13-07-2024
İsmet Berkan

28 bin 450 liraya lastik ayakkabı alır mısınız?

28 bin 450 liraya lastik ayakkabı alır mısınız?

Türkiye’de ‘lüks’ denince akla gelen iki markadan biri Beymen. Cem Boyner birkaç yıl önce bu markayı sattı. Alanlar bu yıl Beymen’in kuruluşunun 50. yılı da olması nedeniyle ‘lüks’ kavramı hakkında bir dizi önemli etkinlik yaptı.

Etkinliklerden biri ‘lüks’ hakkındaki sergiydi. Bu sergiyi 10Haber’den Zeynep Güven gitti, gezdi ve yazdı. 19 Kasım 2023’te yayınlanan bu izlenim yazısını okumak isterseniz burada.

Bir başkası AKM’de ilk gösterimini benim de izlemeye gittiğim bir belgeseldi. Bu belgesel sanırım ileride Netflix’te gösterilecek.

İtiraf edeyim ki o belgeseli izleyene kadar lüks kavramı hakkında pek de derinlemesine düşünmemiştim. Belgeseli izlerken aklıma geldi, ‘Keşke’ dedim, ‘Yapımcılar Çayönü buluntularını da belgesele ekleseydi…’

Çayönü buluntuları dediğim şu: Diyarbakır Ergani yakınlarında çok önemli bir arkeolojik kazı alanının adı Çayönü. Göbeklitepe bulunana kadar burası dünyanın en eski neolitik yerleşim alanı veya ‘dünyanın en eski köyü’ kabul ediliyordu.

Bundan 10 bin yıl önceye kadar giden Çayönü’nde renkli camlardan yapılma kolyeler, süs eşyası da bulundu. Bu renkli camlar ta Kuzey Afrika’dan, bugünkü Tunus-Cezayir civarından gelmişti.

Düşünün, bundan 10 bin yıl önce insanların hayatta kalmaya çalışmaktan başka bir gayesi olamayacağını düşünüyorsunuz; temel çaba karnını doyurmak, düşmanlara ve vahşi hayvanlara karşı korunmak.

Ama bir de işte, o camları ta Kuzey Afrika’dan toplayıp kolye yapıp getirip satan tüccar var ve elbette o kolyeleri satın alanlar.

Kolye sizin ne hayatta kalmanıza yardım eder ne başka bir fonksiyona sahiptir. Sadece süstür, sadece lükstür.

Tarihte o kadar geriye gidince lüksü tanımlamak kolay. İşte gördünüz, temel yaşamsal fonksiyonu olmayan şey dedim çıktım işin içinden. Peki ama bugüne bakınca lüks nedir? İşte bu soruya herkesin de anlayabileceği bir tanımlama yapıp cevap vermek benim için hiç kolay değil.

İzninizle bir malumatfuruşluk daha yapacağım. 20. yüzyılın başında en önemli eserini yazmış Amerikalı bir sosyolog var,  Thorstein Veblen. Açıkça sosyalist görüşleri olan ve gözlediği kapitalist topluma eleştirel yaklaşan Veblen’in bugün bile sık sık karşımıza çıkan kitabının adı ‘The Theory of the Leisure Class’tı (Bazı Türkçe kaynaklarda ‘Aylak Sınıfın Teorisi’ diye çevirilmiş, ama ben ‘Keyif Sınıfının Teorisi’ demeyi tercih ederim).

Veblen klasik Marksizmin sınıf isimlerini kullanmak yerine, yani ‘burjuva sınıfı’ demek yerine biraz daha farklı bir anlam vererek ‘Keyif sınıfı’ kavramını yaratıyordu, çünkü o sınıfla ilgili çarpıcı gözlemleri vardı. Gözlemlerine moda ile başlıyordu Veblen, o zamanların modası bu sınıfa (Keyif Sınıfı) mensup erkeklerin baston taşımasıydı örneğin. Bu insanlar yürüme güçlüğü çektikleri için baston taşımıyordu, baston aksesuardı. Böylece kendilerini diğerlerinden ayırıyorlardı. Tabii baston basit bir şey, isteyen alabilir. İşte bunu önlemek için de sapı gümüş kaplı, çok pahalı bastonlar alıyorlardı.

