30-08-2024
İsmet Berkan

Nasıl bir karanlıktan kurtulduğumuzu biliyor musunuz?

Nasıl bir karanlıktan kurtulduğumuzu biliyor musunuz?

Bugün 30 Ağustos. Hepimizin Zafer Bayramı.

Peki ama neyin zaferi? Evet herkes biliyor, ‘Yunan ordusunu yendik, onları 9 Eylül’de İzmir’de denize döktük.’

Bu kadar basit değil. İzninizle, 30 Ağustos 1922’yi anlatmaya ben bu tarihten 18 ay önceye dönerek, 6 Ocak 1921’deki 1. İnönü Savaşından başlayacağım.

Ama İnönü Savaşına gelen günleri anlamamız için bir de perspektif vermeliyim.

Bütün Ege bölgesi işgal altındaydı

Yunanistan 15 Mayıs 1919’da İzmir’den başlayarak Batı Anadoluyu işgale girişmişti. Bu işgali de bazı ufak tefek direnişler dışında aslında neredeyse tereyağından kıl çeker gibi gerçekleştirmiş, bugün bildiğimiz Ege bölgesiyle neredeyse Çanakkale’ye kadar bütün Batı kıyıları ile Ege’nin önemli tarım merkezlerini kontrol eder olmuştu.

Ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta çok ağır eleştiriler getirdiği kimi hatalar nedeniyle Yunan işgali Doğuya doğru yayılmış, Balıkesir, Bursa gibi şehirler elden çıkmıştı.

Tabii Mustafa Kemal de Anadolu’da direniş örgütlüyordu. Bunun için başlangıçta Çerkes Ethem başta olmak üzere çeşitli silahlı milis grupları kullanıldı. Ama bu milis grupları Ankara’da oluşturulmak istenen askeri stratejiye uygun davranmıyordu ve açıkçası Atatürk ve yakın çevresindeki asker grubu dışında kalan, siviller dahil Kurtuluş Savaşı önderlerinde meseleye serinkanlı bakmak yerine duygusal ve anlık tepkiler daha ağır basıyordu.

Yunan ordusu ileri harekata başlıyor

Ankara merkezli bir ulusal direnişin başlaması Yunan ordusuna strateji değiştirtti. Büyük ihtimalle İngiliz ordusunun da teşvikiyle Ankara’nın İstanbul dahil Türkiye’nin Batı ve Kuzey Batısıyla bağını kesmek için harekata girişti.

Tam o sırada Atatürk de Batı cephesinde yapılan hatalar nedeniyle yakın arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’u Batı cephesi komutanlığından alıp Moskova’ya Büyükelçi olarak göndermiş, yerine de İsmet Paşa’ı cephe komutanı yapmıştı.

İsmet Paşa neredeyse sıfırdan ordular kurmaya çalışıyordu ve bu arada disipline almak istediği Çerkes Ethem ve kardeşleriyle de çekişme halindeydi. Hikayesi çok uzun, burada yerim yetmez, bir noktada ipler koptu, Çerkez Ethem ve kuvvetleri isyan etti, düzenli ordu karşısında tutunamayınca da Yunan tarafına sığındı.

Ordu Çerkez Ethem’i bir noktadan sonra kovalayamadı bile; çünkü gücü yetersizdi, Yunan kuvvetleriyle çatışmaya hazır değildi.

Türk ordusu hazır değil, Yunan ordusu saldırıyor

Tabii Yunanistan ordusunun  komutanları da bu durumu görüyordu ve aradıkları fırsatın geldiğini düşündüler. İşte 1921 Ocak ayında İnönü ovasında yaşanan savaş onlar açısından bu fırsatın savaşıydı; zayıf durumda olduğunu düşündükleri milli güçleri yaracaklar ve belki ta Karadeniz kıyılarına kadar ulaşacaklar, böylece Ankara’nın İstanbul’la olan bağını coğrafi olarak da keseceklerdi.

Buraya savaşın haritasını da koyuyorum, tarihimize 1. İnönü Zaferi adıyla geçen savaş 6 Ocak 1921’de başlayıp 11 Ocakta sona erdi. Yunan güçleri iki yönden Eskişehir’i ele geçirmek için saldırdı, çarpışmaların merkezi İnönü Ovasıydı ve İsmet Paşa komutasındaki Türk ordusu Yunan güçlerini durdurmayı başardı.

