01-07-2024
İsmet Berkan

Demokrasinin cilvelerine ne kadar hazırsınız?

Demokrasinin cilvelerine ne kadar hazırsınız?

Eski Yunan’ın dev filozofu Platon veya bizde bilinen adıyla Eflatun, Devlet adlı müthiş eserinde olası yönetim biçimleri arasında ‘en kötü’ yönetim biçimi olarak demokrasiyi gösterir.

Platon bu görüşünü halkın oyuyla yönetime gelmek isteyenlerin en sonunda ‘avama teslim olması’ ve ülkenin iyiliğini ve esenliğini sağlayacak işlerdense daha fazla oy almak için hoşa giden işler yapacak olması varsayımına dayandırır.

Büyük düşünürün 2500 yıl önceden bugünün popülizmini ve popülist siyasetçilerini gördüğünü söylemek mümkün aslında.

Demokrasi en iyi yönetim biçimi midir en kötü yönetim biçimi midir tartışmasına girmenin yeri burası değil. Bu tartışma 20. yüzyılın ilk yarısında yapıldı, ‘Demokrasi kötüdür’ diyen iki ana akım vardı: İtalya’daki Mussolini’nin Faşist Partisi ile Almanya’daki Adolf Hitler’in Nazi Partisi bir akımı oluşturuyordu, yeni kurulan Sovyetler Birliği’nde Lenin’in Komünist Partisi ise diğer akımı (Türkiye’nin de 12 Mart öncesinde demokrasiyi ‘Cici demokrasi’ diyerek küçümseyen demokrasi karşıtı Baas’çı bir akımı vardı ama neyse ki iktidar olamadı).

Dünya 2. Dünya Savaşından beri liberal demokrasilerin yükselişini yaşıyor. Bu yükseliş zirvesine 1990’da Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Doğu Avrupa ülkelerinin özgürlüklerine kavuşmasıyla ulaştı. Ama şimdi, aradan 35 yıl geçtikten sonra rüzgar ters dönmüş durumda; Avrupa’da da dünyada da liberal demokrasiden uzaklaşan otoriter yönetimler yükselişte. Bu eğilim ülkemizde de geçerli.

Eskinin Faşist Partisi, Nazi Partisi veya Komünist Partisi gibi açıkça demokrasi karşıtı bir siyaset benimsemiyor bu yeni yükselen akımlar. Demokrasiden tamamen vazgeçmiyor, meşruiyetlerini diktatörlük veya tiranlıkta değil hala halkın oyunda arıyorlar, o yüzden de otoriterliğin yükselişine popülist politikalar eşlik ediyor.

Ama elbette popülizm sadece otoriter siyasetçilere özgü bir uygulama değil. Halktan daha çok oy almak için ülke geleceğini hiçe saymak dahil pek çok şeye otoriter siyasetçilerin alternatifi olduğunu öne süren ‘demokrat’ siyasi akımlar da popülizme sarılıyor.

Liberal demokrasinin en iyi uygulandığı yerde bile bir büyük faulü var: Kendisiyle aynı demokratik kurallar içinde iktidara yürümek isteyen kimi siyasi akımları onlar daha iktidarda sınanmadan ‘demokrasi dışı’ veya ‘demokrasi düşmanı’ ilan edip düşmanlaştırıyor.

Hatırlayın, 50’li yıllardan başlayarak Avrupa’da (ve Türkiye’de) sol-sosyalist siyasetler hep ‘Demokrasi dışı’ ilan edildi; kriminalize edildi, onlarla polisiye ve askeri yöntemlerle (ama sözde demokrasiyi korumak adına) mücadele edildi. Türkiye’de de ‘demokrasiyi kurtarma’ bahanesiyle askeri darbeler yapıldı, bir hayli kan döküldü. Hepimiz tanığıyız.

Ülkemizde 1994 yılında bu kez bir başka ‘demokrasi dışı’ olduğu düşünülen aktör yükseldi: İslamcı siyaset. Bu yüzden biz de ülkemizde 1997 yılında bir çeşit yarı askeri darbe yaşadık, iktidar asker baskısı ve bir takım siyasi ayak oyunlarıyla el değiştirdi.

Ülkemizde 2002’den beri tek başına iktidarda olan Ak Parti ve Tayyip Erdoğan hala nüfusumuzun önemli bir bölümü tarafından ‘Demokrasi dışı’ bulunmaya devam ediyor. Erdoğan’ın geçen yıl bir kez daha yüzde 52 oy alarak seçilmesi son bir yıldır bu lakırdıları kesmiş durumda, ama düşmanlıkların unutulduğunu hiç sanmıyorum.

Türkiye’nin 1994’ten itibaren keskin biçimde yaşadığını Batı Avrupa ciddi bir ağır çekimle yaşıyor uzun süredir. Ama bir ay önce yapılan Avrupa Parlamentosu seçimi ve dün yapılan Fransa seçimi orada da keskin bir ayrımın artık başladığını gösteriyor. Peşinen ‘demokrasi dışı’ kabul edilen ve ‘aşırı sağ’ ismi verilen siyasi akımlar ciddi yükselişte (Aslında İtalya’da, Avusturya’da ve Hollanda’da iktidarlar, Polonya’da uzun süre iktidarda kaldılar, şimdi yeniden geliyorlar. Macaristan’ı uzun yıllardır otoriter Viktor Orban yönetiyor zaten).

