17-05-2024
İsmet Berkan

Türkiye sosyolojisini ve siyasetini kökünden değiştiren rakamlar

Türkiye sosyolojisini ve siyasetini kökünden değiştiren rakamlar

Türkiye çok hızlı bir toplumsal değişim sürecinde. Ülkede yaşayan her bireyi derinden etkileyen bu hızlı değişimi anlatmak da, tarif etmek de kolay değil.

Batılı sanayileşmiş ülkelerin 200 yıl önce yaşadığı toplumsal değişimi biz son 40 yılda yaşıyoruz. Türkiye köylü toplumu olmaktan tamamen çıkıyor, muazzam denebilecek bir hızla şehirli topluma dönüşüyor.

Bundan 40 yıl önce Türkiye’de nüfusun yarıdan fazlası kırsal alanlarda yaşıyordu. Yani köylerde ve köylülüğe dair sosyoekonomik ilişkilerle. Bugün kırsalda yaşayan nüfus yüzde 8’e kadar geriledi; yani ülke nüfusunun yüzde 92’si şehirlerde ve şehirli sosyoekonomik ilişkileriyle yaşıyor.

Köylü toplumu olmaktan çıkıp şehirli toplum olmak bir gün bavulu toplayıp köyden kente taşınmakla gerçekleşen bir şey değil tabii. Köye dair sosyoekonomik ilişkiler, kültür ve davranışlar, birey nereye taşınmış olursa olsun uzun süre hakimiyetini sürdürüyor.

Çok derin ve köklü bir değişim

Türkiye’nin son 30-40 yılda yaşadığı olumlu veya olumsuz bütün her şeyin arkasında bu değişimin ve sancılarının yattığını söylemek yanlış olmaz. Siyasetteki değişimden muhafazakarlaşmaya, daha yaşlı kuşakların neredeyse hiç bilmediği dini tarikatlardan şehre gelen büyük kitlelerin bir bölümünün çok yadırgadığı modern hayat örneklerine, eğitimdeki derin kalite kaybından ekonomik sıçramaya, şehirlerin inşaat patlamasıyla tanınmaz hale gelmesinden bazı iş kollarının neredeyse tamamen yok olmasına kadar pek çok  şeyin çok derin ve köklü değişimi bu.

Üstelik değişim bitmiş, toplum durmuş oturmuş da değil. Yani Türkiye değişmeye de devam ediyor. Ve bu değişim ancak uzun süreli eğilimlere bakınca net biçimde görülebiliyor.

Türkiye İstatistik Kurumu TÜİK hafta içinde aynı anda art arda iki çok önemli istatistiki veri seti birden yayımladı.

Birincisi doğum istatistikleriydi, ikincisi aile istatistikleri. 

Nüfusumuz azalmıyor ama yaşlanıyor, çünkü kadınlar daha az doğuruyor

Bu iki istatistiği çok önemsedim, çünkü başta anlatmaya çalıştığım sosyolojik değişimi en kristalize haliyle ve artık neredeyse tamamlanmaya yakın olduğunu gösteren rakamlar bunlar.

Doğum istatistiklerinden başlayayım, haberini siz de okudunuz, artık kadın başına doğurganlık oranımız 1,51 çocuğa düşmüş durumda.

Matematiğin getirip dayattığı basit bir gerçek var: Hepimizin anne babası var. Ülkemizin nüfusu olduğu gibi kalsın istiyorsak her kadının doğurganlık çağında 2,1 çocuk doğurması lazım. Bu olursa nüfus sürdürülüyor, ama bu rakamın altına düşülürse nüfus uzun dönemde azalma eğilimine giriyor.

Biliyorsunuz Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan uzun zamandan beri kadınlara ‘en az üç çocuk doğurmalarını’ tavsiye ediyor. Ama kadınlar onun bu tavsiyesini dinlemiyor. 23 yıl önce, 2001 yılında kadın başına doğum oranı 2,38 çocukken bugün 1,51’e düştü.

Neden? Bir sürü (ekonomiden başlayıp başka şeylere kadar) alt neden var elbette, çünkü çocuk doğurmak veya doğurmamak her bireyin kendi seçimi ama bilimin kanıtladığı bir şey var: Arka plandaki esas motor bebek ölümlerinin azalması, sıfıra yaklaşması. Bu da sağlık sisteminin iyi çalışması, bütün hamileliklerin iyi kötü doktor tarafından izlenmesi, doğumların tamamına yakınının hastanede gerçekleşmesiyle ilgili.

