20-06-2024
İsmet Berkan

Hayatı güzelleştiren şey iyi tasarımdır; estetiğin önemini küçümsemeyin

Hayatı güzelleştiren şey iyi tasarımdır; estetiğin önemini küçümsemeyin

Steve Jobs 23 Ekim 2001’de sahneye çıktı ve elindeki minik aleti göstererek ‘Bunun adı iPod’ dedi, ‘Bu küçük cihaz içinde binlerce şarkıyı taşıyabiliyor…’

Bugün bildiğiniz, kimilerinizin hayran olduğu Apple’ın ikinci devrimi işte o gün, o minik cihazla başladı.

Peki neydi o cihaz? Öyle acayip bir teknolojik sıçrama mıydı? Hayır değildi.

Müziği bilgisayar programıyla sıkıştırıp elektronik ortamda taşıma teknolojisi 1990’ların başında Karlheinz Brandenburg tarafından icat edilmiş; dünyanın ilk MP3 çaları 1996 yılında, yani Apple’ın iPod’undan beş yıl önce piyasaya sürülmüştü.

Steve Jobs iPod’u tanıttığında dünya müzik endüstrisinde zaten bir Napster fırtınası esiyor; plak, kaset, CD derken endüstri ortaya çıkan bu yeni ‘medium’a uyum sağlamaya çalışıyordu.

Kendimden örnek vereyim: 2001 yılında ben çoktan Walkman’i çöpe atmış, bir MP3 Player’a indirdiğim müzikleri dinliyordum sabah yürüyüşlerim sırasında.

Ama Steve Jobs iPod’u tanıttıktan sadece birkaç ay sonra MP3 player yerine iPod kullanmaya başlamıştım bile. Dünyadaki milyonlarca başka insanla birlikte.

Neydi iPod’u özel yapan? Tasarımı dışında hiçbir şey aslında. Diyorum ya, teknoloji yıllardır vardı zaten, benzer aletler de vardı. Ama iPod bir arzu objesiydi, çünkü çok güzeldi.

Tasarım böyle bir şey. Güzel olana hepimiz eğilim duyarız.

Porsche’nin efsanevi 911’i.

İki gün önce Berlin’de meşhur Friedrich Caddesi’nde yürürken yağmura yakalandım, sığınmak için hemen Unter der Linden ile bu caddenin kesiştiği köşede yer alan Volkswagen show room’una girdim. ‘Iconic’ diye bir sergi vardı; tasarım ikonu haline gelmiş otomobiller, endüstriyel ürünler, mimari örnekler sergileniyordu.

Örneğin Porsche’nin efsanevi 911 modelinin mükemmel bir örneği vardı içeride. Konsepti 1960’larda ortaya atılan, sonra üretimine başlanan, bugün bile kırılamamış bir rekorun sahibi olan efsanevi spor otomobil.

Önde Danimarkalı tasarımcı Vermer Panton’un tek parça plastikten yapılmış efsanevi sandalyesi, arka planda bir zamanlar hayatımızın vazgeçilmesi olan kasetler.

Örneğin kaset teyp vardı sergide. Bugün kimsenin hatırlamadığı ama bir zamanlar evlerimizde yüzlercesi olan ünlü tasarım dev makara teyplerin yerine geçmişti.

Veya Sony’nin Play Station’unun ilk versiyonu. Bilgisayar oyunu oynama alışkanlığımızı baştan sona değiştiren araç. ‘İkon’ olmuş böyle onlarca tasarım örneği vardı.

Sony PlayStation

Benim ilgimi en çok Volkswagen’in hep 60’lı yılların Hippie hareketiyle de özdeşleştirilen meşhur minibüsü çekti. Bu efsane tasarım bilen herkes için bir arzu objesi. Sergide tam o 60’lardan kalma minibüsün yanında Volkswagen’in daha yeni geliştirdiği aynı minibüsün elektrikli versiyonu duruyordu. Durum çok çarpıcıydı: Bugün verseler 60’lardan kalma düz vites o minibüsü bir an düşünmeden alır giderim, ama elektrikli minibüsü almam diye düşündüm.

Ben sergiyi gezer, örneğin Volkswagen’in kaplumbağa modeli için Amerika’da yapılan efsanevi ‘Lemon’ kampanyasının ilanlarını satır satır okurken veya ünlü Fransız tasarımcı Philippe Starck’ın Alessi için tasarladığı örümceğe benzeyen ünlü limon sıkacağına bakarken İstanbul’da Büyükada’da bir grup insan İstanbul Belediyesi’nin kendilerine dayattığı çirkinliğe karşı sokakta eylem yapıyordu.

Evet, çirkinliğe karşı.

2020 yılında Adalarda ama doğru ama yanlış bir kararla faytonlar yasaklandı. Onların yerine geçmek üzere güzel bir araç, Adalara yakışacak bir araç tasarlayıp üretmek için dört koca yıl vardı ama belediyenin aklına ‘güzel bir araç’ gelmedi bile, aracın görünümüyle değil fonksiyonuyla ilgiliydiler. Onlara kalsa Ada’ya körüklü dev bir otobüs bile koyabilirlerdi.

Karı koca sanatçı çift Christo ve Jean-Claude 1995 yılında inanılmaz bir esere imza atıp Berlin’deki tarihi parlamento binasını kumaşla kapladılar. Bu büyük ‘sanat eseri’ni görmeye beş milyondan fazla insan geldi. Unutmayın, Berlin’in nüfusu dört milyon.

Tasarımın, iyi mimarinin hayatımıza ne gibi güzellikler kattığını konuşmak ve hatırlatmak zorunda kalmak ne kadar acı bir şey.

Türk adaletiyle tanışamadılar ama Amerikan adaletiyle tanıştılar

Türk adaletiyle tanışamadılar ama Amerikan adaletiyle tanıştılar

Biliyorsunuz, yazar olduğu söylenen sosyetik isim Eylem Tok ehliyetsiz kullandığı babasının aracıyla kaza yapıp bir kişinin de ölümüne neden olan oğlu Timur Cihantimur’u daha o gece alıp yurtdışına kaçırmıştı. Anne-oğul Mısır üstünden ABD’ye gitmişlerdi.

Boston’da yakalandılar ve tutuklanıp hapse atıldılar. Geçen gün duruşmaları vardı; hakim ikisine de acımadı, ‘Kaçma şüphesi var, iade konusunda karar verene kadar hapiste duracaklar’ dedi.

Bu Amerikan mahkemesinin bir taktiği aslında. Anne Eylem Tok zor şartlarda bir hapishanede, oğlu Timur ise daha da zorlu bir gençlik tutuklama merkezinde. Mahkeme istiyor ki ikili biraz acı çeksin ve kendiliklerinden Türkiye’ye gönderilmeyi talep etsinler.

Bakın Timur Cihantimur kaldığı cezaevinin şartlarından şikayetçi, ‘Bana tuvalet temizletiyorlar’ diye yakınmış mahkemede. Oysa babasının Porsche jipiyle dolaşıyordu yakın zamana kadar, o kafe senin bu kafe benim gününü gün ediyordu.

Bakalım anne oğul ne karar verecek, Türkiye’ye dönüp Türk adaletinin karşısına çıkmayı gönüllü olarak isteyecekler mi? Buraya geldiklerinde de onları cezaevi bekliyor olacak.

Oysa hiç kaçmasalar, büyük olasılıkla anne de oğul da hiçbir zaman tutuklanmayacak, davaları bu kadar göz önünde yaşanmayacak ve çocuk hafif bir cezayla kurtulacaktı büyük olasılıkla.