Fransa’da dün yapılan baskın erken seçimin mutlak galibi bu ‘aşırı sağ’ ittifak oldu, oyların üçte birini aldı. İktidardaki Macron’un amorf partisi seçimin mutlak mağlubu. Silindi yok oldu sanılan sosyalist-sol ittifak ise seçimden ikinci parti çıktı.

Bu aşırı adı verilen ama sonuçta halktan aldığı oyla gelen siyasi partilerin yükseldiği ülkelerin neredeyse hepsinde ortak bir eğilim var: Ülkenin neredeyse ‘kurucusu’ konumundaki yerleşik partiler yok oluyor.

Bakın, İsrail’de İsrail’in kurucu partisi İşçi Partisi yok oldu gitti. Fransa’da De Gaulle’ün partisi de öyle. Almanya’da SDP ve Hristiyan Demokratlar hâlâ direniyor ama nereye kadar. Amerika’da Cumhuriyetçi Parti artık tanınmayacak durumda.

Şunu kabul edelim: 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı merkezli olarak yükselen liberal demokratik düzen çatırdıyor. Bu çatırdamanın arka planında bu ülkelerde orta sınıfların statülerini kaybetmeleri, yani refahtan artık eskisi gibi pay alamamaları yatıyor.

Bu refah gerilemesi de sonuçta göçmen sorunundan ‘bir işi bile beceremeyen politikacılar’ söylemine kadar geniş bir alana yayılan bir dizi memnuniyetsizle siyasetin üstünde belirleyici oluyor. Popülist siyasetçiler bu memnuniyetsizliklerin üstünde, o memnuniyetsizliklere karşı kestirmeci bir takım çözümlerle yükseliyor.

İsterseniz tekrar 2500 yıl önceye, Platon’a dönelim. Büyük düşünür halka kendini beğendirip daha çok oy almak isteyen siyasetçilerin demokrasiyi de çökerteceğini, ortaya çıkan kaosun halkta ‘kurtarıcı’ arayışı başlatacağını da söylemiş, ‘Demokrasiler kendi doğalarından kaynaklanan nedenlerle diktatörlüğe ve tiranlığa evrilir’ demişti.

Dünyanın gittiğiniz her yerinde en az bir İtalyan lokantası olmasının, özellikle Amerika’da ciddi bir İtalya kökenli azınlık yaşamasının bir tek sebebi var: 1870 ile 1920 arasında bu ülke nüfusunun yarıdan fazlası açlık, sefalet, işsizlik gibi nedenlerle ülke dışına göç etti. Garibaldi hareketi İtalyan birliğini sağlamıştı ama İtalya bir türlü yönetilemiyor, refah üretemiyordu. Bu göç bizim hiç beğenmediğimiz ve sevmediğimiz Faşist Parti ile Mussolini’nin ekonomi politikalarının sonunda durdu, İtalya ilk kez kalkınmaya da başladı.

Bugün baktığınızda İtalya ülke nüfusunun üçte birine yakını yine İtalya dışında yaşayan bir ülke. Bu ülkede Meloni’nin ‘aşırı sağ’ partisinin iktidar olması tarihin tekerrürü gibi.

Şimdi sırada Fransa var gibi duruyor.

Bakın, kara para aklamak ne kadar kolay

Bakın, kara para aklamak ne kadar kolay

Hollanda merkezli bir uyuşturucu şebekesine Türkiye’de yapılan operasyon ülkemizde kara para aklamanın ne kadar kolay becerilen bir iş olduğunu göstermesi bakımından çok çarpıcı bana göre.

Sadece çok pahalı lüks ithal otomobiller satan bir galeriyle anlaşıyorsunuz. Paranızı ona nakit teslim ediyor, aracı sözde alıyorsunuz. Sonra aynı galeri aynı aracı sizden geri alıyor. Hop, paranız aklandı bile. Artık o parayı ‘Otomobilimi sattım, bu da parası’ diye bankaya yatırabilirsiniz.

Çünkü kimse size ‘Peki, o otomobili nasıl almıştın’ diye sormuyor.

Batıda suç örgütleri paralarını aklamak için kazançlarının yarısından vazgeçmeye hazırken Türkiye’de bu işin minik bir alım satım komisyonuyla halledilmesi çok çarpıcı gerçekten.

Şimdi Türkiye OECD’nin gri listesinden çıktı, ama aslına bakacak olursanız bu kara para aklama kolaylığı düzeni orada durmaya devam ediyor.

Elinizde çuval çuval dolar veya Euro ile bir döviz büfesine gittiğinizde kimse size ‘Bu para nereden geldi’ diye sormuyor. O parayı verip büfeden TL değil külçe altın aldığınızda sisteme girmiş oluyorsunuz.

Ev alıp satarak da aynı işi yapabilirsiniz. Kimse size ‘Bu evi nereden bulduğun parayla aldın’ diye sormuyor çünkü.

Biz kara parayı henüz mali kurallarla değil sadece polisiye tedbirlerle önlemeye çalışıyoruz.