Başardı ama Yunan ordusu vazgeçmiş değildi. Ayrıca Türk ordusunun toparlanıp kuvvetlenmesine de izin vermek istemiyorlardı. İki ordu hem İnönü Ovasında, hem de oradan yüzlerce kilometre uzakta Afyon Dumlupınar’da karşı karşıya geldi. Hedef yine Eskişehir’i ele geçirmekti.

‘Siz sadece düşmanı değil milletin makus talihini de yendiniz’

Buraya 23-31 Mart 1921 tarihleri arasında yaşanan 2. İnönü Savaşı’nın haritasını da koyuyorum, orada da görülüyor zaten, Yunan ordusunun hedefi son derece net.

Burada bir minik not koymalıyım: 1. İnönü Savaşı sonrası Yunan ordusu başarısız olunca işgalci güçler Londra’da bir barış konferansı düzenlemek istedi ve bunun için Ankara’dan da temsilci istedi. Bu konferans ya Ankara’yı yanıltıp gevşetmek için bir yalandı ya da böyle bir konferans yapılmasını gururuna yediremeyen Yunanistan İngiltere’ye danışmadan saldırıya geçti; 2. İnönü Savaşı böyle başladı.

Yunan ordusu hemen her cephede başarısız oldu. İnönü’de de, Afyon önlerinde de yenildi, dağınık biçimde geri çekilmek zorunda kaldı, Türk süvariler geri çekilen Yunan birliklerine çok ağır zarar verdi.

İsmet Paşa zaferi “Düşman binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza bırakmıştır” diye yazdığı bir telgrafla Mustafa Kemal’e bildirdi. Mustafa Kemal’in ona verdiği cevap da tarihe geçti: “Siz orada yalnız düşmanı değil milletin makus talihini de yendiniz.”

Aslında Atatürk hiç abartmıyordu. Yunan ordusu İnönü’de zafer elde etse onları durduracak hiçbir güç kalmayacaktı. Ama sevinmek için de çok erkendi.

İnönü’de üst üste yaşanan iki başarısızlık Yunan ordusunu vazgeçirmiş değildi. 

Az konuşulan Kütahya-Eskişehir yenilgisi

10 Temmuz ile 24 Temmuz 1921 tarihleri arasında, bizim okul tarih kitaplarında hiç sözü edilmeyen bir saldırısı daha var Yunan ordusunun. 

‘Kütahya-Eskişehir savaşları’ adıyla bilinen bu savaşlarda Yunan ordusu Bursa-Eskişehir, Bursa-Tavşanlı-Kütahya, Uşak-Dumlupınar-Seyitgazi istikametlerinde üç ayrı koldan saldırıya geçti, bu sefer farklı bir taktik izliyorlardı ve az kalsın Türkiye’nin Batı cephesini oluşturan ordunun neredeyse tamamını kuşatacaklardı. Cepheye giden Mustafa Kemal orduya geri çekilme emri verdi. Büyük bir yenilgi alınmış, Eskişehir ve Kütahya düşman kontrolüne geçmişti.

Atatürk Başkomutan oluyor

Bu yenilgi Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde büyük tartışmalara neden oldu. Duygusal tepkiler doruktaydı, bazı acıklı konuşmalar yapıldı, yenilginin sorumlusu olan komutanların Divanı Harbe verilmesi istendi.

Mustafa Kemal yenilgiyi serinkanlılıkla okudu, Meclis’te gerçekçi bir durum değerlendirmesi yaptı, komutanlarını savundu. Meclis’te Mustafa Kemal’in ordunun başına geçmesi teklif edildi, Atatürk son derece tartışmalı oturumların ardından olağanüstü yetkilerle ‘Başkomutan’ oldu ve olur olmaz da o yetkilerini kullanıp adeta seferberlik ilan etti ve kendi karargahını oluşturdu. Ordu yönetiminde ve hükümette önemli değişiklikler yaptı.

Kütahya-Eskişehir savaşlarındaki yenilginin ardından uzun Sakarya nehri Yunan ordusu ile milli kuvvetler arasında doğal bir sınır haline geldi. Yani cephe hattı neredeyse Sakarya nehri kadar uzun ve genişti.