Veblen’in bir başka gözlemi o dönemin kumar alışkanlığıyla ilgili. Veblen ‘İnsanlar göğüslerinde ‘Ben çok zenginim’ yazan bir tabelayla dolaşamayacağına göre gidip kumarhanede çok para kaybederek kendi zenginliklerini diğerlerine duyuruyordu’ diyor.

Veblen’in 20. yüzyıl başı Amerika’sında gözlediği ‘Keyif Sınıfı’ aslında modern insanlık tarihinin başından beri vardı. İşte Çayönü’ndeki o kolyeleri alanlar da ‘Keyif Sınıfı’na mensuptu.

Modern anlamda lüks ne demektir tek cümlede anlatamıyorum belki ama lüksün kim ve kimler için varolduğunu biliyorum: Keyif Sınıfı.

Aslında hiç de böyle bir yazı yazmayacaktım ama sabah sabah The Wall Street Journal’da okuduğum bir yazı art arda çağrışımlar yaptı ve bu yazı ortaya çıktı.

Amerikan kapitalizminin sembol gazetesi WSJ’nin moda editörlerinden Jamie Waters’ın aklına daha önce akla hayale gelmeyecek bir lüksü kovalamak gelmiş. Zaten yazısının başlığı da ‘Bu 1,100 dolarlık ayakkabılar erkeklerin yeni statü lastik ayakkabısı mı?

Lastik ayakkabı veya İngilizce adıyla ‘sneaker,’ adı üstünde, gündelik ‘casual’ giyimin bir parçası olan, daha çok konforuyla öne çıkan bir ayakkabı. Benim için bir lastik ayakkabıya 1000 dolar (33 bin lira) vermek söz konusu olamayacak bir şey.

Ama örneğin böyle konuların uzmanı olan 14 yaşındaki kızım gösterdi, Türkiye’de pek çok insanın ayağında ‘Golden Goose’ adı verilen bir markanın ayakkabıları var. Bu lastik ayakkabıların en ucuzu 19 bin lira, az önce Beymen’in web sitesinde taradım, en pahalısı ise yukarıya fotoğrafını da koyduğum 28 bin 450 liralık ayakkabı. Yani güncel kurdan 862 dolar. Bu markanın İstanbul’da Zorlu’da kendi mağazası da var, merakımdan gittim, kapıdan giren çıkanın haddi hesabı yoktu.

Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada büyük bir değişim yaşanıyor. Bu değişimi bazıları 2008 krizi sonrası bollaşan, salgın sırasında daha da bollaşan paraya bağlıyor; bazıları Çin’in zenginleşip tüketmeye başlamasına…

Birkaç örnek vereyim:

Zengin erkeğin statü sembollerinden puro fiyatları çıldırmış durumda. Puro, hele hele Cuba purosu bulunmaz olmuş. Bu alandaki en ünlü Cuba markalarından biri olan Cohiba’yı örneğin Çinliler satın almış.

Arz, yani üretim talebe yetişmediği için fiyatı artan bir başka ürün şarap. Geçenlerde The New York Times’ın şarap yazarı yakınarak yazdı bunu, ‘Artık bazı şarapları benim içebilmeme imkan yok, çünkü çok pahalı’ dedi. Gerçekten de, sadece zaten hep en iyi ve en pahalı bilinen bazı Fransız şarapları değil, İtalyan, Amerikan, Avustralya vs üretimi bazı şaraplar da artık binlerce dolara satılıyor.

Ama benim için en şaşırtıcısı cin, votka, tekila gibi sert içeceklerin lükslerinin ortaya çıkması. Bu çeşit yüksek dereceli alkollü içeceklerde elbette iyisiyle kötüsünü ayıran kalın bir çizgi var ama iyinin daha iyisini insan damağının anlaması pek zor, 45 derece alkol alırken pek anlamlı da değil. Burada pahalı votka, cin veya tekila temelde ‘iyinin daha iyisini’ değil, içenin kimliğini ayırıyor. ‘Ben bunu içebilecek kadar zenginim’ diyor bazı ‘Keyif Sınıfı’ mensupları (Yüksek alkollü içecekler arasında romu ayırıyorum, çünkü o yapım aşamaları bakımından şaraba çok benziyor, yapımcısı lezzetini çok değiştirebiliyor romun. O yüzden bazı romların 5 bin 7 bin dolara satılması beni şaşırtmıyor Ama o romlar bu moda başlamazdan önce 1000-1500 dolardı, yani orada da bir fiyat balonu var).

