01-05-2024
İsmet Berkan

Türk yargısı neden adaletsizlik üretme makinesi gibi çalışıyor? İşte rakamlarla cevabı…

Türk yargısı neden adaletsizlik üretme makinesi gibi çalışıyor? İşte rakamlarla cevabı…

Türk Dil Kurumu sözlüğü ‘liyakat’ kelimesinin karşılığını şöyle veriyor: ‘Bir kimsenin kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu; yeterlilik.’

Türkiye’de devletin kamu hizmeti sunduğu her alanda bir liyakat problemimiz var. Elbette yargıda da durum böyle.

Başlangıcını ister Tanzimat Fermanı ve reformları olarak alın ister Cumhuriyet, ülkemizde bağımsız ve tarafsız, daha doğrusu hukuktan başka hiçbir şeyden yana olmayan tarafsız bir yargımız hiç olmadı.

Siyaset ülkemizde her zaman yargı üzerinde etkili ve belirleyici oldu.

Evet, 1961 ve 1983 anayasaları 1924 Anayasasına göre yargı bağımsızlığını daha fazla sağlıyordu ama tarafsızlık yoktu. Yargıda bir devlet zihniyeti vardı, o zihniyet de siyasal iktidarların üstünde vesayet mekanizması gibi çalışıyordu.

Sonra 2010 Anayasa değişiklikleri geldi. Amaç kağıt üstünde yargı bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamaktı ama tam tersi oldu, yargı içinde bir nevi ‘siyasi partiler’ oluştu. En büyük parti de ilginç biçimde FETÖ Partisiydi.

Birdenbire yargının kontrolü başka bir ideolojik çıkar grubunun eline geçti bu anayasa değişikliğiyle. Bu hakimiyet 15 Temmuz darbe girişiminden sonra o FETÖ’cü yargı kadrolarının tümüyle tasfiyesine kadar devam etti. Türkiye o süreçte yargıç ve savcılarının yarısından fazlasını tasfiye etti.

O düzen, yani FETÖ tasfiye edildi, ama yargıda partileşme bir kere başlamıştı, devam etti. Yargıda doğan boşluk, liyakatle değil tam tersine siyasi tavassutla dolduruldu. O kadar ki siyasi partilerde il ilçe yöneticiliği yapmış avukatlar bile hakim ve savcı oldu.

Bu liyakatı son derece tartışmalı yargıç ve savcı çoğunluğunun yarattığı derin yargı kalitesi sorunuyla karşı karşıyayız bugün. Delilsiz mahkumiyetler, delilli beraatler her gün medyada yer alan sıradan haberlere dönüştü.

Bazı rakamlar paylaşacağım 2022 Adalet İstatistikleri’nden.

O yıl savcılıklarımızda 4 milyon 708 bin 205 dosya işlem görmüş, sonuçlandırılmış. Bu sayıya Adalet Bakanlığı’nın sınıflamasıyla ‘Daimi arama kararı verilen dosyalar’ dahil değil (O dosyalar büyük ölçüde faili meçhul kabul edilen olaylar. Örneğin arabanıza park halindeyken biri çarpıp kaçmış, biri evinizin camını kırmış vs gibi mecburen dosya açılan ama hiçbir zaman kapanamayan olaylar).

Savcılıklar bu 4,7 milyon dosyadan 1 milyon 322 bin 151’ine kamu davası açmış. Yani savcılık soruşturmalarının yüzde 28’i kamu davasına dönüşmüş.

Hatırlayın, dün savcılıklarımızda bir dosyanın ortalama işlem süresinin 153 gün olduğunu yazmıştım. Bu dosyaların çoğunda birden fazla şüpheli bulunduğu düşünülecek olursa, hakkında ‘kovuşturmaya yer yoktur’ kararı verilen 2,5 milyon dosya ile ‘diğer kararlar’ kategorisine giren 837 bin dosyanın ne kadar süreyle beklediği daha iyi tahmin edilebilir.

Ceza mahkemelerimiz, yani Ağır Ceza, Çocuk Ağır Ceza, Ceza, Çocuk Ceza, Asliye Ceza, İcra Ceza, Fikri ve Sınai Haklar Ceza mahkemeleri 2022’de toplam iki milyon karar vermiş.

Bunların 867 binden fazlası mahkumiyet, 459 binden fazlası ise ‘hükmün açıklanmasının geri bırakılması’ kararı. Beraat kararı 375 binden, ‘diğer’ kategorisine giren karar ise 307 binden fazla.

Ceza mahkemelerimiz dosyaların 66’sında mahkumiyet (hükmün açıklanmasının geri bırakılması da mahkumiyet aslında) kararı vermiş. Sadece buna bakınca savcılıkların performansını beğenebilirsiniz, açtığı üç davadan ikisinde mahkumiyet almış savcılarımız.

Dün yazmıştım hatırlayın, ülkemizde ceza yargılaması ortalama 254 gün sürüyor. Zaten o yüzden mahkemelerin aldığı karar sayısı açılan kamu davasından fazla. Demek bu mahkumiyetlerin bir bölümü bir, hatta belki iki-üç yıl önce açılmış davalardan.

