03-06-2024
İsmet Berkan

Avukatlar, kuyumcular ve doktorlar bu sefer de Ankara’ya yürüyüş yapar mı?

Avukatlar, kuyumcular ve doktorlar bu sefer de Ankara’ya yürüyüş yapar mı?

Gazeteciliğe başladığım Cumhuriyet gazetesinde her ay başı maaşımızı almak için gazetenin veznesine gider kuyruk olurduk. Maaşımızla birlikte bordrolarımız da verilirdi, bir kopyasına ‘Parayı aldım’ anlamında imza atardık.

Maaşlarımız yılın ilk aylarında olması gerektiği gibi olurdu ama aylar ilerledikçe net kazancımız azalmaya başlardı; sebebi gelir vergisi matrahımızın artması ve bir üst dilimden vergilendirilmeye başlamamızdı.

Bordrolarımızda aralık ayında maaşımızdan o yıl toplam kaç paralık gelir vergisi kesintisi yapıldığı yazardı. Yıllık toplamı görmek hepimizi şaşırtırdı. ‘Benim etim ne budum ne ki devlete bu yıl bu kadar vergi verdim’ sorusunu sormayan işçi o gün yoktu, bugün de yoktur. Yeter ki bir yılda ödediği toplam gelir vergisini biliyor olsun.

80’li yıllarda Turgut Özal Başbakandı ve önemli bir vergi reformu yaptı, Katma Değer Vergisi getirdi. Artık alım satımı yapılan her ürün üstünden de vergi verecektik. Özal’ın Maliye Bakanı Vural Arıkan’ın vergi reformu bu kadar değildi aslında. Gelir vergisi ve kurumlar vergisindeki istisnaları azaltacak, bu sayede vergi oranlarını da düşürecekti.

Bizde adına ‘serbest meslek’ denen bir meslek grubu var. Doktorlar, avukatlar, kuyumcular ve başka pek çok kişi bu gruba giriyor.

Devlet bu gruplar için her yıl olsa olsa yöntemiyle bir ‘asgari gelir’ hesaplıyor. Yani bir avukat, bir kuyumcu veya bir doktorun o yıl o mesleğini sürdürmek için kazanması gereken en az miktarı belirliyor. Bu miktar o meslek grupları için olabilecek en düşük vergi matrahı anlamına geliyor. Elbette bu gelirden daha fazlasını elde edip beyan edenler de vardır ve onlar daha yüksek vergi ödüyordur ama o zamanlar Vural Arıkan’ın yaptığı açıklamaya göre ‘serbest meslek’ kazancı elde edenlerin ezici çoğunluğu vergisini olabilecek en düşük düzeyden ödüyordu, yani devletin belirlediği kadar kazandığını öne sürüyordu.

Arıkan bu konuda reform yapacak oldu, Turgut Özal’a tasarısını kabul ettirdi, konu Meclis gündemine gelmek üzereydi ki avukatlar ve kuyumcular bir oldu, yeni vergiyi protesto amacıyla İstanbul’dan Ankara’ya yürümeye karar verdiler.

Bunda hükümete muhalefet gören Cumhuriyet gazetesi seviniyordu ama ben gazetenin yazı işlerinde bordromu göstererek itiraz ediyordum, ‘Ne yani’ diyordum, ‘Kuyumcular benden daha mı az kazanıyor ki benden daha az vergi ödüyor?’

Bugün haberi var, Türkiye döndü dolaştı 40 yıl sonra yeniden aynı noktaya geldi. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek serbest meslek kazançlarını vergilendirmek, bu tür kazanç elde edenlerden devletin belirlediği bir matrah üstünden peşinen vergi ödetmek istiyor. Yıl sonunda kazanç bu matrahın altında kalırsa beyan edilecek, vergi iadesi istenecek, üstünde olursa o da beyan edilecek. Geçmiş tecrübemiz pek az kişinin ‘Ben daha yüksek gelir elde ettim’ diye beyanname verdiğini gösteriyor. Demek gelecek vergi miktarı yüksek tutulacak, buradan onu anlıyorum.