Bir ay sonra Yunan ordusu yeniden saldırıyor, Atatürk her sonuca hazır

Yunan ordusunun orada durmayacağı, Ankara’ya doğru yürüyüp milli direnişi tamamen durdurmaya çalışacağı neredeyse belliydi. Nitekim Kütahya-Eskişehir yenilgisinden sadece bir ay sonra Yunan ordusu bir kez daha saldırdı.

Bizim tarihimize Sakarya Zaferi olarak geçen bu savaş bütün Kurtuluş Savaşı’nın aslında en kritik savaşı, burada elde edilen zafer de en önemli zaferiydi. Bunu 30 Ağustos zaferini küçümsemek için söylemiyorum, ama Sakarya kaybedilmiş olsaydı bir 30 Ağustos zaferimiz hiç olmayabilirdi.

Mustafa Kemal bu savaş öncesinde her türlü sonuca hazırlıklı olmak gerektiğini düşünüyordu, o yüzden meşhur ‘Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır’ emrini yayınladı. Kastettiği, Sakarya Savaşı kaybedilecek olursa bütün vatan sathında Yunan ordusuna karşı direnişe geçileceğiydi. Ünlü emrin devamı şöyleydi: ‘Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça vatan terk olunamaz. Onun için küçük, büyük her cüzütamı (birlik) bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her cüzütam ilk durabildiği noktada tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki cüzütamın çekilmeye mecbur olduğunu gören cüzütamlar ona tabi olamaz. Bulunduğu mevzide nihayete kadar sebat ve mukavemete mecburdur.’

Ankara’da duyulan top sesleri ve gelen zafer

Mustafa Kemal 22 Temmuz 1921’de orduya savunulabilir mevzilere geri çekilme emri verdi, böylece Sakarya nehrinin Batı kıyılarında çekilindi, Sakarya nehri cephe hattı haline geldi. Bunu gören Yunan ordusu da ilerlemeye başladı ama ilerlerken birliklerini gizleme, ana yığınağı nereye yaptığını Türk ordusuna belli etmeme yoluna gitmedi. Bu onlar açısından önemli bir hataydı. Yunan ordusunun Haymana üstünden Ankara’ya saldıracağı belliydi. Nitekim 23 Ağustos 1921’de Yunan saldırısı başladı.

Bu sırada Ankara boşaltılmış, Meclis Kayseri’ye taşınmıştı. Polatlı’daki çatışmalarda top sesleri Ankara’ya kadar geliyordu. Savaş 22 gün sürdü, Yunan ordusu kısmi bazı başarılar kazandıysa da Türk direnişine dayanamadı ve bozularak geri çekilmeye başladı. Büyük bir zafer elde edilmiş, bu kez Mustafa Kemal ‘milletin makus talihini’ yenmişti. 

Savaş uzunluğu 100 kilometreyi bulan son derece geniş bir cephede gerçekleşti. Ankara’nın 50 kilometre yakınına kadar gelen Yunan ordusu bir uçta Afyon’a, bir uçta Eskişehir’e kadar geri çekildi. İşte Sakarya Zaferi ile oluşan yeni cephe hattı bir yıl sonra 26 Ağustos 1922’de başlayacak Büyük Taarruz’un da cephe hattıydı.

Rütbesi olmayan başkomutan

Mustafa Kemal Sakarya Zaferi’nde ‘başkomutan’dı ama aslında hiçbir askeri rütbesi yoktu; çünkü Osmanlı’dan aldığı rütbeler yine Osmanlı tarafından omuzundan sökülmüştü. Nutuk’ta bu durumu şöyle anlatır:

“Sakarya muharebesi neticesine kadar bir rütbe-i askeriyeye haiz değildim. Ondan sonra Büyük Millet Meclisince Müşir (Mareşal) rütbesi ile Gazi unvanı tevcih edildi. Osmanlı Devleti’nin rütbesinin yine o devlet tarafından alınmış olduğu malûmdur.”