Ama hemen telaşa kapılmayın, nüfusumuz eksilmiyor. Neden? Onun sebebi de sağlık sisteminde gizli: Gerek önleyici sağlık hizmetleri sayesinde, gerekse sağlık sisteminin düzelmesiyle ömrümüz uzuyor.

O yüzden nüfusumuz azalmıyor ama yaşlanıyor. TÜİK daha birkaç ay önce açıkladı, artık ‘ortanca’ yaşımız 34’e yükseldi. Yani ülke nüfusunun yarısı 34 yaşın altında, diğer yarısı üstünde.

Artık beş evden birinde sadece bir kişi yaşıyor

Gelelim sosyolojik dönüşümün esas motoru olan aileye.

80’lerin başında sosyoloji derslerinde ‘Türkiye’de aile 4,5 kişiden oluşur’ diye öğrenmiştik; anne-baba ve 2,5 çocuk.

TÜİK’in son bülteninde görüyoruz, 2008 yılında Türkiye’de ortalama aile büyüklüğü dört kişiymiş. Anne-baba, iki çocuk yani. Peki bugün ne olmuş? Ülkemizde artık ortalama hane büyüklüğü 3,14 kişi. Anne-baba ve 1,14 çocuk.

TÜİK’in hesaplamasına göre bugün Türkiye’de 26,3 milyon hane var.

Bu 26,3 milyon hanenin beşte birinde, yani yüzde 19,7’sinde sadece bir kişi yaşıyor. Oysa 2015 yılında bütün hanelerin sadece yüzde 14,4’ü tek kişilik haneydi. Yani yalnız yaşama eğilimi artıyor.

Bu yalnızlık tercihten olabilir, mecburiyetten olabilir. TÜİK yalnız yaşayanların yaşlarını bize söylememiş, ama önemli bölümünün 65 yaş üstü vatandaşlar olması şaşırtıcı olmaz.

Köyde olsa o yaşlı mutlaka oğlu ya da kızı, birinden birinin evinde oturur olurdu. Şehirde durum değişiyor.

Benzer şekilde maddi gücü yeten gençler de kendine ayrı ev açıyor. Köyde bu olmazdı. 1+1 dairelerin bu kadar rağbet görmesi de, belli kesimlerden bu kadar tepki çekmesi de aynı sebepten: Köylü toplumu olmaktan uzaklaşmanın sonuçları bunlar…

Bütün ekonomik zorluklara, ev fiyatlarındaki ve kiralardaki muazzam artışa rağmen tek kişilik hane sayısının düzenli olarak artmaya devam etmesi arka plandaki sosyolojik motorun ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor. Batıda salgın ve onu izleyen ekonomik durgunluk döneminde tek başına yaşayan pek çok birey ailesinin yanına geri taşındı. Oysa Türkiye’de tek başına yaşayanların sayısı düzenli olarak artmaya devam ediyor.

10 evden birinde tek ebeveyn var

TÜİK’e göre toplam 26,3 milyon hanenin yüzde 63,8’i ‘tek çekirdek aile’den oluşuyor.

Ancak bu ‘tek çekirdek aile’nin alt kırılımları ilginç: Çocuksuz aileler, yani sadece karı-kocadan oluşan aileler yüzde 14. Bu çok ciddi bir rakam. Eşler ve çocuklardan oluşan aileler yüzde 39,2. Yani beş aileden ikisi anne-baba ve çocuk(lar)dan oluşuyor. Ve son olarak bir de tek ebeveynli aileler var, yani sadece anne veya sadece babayla çocuklardan oluşan haneler. Bunlar yüzde 10,6. Aslında bakarsanız her 10 evden birinde tek ebeveyn bulunması çarpıcı.

Bu tek ebeveynli yüzde 10,6’lık hanelerden yüzde 8,2’sinde ebeveyn kadın. Büyük ihtimalle boşanmış ve çocuklarıyla yaşayan anneler. Kalan yüzde 2,4 hanede ise yegane ebeveyn baba.

Akraba evliliği marjinalleşiyor

Son bir gözlem akraba evliliklerine dair. Geçmişte Batıda, yakın zamana kadar ülkemizde ve diğer tarım toplumlarında akraba evliliğinin yaygınlığının başlıca nedeni mirasın, yani toprakların bölünme kaygısıydı. Ama artık nüfus şehirlere geldi ve bu kaygı giderek azalıyor. Geçen yıl Türkiye’de bütün evliliklerin sadece yüzde 3,2’si akraba evliliğiymiş. Oysa 2010 yılında bu oran neredeyse yüzde 6’ydı.

