Günümüzün medya düzeni de, Cumhurbaşkanı’nın uçağındaki fotoğraf da şans eseri oluşmadı
Bugün okuduğunuz 10Haber geçmişle kıyaslanınca oldukça mütevazı şartlarda ve yine geçmişle kıyaslanınca oldukça dar bir kadroyla hazırlanıyor her gün ve önünüze çıkıyor.
Ben 10Haber’i ilk olarak 2017 yılında Turkcell’in o zamanki CEO’su Kaan Terzioğlu’nun talebi üzerine, Türkiye’nin bu dev cep telefonu operatörünün ‘Dergilik’ adlı app’i için hazırlamaya başladım.
Amaç ve hedef sabah güne başlamak isteyen insanlara geride kalan günün kolay okunabilir kısa özetini sunmaktı. Turkcell’de yeni yönetim gelip ‘Biz artık bunu istemiyoruz’ diyene kadar bir yıldan fazla yayınlandı, oldukça da başarılı oldu. Sabahları 750 binden, akşam baskılarında ise 450 binden fazla insan 10Haber’i Dergilik üstünden açıp okuyordu.
10Haber’e uzun süre ara verdim, sonra salgın zamanı bu kez elektronik posta bülteni olarak yeniden yayınlamaya başladım. Sabahları, daha doğrusu herkesin uyuduğu sabaha karşı saatlerde kalkıyor, 10Haber’e konacak haberleri seçmek için medyayı bir RSS Feeder üstünden tarıyordum.
Gazeteleri ve web sitelerini doğrudan web’den değil de RSS üstünden taramanın bir avantajı var: Sizin web’de göremediğiniz ve göremeyeceğiniz ‘haberler’i de görebiliyordum bu sayede.
Yıllardır devam eden bu sabahları medyayı RSS’den tarama macerası 45 yıla yakın gazetecilik geçmişi olan beni açıkçası dehşete düşürdü ve düşürmeye de devam ediyor.
Çok kaba bir istatistik vereyim: Sabahları Türk medyasından iki binden fazla başlığı 15’ten fazla web sitesinden tarıyorum. Bu başlıkların yarıdan biraz fazlası aslında aynı haberin birden fazla sitede yayınlanmış hali. Diyelim Tayyip Erdoğan bir konuşma yapıyor, elbette bütün siteler bu konuşmayı haber olarak yayımlıyor, kastettiğim şey bu. Tabii sitelerin satırına dokunmadan veya azıcık dokunarak birbirlerinden haber çaldığını da unutmamak gerek.
Taradığım bu iki bin başlığın geri kalan ikinci yarısı ise kabaca üç kategoriden oluşuyor. Belki 500’den fazla başlık sektördekilerin çok iyi bildiği ‘SEO haberi’ adı verilen, temelde Google algoritmasını kandırıp kendi sitesine trafik çekmeyi amaçlayan başlıklar. En iyi mercimek çorbası tarifinden yıldız fallarına, isimlerin anlamlarından başka abuk subuk şeylere kadar, bir haber kurumunun pek de ilgilenmeyeceği ‘içerik’ler.
Geriye kalan 500 başlığın yarıdan fazlası köşe yazılarından oluşuyor. Son kalan 150-200 başlık ise daha çok şirketlerin gönderdiği basın bültenleriyle sahiden çok az sayıdaki özgün içerik ve haberler.
Neden dehşete düştüğümü söyleyeyim: İlk ve en büyük parçayı oluşturan ve ondan fazla sitenin her birinde yer alan haberlerin tamamı haber ajansları tarafından geçilen haberler. Burada en büyük pay Anadolu Ajansı ile DHA’ya ait.
Anlayacağınız ‘Türk medyası’ adı verilen medya zamanında Sovyetler Birliği medyasını ortaya çıkaran totaliter rejimi kıskandıracak bir durumda. Yayınlanan neredeyse bütün haberlerin iki haber kaynağı var, bunlardan biri zaten devlete ait, diğeri de bugünlerde fiilen bir kamu bankasına ait zaten.
Türkiye’de basın ve medya özgürlüğü hiç olmadığı kadar kısıtlı. Tartışmaya kalksanız bu kısıt birkaç kuvvetli görüş sahibi köşe yazarının işsiz kalması, yazacak yer bulamaması bağlamında konuşuluyor. Oysa işte anlatmaya çalışıyorum: İnanılması güç bir enformasyon kontrolü var Türkiye’de.