Bu savaşta Türk ordusu 5713 ölü, 18.480 yaralı, 828 esir ve 14.268 kayıp olmak üzere toplam 39.289 kayıp verdi. Yunan ordusu ise 3758 ölü, 18.955 yaralı, 354 kayıp olmak üzere toplam 23.007 kayıp vermişti. Atatürk bu savaşı “Sakarya Melhame-i Kübrası” yani ‘Kan gölü’ olarak adlandıracaktır. Savaşta Türk tarafı çok subay kaybettiği için savaşa verilen bir başka isim de ‘Subay savaşı’ydı.

Sakarya Zaferi olmasa 30 Ağustos da olmazdı

Bir bakıma 1921 yılı Kurtuluş Savaşı’nın en kanlı yılı oldu; Yunan ordusu tam dört kez ilerlemek ve Türk direnişini kesin biçimde bitirmek için ileri harekata geçti, bunların üçünde başarısız oldu. En büyük başarısızlığı veya Türk milli güçlerinin en büyük ve tayin edici başarısı ise Sakarya Meydan Savaşı’nda elde edildi.

Şunu unutmayın, Türkiye Kurtuluş Savaşı’nı Türkiye Büyük Millet Meclisi eliyle ve her aşamasını, neredeyse her ayrıntısını uzun uzun tartışarak, bugün hayal bile edilemeyecek kadar demokratik denetime ve tartışmaya açık şekilde yönetti. Ve daha önce de söyledim, Meclis’te zaman zaman duygular, bazen çoşkunluk şeklinde bazen de ağır moral bozukluğuyla konuşuluyor, çoğu zaman tartışmalara serin kanlılık değil bu duygular yön veriyordu.

Nitekim Sakarya Savaşı öncesinde Meclis tarafından olağanüstü yetkilerle başkomutan ilan edilen Mustafa Kemal’in askeri tutumu 1922 başlarında eleştirilmeye başlandı. Çünkü bazı milletvekilleri ordunun bir an önce Yunan ordusuna saldırmasını ve onu yenmesini istiyordu. Meclis’te bir ara ‘Yoksa ordu saldırmayacak mı’ türü sözler bile edilir oldu.

Oysa Mustafa Kemal onca savaşın ve çatışmanın ortasında bir ordu kurmaya, Yunan işgalci güçlerini savaşarak Anadolu’dan kesinkes atacak bir savaşa hazırlanıyordu ve bu hazırlıkları da müthiş bir gizlilikle sürdürüyordu.

Ordu komutanı bulunamıyordu

Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa’ydı ama Batı Cephesini oluşturan iki ordudan birinin, 1. Ordunun hem sıfırdan kurulması hem de savaşa hazır hale getirilmesi gerekiyordu. Bu amaçla bizim tarihimizin tartışmalı isimlerinden biri olan Ali İhsan Paşa (Sabis) 1. Ordu Komutanlığına getirildi. Ama o kendisinden düşük rütbe ve kıdemde gördüğü İsmet Paşa’nın altında görev yapmaktan rahatsızdı. Neredeyse Büyük Taarruz’in hemen öncesinde, 21 Haziran 1922’de görevinden alındı.

Mustafa Kemal 1. Orduya komutan arıyor ama bulamıyordu. Refet Bele ve Ali Fuat Cebesoy komutanlık teklifini reddedince bir anlamda ‘yılana sarıldı’ ve tarihimizin bir başka çok tartışmalı kişisi Nurettin Paşa’yı (Sakallı Nurettin) bu göreve getirmek zorunda kaldı.

Mustafa Kemal’in zorlukları sadece komutan bulmakta değildi, asker bulmaktan silah ve mühimmat teminine kadar pek çok yokluk içinde yürütüldü bu savaşın hazırlığı.

Yunanlılar saldırıyı yanlış yerde bekledi

Savaş günü gelip çattığında Mustafa Kemal’in askeri dehasından söz etmek gerek. Yunan ordusu ile büyük çatışmalar hep Eskişehir-Kütahya dolaylarında yaşanmıştı, Yunan ordusu Türk birlikleri saldırırsa oradan saldırır diye bekliyordu, Afyon-Uşak hattından değil.

Atatürk karargahının Konya-Akşehir’de olduğunu bile gizliyordu ve 26 Ağustos’taki Büyük Taarruz öncesinde birlikler Afyon Dumlupınar istikametine büyük bir gizlilikle sevk edildi.

