlayan Toplumla İlişkiler Başkanlığı ise artık zaten yok.

Ama ne gam. 32 yıl önce başlayan psikolojik harekatın yetiştirdiği ‘genç siviller’ artık dışarıdan birinin itmesine gerek olmadan ‘durumdan vazife çıkarıyor’. Bir zamanlar Genelkurmay’ın karanlık odalarında hazırlanan psikolojik harekat planlarını artık ‘sivil’ kurumlar, mesela Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı hazırlayıp yürütüyor.

Bu konuya yarın da devam edeceğim.

Hamas’ın tutum değişikliği fark yaratacak mı?

Hamas’ın tutum değişikliği fark yaratacak mı?

İsrail’in Gazze’deki askeri operasyonları bütün ağırlığıyla devam ediyor. Bu devlet Gazze’nin Güney ucundaki mülteci şehri Refah’a askeri operasyon yapma planlarını hala koruyor. Başta ABD olmak üzere bütün dünya da İsrail’in bu olası harekatını engellemeye çalışıyor.

Çalışıyor ama sorun son derece karmaşık; dünya her ne kadar iki tarafı eşit ağırlıkta bir denklem kurmak istiyorsa da o eşitliğin iki yanına yazılmayı bekleyen çok sayıda bilinmeyen ve çok sayıda niceliği sürekli değişen unsur var.

Bu unsurlardan biri hiç kuşkusuz Gazze’nin hakimi durumdaki Hamas’ın kendisi. Hamas ABD öncülüğünde yürütülen bir ateşkes girişiminde ateşkesin gerçekleşmemesinin müsebbibi olarak şimdilerde ateş altında. O kadar ki bu örgütün siyasi bürosuna ev sahipliği yapan Katar bile ‘Hamas’ı kov’ baskılarıyla karşı karşıya. Baskıyı yapan ABD; oysa Katar yıllar önce Hamas’ı ABD’nin talebiyle kabul etmişti.

İşte bu ortamda Türk Dışişleri Bakanı Hakan Fidan önce Katar’a gidip Hamas siyasi lideri İsmail Haniye ile görüştü. Bu görüşmede bir ‘ilerleme’ kaydedilmiş olmalı ki Haniye cumartesi günü İstanbul’a geldi ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la da görüştü.

Hamas’ın bu iki görüşmede tutumunu yumuşattığı görülüyor. Birincisi, Hamas’ın İsrail’in bir Filistin devleti kurulmasını kabul edip 1967 sınırlarına dönmesi halinde kendi askeri kanadını lağvedeceğini ilk kez telaffuz etmesi. İkincisi ise Hamas’ın Gazze’yi yönetme konusunda diğer büyük Filistin örgütü El Fetih’le iktidarı paylaşmaktan söz etmesi.

İsrail Refah’a operasyona hazırlanırken bu tutum değişiklikleri ne kadar anlamlı bilmiyorum. Çünkü acil olan ateşkese ulaşmak ve sonra da onun kalıcı olmasına çalışmak.

İsrail’in iki devletli çözümü kabul etme ihtimali şimdilik ufukta görünmüyor; büyük olasılıkla Amerikan seçiminin sonucu belli olana kadar da görünmeyecek.