Türkiye’nin neredeyse tamamı benim ömrüme sığan bu muazzam değişimi, tarım toplumu olmaktan çıkıp sanayi ve hizmetler toplumu olması elbette çok sarsıcı bir kültürel değişimi de beraberinde getirdi.

Değişime direnişin kaleleri: Cemaatler

Değişim herkes için iyi ve güzel bir şey değil. Bazılarımız bu değişime direndi, direnmeye devam ediyor. Toplumda yaygınlaşan dini tarikat ve cemaatlerden hemşehri dayanışma derneklerine kadar (Türkiye’deki bütün derneklerin yarıdan fazlası bunlar) mikro cemaatleşmeler değişime direnişin, en azından değişimi kendi arzu ettiği yöne çevirme arayışının kaleleri.

Yeni sosyoloji kendini Ak Parti’de bulmuştu, bugün belki fikir değiştiriyor

Türkiye’nin sosyolojik değişiminden siyaset de fazlasıyla nasibini aldı. Adalet ve Kalkınma Partisi ile onun 21 yıllık iktidarı esasen bu değişimin eseri. Toplumun yeni çoğunluğu kendini bu partide temsil edilirken buldu; bu parti de özellikle gecekondulaşmayı önleyerek, modern ve sağlıklı konutlar sağlayarak, şehirlerarası ulaşımı duble yollarla kolaylaştırarak ve sağlık hizmetlerine erişimi yaygınlaştırarak onlara çok iyi hizmet etti. Ekonomi büyürken bu yeni şehirliler kendilerini güvende ve refahta hissetti.

Buna karşılık CHP son 20 yılı şehirlere doluşan yeni kalabalıklardan çıkarı zedelenen, eski konumlarını kaybedenlerin temsilcisi bir parti olarak geçirdi. Bugün de CHP seçmeninin çoğunluğunu bu son 20 yılın ekonomik paylaşımında kendini zararda hissedenler oluşturuyor büyük olasılıkla.

Ama son 31 Mart yerel seçimi kökenini sosyolojik değişimde bulan bu toplumsal bölünmede rollerin değiştiği izlenimi verdi. Hem Ak Parti ve Tayyip Erdoğan artık kitlesini daha az temsil eder hale gelmeye başlamıştı, hem de CHP sadece eski memnuniyetsizlerin değil yeni dönemin memnuniyetsizlerinin de kendilerini temsil ediyor gördükleri bir yere dönüşmüştü.

Erdoğan’ın yaptığı insani bir jest mi, siyasi jest mi?

Erdoğan’ın yaptığı insani bir jest mi, siyasi jest mi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan neredeyse bir yıldır dosyaları önünde duran 28 Şubat hükümlülerini affeden kararnameyi imzaladı.

Bu imza Erdoğan’ın CHP lideri Özgür Özel’le yaptığı görüşmenin hemen ertesine denk geldi. O görüşmede 28 Şubat hükümlülerinin durumunu Özgür Özel dile getirmiş, Erdoğan da ‘İlgileneceğim’ demişti.

Peki bu siyasi bir jest mi, insani jest mi?

Hiç kuşkusuz insani tarafları büyük bir jest. 28 Şubat hükümlüleri çoğu hakkında kocamışlık veya kronik hastalık raporu olan oldukça yaşlı kimseler. Gururlarıyla hapis yatıyorlardı ve haksız yere hapiste olduklarını her fırsatta söylüyorlardı. Asıl amaçları özgür kalmaktan çok aklanmaktı.

Buna rağmen özgürlüklerine ve ailelerine kavuşmaları çok güzel bir şey elbette.

Ancak konunun siyasi jest tarafını da gözden kaçırmamak gerekir. Haberi Roma’da alan Ekrem İmamoğlu’nun da dediği gibi siyasette yumuşamanın sonuçlarından biri bu.

Ancak elbette bu yumuşamanın Gezi Davası hükümlüleri için de söz konusu olabilmesi gerekir. CHP lideri aynı görüşmede Osman Kavala ve Can Atalay’ın isimlerini de vererek bu hükümlüler hakkında da talepler iletmişti.

Tabii Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yapabileceği siyasi jestlerin bir sınırı var. Bu jestleri yapmak ister mi istemez minin cevabından önce onu bu sınırlar da kısıtlıyor. Bu sınırların en büyüğü iktidar ortağı MHP ile olan ilişkiler.

Siyasi yumuşamanın varlığı siyasetin tamamen ortadan kalkması anlamına gelmiyor; iktidarın yargı sistemi üstündeki kontrolünden vazgeçmesi anlamına hiç gelmiyor.

Siyasi jestlerin sınırlarını önümüzdeki günlerde yaşayarak göreceğiz.