28-09-2024
İsmet Berkan

Tamam Türkiye ahlaksız, peki Amerika çok mu ahlaklı?

Tamam Türkiye ahlaksız, peki Amerika çok mu ahlaklı?

New York Belediye Başkanı Eric Adams tam da dün burada söylediğim gibi mahkemeye çıktı ve ‘Suçsuzum’ dedi. Yani jüri önünde yargılanmak, savcıların suçlamalarıyla yüzleşmek ve kendisini savunmak istedi.

New York’ta yapılacak yargılama ne zaman başlar, ne kadar sürer o kadar detaya hakim değilim ama dün yazdım; Eric Adams’a yönelik suçlamaların tamamının arkasında onun Türkiye ve Türkler’le ilişkileri var.

Yolsuzluk yapmak ve rüşvet almakla suçlanan bir belediye başkanının FBI’ın bir yılı aşkın süreden beri yürüttüğü bir soruşturmada sadece Türkiye ve Türk kökenlilerle bu tartışmalı ilişkilerinin ortaya konması, New York’ta yaşayan diğer etnik grupların hiçbiriyle ilgili ortaya tek bir cümle bile konmaması size de ilginç gelmiyor mu?

Öyle ya, biri kötü ahlaklıysa bunu her fırsatta yapar. Rüşvet alacaksa sadece THY’den ‘upgrade’ şeklinde almaz, başka ülkelerin havayollarından da alır en azından. Siyasi kampanyasına bir tek Türkler bağış vermiş olamaz. Yapı kullanım iznini hızlandırdığı yegane bina Türkiye’ye ait bina olamaz.

New York’taki Federal Savcı Eric Adams’ın Türkiye’nin, sadece Türkiye’nin ajanı olduğunu düşünüyor. Oysa adam siyasetçi ve gelecekte Demokrat Parti’den başkan adayı olması bile söz konusu bir isim. Partisinin sol kanadıyla anlaşamıyor, çünkü göçmenler konusunda farklı düşünüyor.

Eric Adams’ın masumiyetini kanıtlamaya ve üstüne atılı suçları küçümsemeye kalkışmayacağım, çünkü ortaya konan deliller çok açık. Ama bu işte bir iş olduğunu düşünmekten de kendimi alamıyorum. Bir zamanlar Türkiye’deki Ergenekon davalarında da bazı deliller gayet netti, ortada bir darbe teşebbüsü olduğunu gösteriyordu ama bu deliller FETÖ’nün çok daha farklı bir hesaplaşmasının aracı olarak kullanıldı, at izi it izine karıştı.

Davanın bu belki hiçbir zaman bilemeyeceğimiz arka planı bir yana, Türkiye’de bu dava hakkında yazılan çizilenler de çok çarpıcı aslında. Neredeyse herkes ağız birliği etmişcesine ‘Türkiye’nin Amerika’ya yolsuzluk ihraç ettiğini’ söylüyor.

Kimse kusura bakmasın, yolsuzluk ve dolandırıcılık söz konusu olduğunda Amerika’nın Türkiye’den alacak bir dersi olduğunu hiç sanmıyorum. Sanki Amerika çok temiz bir ülkeymiş gibi Türkiye’ye yöneltilen eleştirileri anlamakta güçlük çekiyorum. Türkiye yolsuzluklar bakımından çok eleştirilmeyi hak eden bir ülke, ama bunu Amerika örneğiyle yapmak bence çok uygunsuz.

Bu konuda son derece çarpıcı bir örnek bu yılın Haziran ayında ortaya çıktı. Amerika’da ‘Fix the Court’ (Mahkemeyi Düzeltin) adıyla çalışan bir sivil toplum örgütü, 6 Haziranda yayınladığı kapsamlı bir analizde Amerikan Yüksek Mahkemesi yargıçlarının bugüne kadar aldıkları hediyelerin toplamını açıkladı. Yargıçlardan biri olan ve 1991’den beri görev yapan Clarence Thomas son 20 yılda 2 milyon 400 bin dolar değerinde hediye kabul etmişti.

Neydi bu hediyeler? Kendisine ve ailesine verilen uçak biletleri, özel uçuşlar, tatil beldelerinde konaklama imkanları vs.

Tabii bu 2,4 milyon dolarlık hediye Yargıç Thomas’ın beyan ettikleri. Bir de etmedikleri, sonradan beyana mecbur bırakıldıkları var. Mesela Thomas’a bu hediyeleri veren esas isim olan iş insanı Thomas’ın ölen annesinin evini piyasa değerinin üç katına satın almış. Bu para o 2,4 milyon dolara dahil değil.

Bir başka çarpıcı şey şu: Thomas’tan çok daha uzun süre görev yapan yargıç Ginsburg mesela Yüksek Mahkeme’deki o uzun on yıllarında sadece 59 bin dolarlık hediye kabul etmiş. Tam tersten bir örnek: Muhafazakar yargıç Scalia da uzun süre görev yaptı, onun aldığı hediyelerin toplamı ise 210 bin dolar. Bunlar 20 yıllık rakamlar, tek bir yıla ait değil. Mahkemenin yeni muhafazakar yargıcı Kavanaugh mesela sadece 100 dolarlık bir hediye almış. Clarence Thomas her bakımdan özel bir örnek yani.

Eric Adams’ın kabul ettiği hediyeleri (THY’den bilet, Türkiye’de otellerde bedava konaklama ve diğer ağırlamalar) konuşuyor Amerikan gazeteleri ama Yüksek Mahkeme yargıçlarının hediyeleri bu kadar konuşulmadı. Bugün Eric Adams’a dava açıldı, oysa Yüksek Mahkeme üyesi yargıçlara kimse bir dava açmadı.