Buraya savaşın bütün cephe hattının haritasını koyuyorum, göreceğiniz gibi cephe inanılmaz bir uzunlukta aslında. Türkiye açısından saldırması, Yunanistan açısından ise savunulması zor bir cephe.

Yunan ordusu bu yanıltmalar sonucunda ağırlık merkezini yanlış yere, Bursa-Eskişehir arasına kurdu. Oysa Türk ordusu cephenin en Güney Batı ucundan yaptı esas saldırısını ve Dumlupınar’da daha ilk gün elde edilen zaferin ardından Yunan ordusunun etrafı çembere alındı. 30 Ağustos günü yapılan tayin edici meydan savaşının ardından Yunan birliklerine kaçmaktan başka bir çare kalmamıştı, Türk ordusu büyük bir hızla İzmir’e yürümeye başladı.

30 Ağustos çok ama çok büyük bir askeri zaferin adıdır, Anadolu’daki Yunan işgalinin bitişini ve bugün sahip olduğumuz modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolu temsil eder.

Hepimize bu anlamlı yıldönümü kutlu olsun.

İstanbul’un paylaşılamayan taksi rantı

İstanbul’un paylaşılamayan taksi rantı

Biliyor musunuz ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesi taksi işletiyor.

‘Ne alaka’ demeyin, İstanbul’da dolaşan taksilerin bazılarının sahibi İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Bunlarda çalışan sürücüler belediyenin maaşlı elemanı.

Neden belediye taksi işletir? Bu sorunun cevabı çok acıklı aslında: Ekrem İmamoğlu 2019’da belediye başkanı olduğunda başa çıkması gereken onlarca meseleden biri şehirdeki taksi sayısının yetersizliğiydi.

Normalde bu sayı çok önce artmış olmalı ve düzenli biçimde artmaya da devam etmeliydi; şehirde yedi milyon kişi yaşarken de 16 milyon yaşarken de aynı kalan taksi sayısının yetersiz olmasından daha doğal bir şey yoktu çünkü.

Ama İmamoğlu taksi plakası sayısını arttırmak istediğinde direnişle karşılaştı. Şehirdeki ulaşım sorunlarından başka pek çok şeye kadar yetki UKOME adı verilen bir kuruldaydı. İmamoğlu başkan seçilince Ankara’daki hükümet UKOME’nin bileşimini değiştirdi ve birdenbire İstanbul Belediyesi bu kurulda azınlık durumuna düştü.

Taksi sayısını arttırma kararının da bu kuruldan çıkması gerekiyordu ama Ankara beş yıl boyunca engel oldu, kuruldan karar çıkmadı, taksi sayısı artmadı. Bunun üzerine belediye bazı dolmuş ve minibüs hatlarını kapattı, bu plakaları taksi plakasına çevirdi ve onları bizzat kendisi işletmeye başladı.

Bu yeni taksi plakaları için ihaleye çıkıp onları satacak olsa taksi plakası lobisinin direnişiyle karşılaşacaktı çünkü, rekabet yaratıp plaka fiyatını düşürmekten korktu.

Şimdi görüyoruz ki aynı korku devam ediyor. Dün Ankara beş yıllık engelleyici tutumundan vazgeçti, İstanbul Belediyesi de bir çeşit yaratıcı taviz yolu buldu, şehre yeni 2500 taksi plakası verilecek. Ama bunlar bildiğiniz sarı taksi olmayacak, onları sadece akıllı telefon uygulamalarıyla çağırıp binebileceksiniz, renkleri sarı olmayacak, hatta üstlerinde taksi bile yazmayacak. Amaç aynı: Taksi plakası rantına sahip kişileri kızdırmamak.

Ama tabii taksi rantında gözü olanlar sadece plaka sahipleri değil; bu kurallı pazara kendi kuralsızlıklarıyla girmek isteyen sözde ‘teknoloji’ şirketleri var bir de. Onlara da göz kırpıldı, teknolojilerini bu yeni taksilerde kullanabilecekler.

Oysa İstanbullu’nun bir tek derdi var: Aradığında temiz, güvenli ve konforlu taksi bulabilmek…

Bir gün o derde çözüm arayan da çıkacak inşallah.