Biz yine de savcılıklarımızın 100 dosyanın 28’ine kamu davası açması kararından hareket ederek hakkında dava açılan 28 dosyanın 18,48’inin mahkumiyetle sonuçlandığını görmeliyiz.

Ama yargı süreci daha bitmedi, hatta yeni başlıyor. Dosya oradan Yargıtay’ın ilgili ceza dairesine gidiyor. Yargıtay Ceza Daireleri o yıl 355 binden fazla dosyayı sonuçlandırmış. Bu dosyaların 155 binden fazlasına onama kararı verilmiş. Yani yüzde 43,7’sine.

Hatırlayın, herhangi bir ceza dosyasının Yargıtay’da karara bağlanması ortalama 538 gün sürüyordu. Savcılıkta açılan 100 dosyadan devam edelim. Savcılar bunların 28’ine dava açıyor. Yerel mahkemeler 18,5’ini mahkumiyetle sonuçlandırıyor. O mahkumiyetlerin de sadece 8’i Yargıtay’da onanıyor.

Şöyle özetleyebilirim: Savcılıklar 100 kişiye soruşturma açıyor ve onları ortalama 153 gün soruşturuyor. İçlerinden 28’ine dava açıyor. O 28 kişi 254 gün yargılanıyor, içlerinden 18,5’i mahkum oluyor. Onlar Yargıtay’a gidiyor; 538 gün de orada yargılama yapılıyor ve sonunda sekiz kişi hakkındaki hüküm kesinleşiyor.

Geri kalan 92 kişi sebepli veya sebepsiz yere adalet sistemi içinde 153 günden 945 güne kadar değişen sürelerde şüphe altında kalıyor.

Toplumdaki adaletsizlik hissinin neden bu kadar yaygın olduğunu şimdi daha iyi anlıyor olmalısınız.

Taksim’i açmamak için bütün şehri kapatmak

Taksim’i açmamak için bütün şehri kapatmak

İstanbul 16 milyonu aşan nüfusuyla devasa bir şehir. Şehrin merkezinde ise birkaç ilçe birden var: Fatih, Beyoğlu, Şişli ve Beşiktaş.

Bugün bu dört ilçenin bazılarında tamamen, bazılarında ise büyük ölçüde yollar kapalı. Toplu ulaşım yok.

Yani şehrin göbeğinde yaşayan milyonlarca insana valilik ‘Bugünü evinizde geçirin’ diyor; bir nevi fiili sokağa çıkma yasağı gibi.

Oysa bugün bayram. Hem de resmi tatil ve resmi bayram.

Peki neden bayramı bayram gibi kutlayamıyoruz? Neden iktidar Anayasa Mahkemesi’nin özel olarak 1 Mayıs ve Taksim Meydanı için aldığı kararı uygulamıyor?

Mantıklı bir açıklaması yok bunun.

Valilik de, Cumhurbaşkanı da ‘Taksim’de değil Kartal’da kutlayın’ diyor. Neden Taksim’de değil de Kartal’da?

Anayasamıza göre toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak serbest. Ama aynı Anayasanın bir başka maddesi (Madde 14) bu özgürlüğün ‘kanunla sınırlanabileceğini’ söylüyor. Nitekim böyle bir kanun var; bu kanunda da ‘kamu düzeninin bozulmaması için’ valiliklerin nerede toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleneceğine nerede düzenlenmeyeceğine karar verebileceği söyleniyor.

Amacı unutmayın: ‘Kamu düzeni bozulmasın diye…’

Valiliğe göre Taksim’de miting olursa ‘kamu düzeni bozulacak.’

İstanbul polisi ‘kamu düzenini korumak’ için on binlerce bariyeri dün binlerce kamyonla taşıyarak bu saydığım dört ilçedeki yolları ve sokakları kapattı. Kamu düzenini korumak bahanesiyle aslında kamu düzeni alt üst edildi, hepimiz evde oturmaya mecbur kaldık.

Kamu düzenini kim bozmuş oldu şimdi? Sendikalar mı, yoksa bizzat iktidarın kendisi mi?

Dün sabah Taksim Meydanındaydım. Bariyerler yerleştiriliyordu. Sonra İstiklal Caddesi boyunca yürüdüm. Kamyonlar vızır vızır bariyer taşıyordu.

Kim bilir kaç yüz işçi dün sabahtan akşama kadar kamyon kamyon gelen o demir bariyerleri taşıdı, yerine yerleştirdi. Kim bilir o on binlerce bariyer sair zamanlarda nerelerdeki depolarda tutuluyor? Kim bilir kaç para harcandı bugün şehir sıkıyönetim altında kalsın diye… Kim bilir kaç polis bugünü ailesiyle geçirmek, hatta belki bayramı kutlamak yerine halkın bayram kutlamasını engellemek için çalışmak zorunda kalacak…

Bunların hepsi Taksim Meydanını kutlamalara kapatmak için yapıldı. Bugün polisle bayramı Taksim’de kutlamak isteyen sendikalar arasında kim bilir neler yaşanacak…

Yazık değil mi hepimize? Bu anlamsız yasakları sürdürmenin, halkla ve barışla çatışmanın kime ne kazandıracağı düşünülüyor?