İçeceklerden girdik, kahveden söz etmemek olmaz. Kahve, bizim tarihimizde de önemli bir yeri olan bir keyif verici içecek. Ben aşırı kahve tüketenlerdenim örneğin. Ama ‘gurme kahvesi’ denen şeyi bir noktadan sonra anlamakta güçlük çekiyorum.

Geçen yıl Los Angeles’te karton bardakta servis edilen bir espressoya 8 dolar ödediğimde gözlerim yerinden oynadı. Kasanın önünde kuyruk vardı bu pahalı kahveyi almak için.

Dünyanın dört bir yanında da, İstanbul’da da her köşe başında açılan ‘yeni nesil kahveci’lerin ortak özelliği, bu kafeinli içeceği inanılmaz fiyatlara satmaları. Doğduğumuzdan beri bildiğimiz kahve ‘lüks’ ne zaman oldu, nasıl oldu?

Ama kahveye şaşırmak yersiz, su, bildiğiniz su da lüks içecek.

Bir plastik pet şişede satılan Japonya üretimi Asahi Rokko No Mizu marka su 108 dolar. Litresi değil, yarım litresi hem de… Son derece şık bir cam şişede (750 ml) satılan Norveç suyu Svalbarði ise 117 dolar. Bu su kutup bölgesi buzullarından elde ediliyormuş. Diğer pahalı suları yazmaya yüreğim elvermedi, konu ilginizi çektiyse şu web sayfasına bakabilirsiniz.

Şarapta veya puroda fiyat artışlarını Çin’in zenginleşmesine ve Çinli zenginlerin lüks tüketimine bağlamak kolay ama ‘lüks’ün tanımının kol saatinden içme suyuna, kahveden lastik ayakkabıya kadar genişleyip derinleşmesine mantıklı bir sebep bulmak kolay değil.

Bununla mücadele etmenin, lükse karşı çıkmanın da çok anlamı yok. Biraz tavşan dağa küsmüş dağın haberi yok durumu bu çünkü.

O yüzden başlıktaki soruyu yinelemekle yetineyim: 28 bin 450 liraya lastik ayakkabı alır mısınız?

Ne Biden’la görüştü, ne NATO’dan bir başarı hikayesi çıktı ama hayat da devam etti

Ne Biden’la görüştü, ne NATO’dan bir başarı hikayesi çıktı ama hayat da devam etti

Hepimiz bu ülkede yaşıyoruz. Yakın geçmişe kadar ‘dünya lideri’ Tayyip Erdoğan’ın her uluslararası temasında nasıl karşısındakinin bileğini büküp Türkiye adına zaferler elde ettiğine, nasıl dünya bir yana Türkiye bir yana olduğumuzu, ülkemizin Erdoğan sayesinde Almanya’ya, İngiltere’yi kıskandıracak durumlara eriştiğini okumaya alışığız. Tayyip Erdoğan’ın uçağına binen gazeteciler ve onların gazeteleri görüşme sürelerinden bile büyük zafer destanları yazmayı başaran yetenekli isimler hep.

Ama bu sefer bir farklılık var. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dev bir heyetle ve sayabildiğim kadarıyla 22 gazeteciyle Washington DC’ye gitti, burada NATO zirvesine katıldı ama dönüşte ne bir zafer havası var ne de başarı hikayesi. Dönüş yolculuğunda Erdoğan’ın gazetecilerle sohbetinden çıkan manşetin NATO ile ve ABD ile ilgisi bile yok, Suriye konusu başlıklarda.

Ne oldu da propaganda makinesi durdu? Onca gazeteci uçağa davet edilirken yapılan bir hesap vardı mutlaka, ne oldu da evdeki hesap çarşıya uymadı?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum açıkçası ama nasıl olsa önümüzdeki günlerde ortaya çıkar.

ABD Başkanı Joe Biden’la görüşülmemesinin mesele yapılmaması bir yere kadar anlaşılır, zaten Cumhurbaşkanı’nın sözlerinden Biden’ı gidici gördüğü izlenimi çıkıyor. Ama bu durum, yani Biden’la görüşülemeyeceği konusu geziye çıkılmazdan önce de biliniyordu muhtemelen.

O zaman neden o kadar kalabalık bir gazeteci grubu götürüldü? Bekleyelim görelim.