Şimşek’in ikinci girişimi şirketlerin ödediği kurumlar vergisine alt sınır getirmek. Bu vergi halen yüzde 25 seviyesinde ama pek çok şirket türlü çeşitli istisnalardan yararlanıyor ve devletin şirket karlarından aldığı toplam vergi oldukça düşük kalıyor. Tabii bu istisnalar ve ödenen düşük vergi şirketler arasındaki rekabeti de olumsuz etkiliyor.

O yüzden Şimşek istisnalar ne olursa olsun şirketin en az yüzde 15 vergi vereceği bir düzen getirmek istiyor. Tabii en yüksek yüzde 25’lik oran da duracak.

Bakalım 40 yıl sonra avukatlar, kuyumcular, doktorlar ve bilumum serbest meslek erbabı yine protesto yürüyüşü yapacak mı?

Futbol giderek daha çok basketbola benzerken

Futbol giderek daha çok basketbola benzerken

Şampiyonlar Ligi final maçını seyrettiniz mi? Real Madrid ile Borussia Dortmund arasındaki maç pek çok bakımdan olağanüstüydü.

Bir kere ezberlerimizi bozan bir durum var: Bir Alman takımıyla bir İspanyol takımı oynadı, maçın sonunda fiziken daha üstün olan taraf İspanyol takımıydı. Nitekim Real Madrid’e kupayı getiren önemli bir faktör bu fiziki üstünlüktü. Oysa fiziki üstünlük bizim hep Alman takımlarına atfettiğimiz bir özellik değil mi?

İkincisi, futbolda başka hiçbir şeyin üstün yeteneğin yerine geçemediğini gördük. Maçın ilk yarısında Dortmund çok hızlı hücumları ve kontrataklarıyla birkaç net gol pozisyonu buldu ama hiçbirini atamadı. Ama Real Madrid bulduğu az sayıda pozisyondan ikisini gole çevirdi. Fiziki ve taktik yeterlikleriniz ne olursa olsun, en sonunda o seviyedeki futbolda terazinin dengesini yetenek bozuyor.

Üçüncüsü ‘şımarık futbolcu’ya artık futbolda yer kalmadığı gerçeğiydi. Vinicius Jr. herhalde dünyanın en değerli futbolcusu ama maç boyunca rakip sahada bir sol bek gibi oynadı, top rakipteyken çok etkili bir savunma yaptı. Sadece olağanüstü bir yetenek değil, aynı zamanda müthiş disiplinli bir takım oyuncusu Vinicius Jr. Saygı duymamak elde değil.

Dördüncüsü iki teknik direktör arasındaki taktik savaşıydı ve bence maçın esas seyir zevki iki teknik direktörün sahada yaptığı, neredeyse satranç maçı tadındaki taktik mücadeleydi. Futbol daha çok basketbola benziyor artık; hem çok hızlı oynanıyor hem de takımlar saha içinde dizilişten yerleşime kadar her şeyi çok daha sık değiştiriyor. Real Madrid, Bellingham ve Kross sayesinde Dortmund’un hızlı ataklarını kesmeyi başardı; Dortmund’un savunma kurgusu sürekli değişti, defansif orta saha Emre Can maç içinde uzun süre en geriye gelip stoper pozisyonunu devralırken takımın stoperleri Real’in kalabalık orta sahasını durdurmak için öne çıktı. Real’in santrforsuz oynaması, bir ara 4-1-4-1 diye dizilen takımda Vinicius’un önde tek başına olması hep taktik savaş denemeleriydi. Sonunda Real’in ilk golünü kısacık boyuyla takımın sağ bekinin kafayla atması bile bize bu taktik savaş konusunda çok şey söylüyor (Real aynı golü az kalsın bir daha atıyordu, Dortmund kalecisi müthiş çıkardı).

Türkiye’de neden futbol maçı seyretmediğimi cumartesi akşamı bir kez daha anladım.