Neyin haber olduğuna veya olmadığına çoğunlukla sadece iki temel kaynak karar veriyor. Medya sermayesi neredeyse tümüyle hükümete yakın kişilerin elinde olduğu için hükümetin hoşuna gitmeyecek haberler hemen hiç yayınlanmıyor.
Nasıl yayınlansın ki? Bu haberleri yapacak gazeteci de yok, o gazetecileri çalıştıracak sermaye de…
2001 krizi yaşandığında Radikal gazetesinin genel yayın yönetmeniydim. Temel gelir kaynağımız olan reklam gelirleri bıçakla kesilir gibi kesilmişti. Doğan Grubu kaçınılmaz biçimde tasarrufa yöneldi, maalesef çok sayıda arkadaşımızı işten çıkarmak zorunda kaldık. Bu gazeteci kaybına karşı grup çapında önerilen çözüm grubun haber ajansı DHA’yı güçlendirmek, hiç değilse rutin haberleri ajanstan almaktı.
Bu sebeple bize ‘havuz medyası’ adı takıldı; sözde bir haber havuzu vardı, haberleri oradan alıyorduk. Oysa değil. Açın bakın o zamanın gazetelerini, zaten dar bir kadroyla çalışan Radikal’de bile yayınladığımız haberlerin çoğunluğu özel ve özgün haberlerdi, ‘havuz’dan gelenlerin sayısı çok azdı.
Oysa bir de bugüne bakın. Bütün Türk medyası, muhalifiyle muvafıkıyla havuzdan, sadece havuzdan besleniyor. Üstelik o havuz son derece küçük ve sığ.
‘Halkın haber alma hakkı’ dediğiniz şeyin sınırı o iki ajansın haber olarak geçmeye değer buldukları, web sitelerinin yayınlamayı uygun gördükleri. Koca bir yalanın içinde yaşıyoruz.
Ama bu medya düzeni bir günde kurulmadı. Bakın, o düzenin kurucu adımı 1992’de Milli Güvenlik Kurulu’nun aldığı bir karar ve o karardan sonra hazırlanan ‘Psikolojik Harekat Planı.’ 10Haber üç gündür bu planı yayınlıyor.
Planda ‘daha etkili bir psikolojik harekat’ için kurulması önerilen bir bakanlık var: Enformasyon Bakanlığı.
Bugün bizim öyle bir bakanlığımız (pardon ‘başkanlığımız’) var: Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı.
Türkiye’de enformasyon akışını temelde kontrol eden yer burası. Hiçbir medya mensubu bu başkanlığın haberi ve izni olmadan adım atamaz, atacak olursa zaten mesleğini yapamaz hale gelir, bütün akreditasyonlarını kaybeder.
Bu başkanlık sadece haberlere karışmıyor; TV’lerdeki konuşan kafalar ve onların serdedeceği muhalif veya muvafık görüşler de oranın onayından geçiyor.
Bu başkanlık istediği medya kuruluşunu kendi alanında bir başka tekel olan Basın İlan Kurumu üzerinden ödüllendiriyor, istemediğini de ödülden mahrum bırakıyor.
Gazetecilere ‘gazetecilik ehliyeti’ni, yani basın kartını da bu başkanlık veriyor. Şimdi geriye kaldığı kadarıyla gazeteci milletine bir ‘havuç’ daha geliyor: Yeşil Pasaport. Böylece ‘Avrupa bize vize vermiyor’ haberleri de ortadan kaybolacak, ülkemizin bir sorunu daha duyulmaz hale gelince ‘çözülmüş’ kabul edilecek.
‘Devlet’ ile ‘siyasi iktidar’ın iç içe geçtiği bir dönemde yaşıyoruz. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı adlı bu dev kamu kurumu da ‘devlet hizmeti’ adı altında aslında siyasi hizmet sunuyor.
Artık yadırgamıyoruz bile, devletin bir politika olarak yürüttüğü kampanyalarla siyasetçinin yürüttüğü kampanya birbirinden ayrılamaz hale geliyor.
Örneğin ‘Türkiye Yüzyılı’ programı devlete ait bir program mıdır, Tayyip Erdoğan’ın siyasi programı mıdır? Gel de çık işin içinden.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Cumhurbaşkanı’nın basın sözcülüğü müdür, yoksa devlet çapında iletişim yürüten, gerektiğinde psikolojik savaş uygulayan bir kurum mu?
Bu farkın ne önemi var demeyin. Ülkemizin demokratik hukuk devleti olup olmaması bu farka bağlı.