Daha da çarpıcısı var. 6 Haziranda yayınlanan haberle yolsuzluk ve hediye kabul etme konusunda tartışmaların odağına düşen Yüksek Mahkeme bu haberin yayınlanmasından sadece 20 gün sonra son derece önemli bir karar açıkladı. Karar kamu görevlilerinin kabul edeceği hediyelerin rüşvet sayılıp sayılmamasıyla ilgiliydi.

Yüksek Mahkeme’nin 6’ya 3 çoğunlukla aldığı kararla isteyen herkesin, bu arada iş dünyasından baskı gruplarına ve lobicilere kadar herkesin kamu görevlilerine hediye verebileceği söylendi. Bu hediyelerin ‘rüşvet’ sayılması için ancak hediyenin yapılması istenen bir işten önce verilmesi gerekiyor. Bu duruma Latince hukuk tabiriyle ‘quid pro quo’ deniyor, Türkçeye ‘Sen benim sırtımı kaşı, ben seninkini’ diye çevirmek yanlış olmaz. İş yapıldıktan sonra verilen hediyeler rüşvet kabul edilmiyor bu karara göre. Mahkemede bu yönde oy veren altı üyeden biri son 20 yılda 2,4 milyon dolarlık hediye kabul eden Clarence Thomas’tı, unutmayın.

Eric Adams’la ilgili en ciddi suçlama tam da bu ‘quid pro quo’yu hatırlatıyor zaten: Türkevi binası için yapı kullanım iznini isteyen Türk konsolos belediye başkanına ‘Bunca zaman biz senin sırtını kaşıdık, şimdi sıra sende’ diye mesaj yollamış çünkü.

Nasrallah öldüyse…

Nasrallah öldüyse…

İsrail uçakları dün Beyrut’un Hizbullah ağırlıklı mahallesi Dahiya’da dışarıdan bakıldığında ev gibi görünen çok katlı bir apartmanı yerle bir etti.

Apartmanı yıkan bombalar Amerikan yapımı ‘bunker buster’ denen, yani betonu delip en derinde patlayan tipte bombalardı.

İddia o ki, bu vurulan binanın altındaki bodrumda Hizbullah karargahı vardı ve bombalama sırasında Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah orada toplantı yapıyordu.

Henüz Nasrallah’ın ölüp ölmediğini, saldırı sırasında sahiden orada olup olmadığını bilmiyoruz ama saldırıdan sonra hiç de alışıldık olmayan pek çok şey yaşanıyor.

Bunlardan birincisi saldırıdan sonra İran’da dini lider Ali Hameney’in ülkenin Güvenlik Konseyi’ni olağanüstü toplantıya çağırması. Konseyin genel sekreteri İbrahim Azizi’ye göre ‘İsrail cehennemin kapılarını açtı.’

Bir başka önemli ve sıra dışı gelişme Lübnan’ın geçici Başbakanı Mikati’nin New York’taki temaslarını yarıda keserek ülkeye geri dönmesi. Mikati ülkesi İsrail saldırıları altındayken New York’a gitmişti, ama şimdi ansızın geri geldi.

Yine bir başka dolaylı belirti İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Yahudilerin kutsal tatil günü Şabat’ ı dinlemeden uçağına binip New York’tan Tel Aviv’e dönmesi. Bu da sıradan bir durum değil.

Ve son olarak,  İsrail ilerleyen saatlerde civardaki başka binalara hava saldırıları düzenlediği halde Beyrut’ta yıkılan binada arama kurtarma çalışmalarına hiç ara verilmemesi, arama kurtarma ekiplerinin bombalar yağarken enkazdan insan çıkartmaya çalışması. Bu da enkazın altında önemli bir isim olduğu izlenimi veriyor.

The New York Times gazetesi İsrailli dört istihbarat görevlisiyle konuşmuş; Nasrallah’ın binada toplantıda olduğundan eminler ve binanın yaşadığı yıkıma bakıp ‘Buradan sağ çıkamaz’ diyorlar. Ancak elbette elde kesin bir kanıt yok. Bu tahminler de sürekli güncelleniyor.

Eğer İsrail Hizbullah’ın artık efsane seviyesindeki lideri Nasrallah’ı öldürmeyi gerçekten başardıysa bu Lübnanlı Şii örgüte bugüne kadar vurulmuş en sert darbe sayılabilir.

Ama tabii her sert darbe gibi bunun tepkisi de olacaktır. İsrail günlerdir Hizbullah’a binlerce bomba attı ve hedefinin bu örgütün füze kapasitesi başta olmak üzere savaşma kapasitesini en aza indirmek olduğunu ilan etti. Herkes kara savaşı bekliyor, ama henüz kara savaşı başlamış değil, İsrail’in geçmişte olduğu gibi yeni bir işgale girişip girişmeyeceği belirsiz.

Hizbullah’ın son birkaç haftada aldığı darbeler bu örgütü toparlanması zor ve uzun sürecek bir karışıklığa sokmuş olabilir. Üstüne bir de Nasrallah öldüyse örgütün yeniden ayağa kalkması epey zaman alabilir.

Ama bütün bunlara rağmen Hizbullah’ın hala İsrail’e füze fırlattığını da biliyoruz. Bu füzeler çok ciddi bir zarara yol açmasa da İsrail bu durumdan hiç memnun değil.