Bırakın devleti, bakkal dükkanı böyle yönetilir mi: Binali Yıldırım yargılanmayacak mı?
Yeri geldiğinde hiçbirimiz mangalda kül bırakmayız, ‘Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devletin adıdır’ deriz.
Nedir devlet dediğiniz? Ülkede yasa-düzen hakimiyetinin olmasını sağlayan organizasyondur.
Yasa-düzen hakimiyetini sağlamak için bizden vergi toplar, topladığı bu vergileri de eğitimimiz, sağlığımız, güvenliğimiz, refahımız ve kanunların uygulanması amacıyla yargı hizmeti için kullanır.
Devletin bu bizden para toplama ve sonra o paraları harcama konusunda özel bir organizasyonu vardır. Bu organizasyona bugün Hazine ve Maliye Bakanlığı diyoruz.
2018 yılında başkanlık sistemine geçene kadar bu organizasyon iki ayrı çatı altındaydı. Para toplama işini Maliye Bakanlığı yapardı, para harcama işini de Hazine Müsteşarlığı.
Hazine her bakımdan uzman bir kuruluşun adı Türkiye’de. Devletin topladığı vergi gelirleri neredeyse hiçbir zaman devletin yaptığı harcamalara yetmediği, yani Türkiye sürekli bütçe açığı verdiği için Hazine aradaki farkı yurt içinden ve dışından borçlanarak sürekli kapatır.
Hazine’nin uzmanlık alanlarından belki en başlıcası budur: İç ve dış borçlanma yapmak, bunu pürüzsüz ve tartışmasız gerçekleştirmek.
Örneğin daha geçen hafta Türk Hazine’si dış borçlanmaya çıktı ve ihraç ettiği tahvillerle borçlandı. Bu borçlanmanın üstünde en ufak yolsuzluk, usulsüzlük gölgesi olmadı, hakkında tek satır tartışma çıkmadı.
Türkiye’nin elinde bu denli uzman, işinin bu denli ehli bir kurumu varken devlet adına yapılacak borçlanmaların, özellikle de dış borçlanmaların başka kurumlar eliyle yapılmak istenmesine gerek var mı? Hayır, elbette yok.
Gazetecilik mesleğim sayesinde bazı hazine müsteşarlarını tanıma, onlarla dostluk etme, sofralarına oturma olanağı buldum. Rahmetli Yener Dinçmen başlı başına bir efsaneydi, Mahfi Eğilmez, Selçuk Demiralp, Faik Öztrak, İbrahim Çanakçı tanıma onuruna eriştiğim müsteşarlardı.
Bu isimlerin yaptıkları görev sadece finans ve ekonomi konusunda yüksek bilgi gerektirmiyordu, aynı zamanda çok büyük bir devlet sevgisi ve devlet ağırlığı gerektiriyordu. Yani bu görev için çok yüksek bir karaktere de sahip olmak şarttı. Baktığınızda bu isimler (ve daha nicesi aslında) emekli olduklarında arkalarında en ufak bir gölge, en ufak bir yolsuzluk iması dahi bırakmadan köşelerine çekildi.
Bunca gevezeliği yapmamın sebebi dün İstanbul’da 40. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanan bir dava. Haberini şuradan okuyabilirsiniz.
Davanın konusu şu: Türkiye 2016 yılında bir ‘Varlık Fonu’ kurmaya karar verdi, biliyorsunuz.
Bu tartışmalı bir karardı. Çünkü Varlık Fonu esas olarak petrol gibi doğal kaynakları sayesinde düzenli biçimde cari fazla veren ülkelerin bu yüksek kârı bütçeye koymaktan çekindikleri için kurduğu kurumlar. Örneğin Norveç’in çok zengin bir Varlık Fonu var, Malezya’nın varlık fonu bir dönem ciddi yolsuzluklara konu oldu. Suudi Arabistan’ın, Katar’ın, BAE’nin, Kuveyt’in, öyle muazzam bir doğal kaynağı olmadığı halde ciddi cari fazla veren Singapur’un varlık fonları var. Fon elindeki parayı bütçeye koyup harcamak (ve enflasyon yaratmak) yerine yatırım amacıyla kullanmak için kuruluyor.
Türkiye’nin böyle bir doğal kaynağı yok; cari fazlası da yok. Ama olsun, hükümet özendi ve Varlık Fonu kurdu. Fonun varlıkları da başlangıçta sadece kamu bankaları ve elde kalan bazı KİT’lerdi. Zaman içinde bunlara TürkTelekom, Turkcell gibi devlet şirketine dönüşen özel şirketler de eklendi. Hatta son olarak Koza-İpek’in altın madenleri de fona girdi. Tuhaf bir durum.
Birinci günden beri bu fonun neden kurulduğu merak konusu. Fonu kuran iktidar, yani bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ilk kuruluşu döneminde de Başbakan Binali Yıldırım fonun ucuz maliyetli dış borçlanma sağlayacağını iddia ettiler ama bu iddia geçerli olamazdı; devletin hiçbir şirketi devletin kendisinden daha ucuza borçlanamazdı; çünkü borç verenlere aynı sağlamlıkta borcu geri ödeme güvencesi veremezdi.
Şimdi 40. Ağır Ceza Mahkemesinde başlayan yargılama sayesinde öğreniyoruz; hani hazine müsteşarlarının kapısına dayanıp ‘Size ucuz dış kaynak buluruz’ diyen ama kapıdan geri gönderilen aracılar Hazine yerine doğrudan Başbakanlığa gitmiş 2016’da.
Hazır Varlık Fonu kuruluyor, orayı dolandırmaya kalkışmışlar. İşin başını bir Türk çekiyor, adı Bülent Göktuna. Mineks International adıyla bir de şirketi var, ama bu anonim şirket bile değil, limited şirket.
Göktuna kendine göre bir konsorsiyum oluşturmuş, bu konsorsiyum aracılığıyla Varlık Fonu için ilk yıl 15, sonraki yıllarda da 20 milyardan az olmayacak tahvil ihraç edeceklerini söylüyor. Toplam 75 milyar dolarlık tahvil ihracı söz konusu. Oysa Varlık Fonu’nun içindeki varlıkların toplam değeri bırakın 75’i ilk yılın borçlanma miktarı olan 15 milyar dolar dahi etmiyor. Varlık değerlerini boş verin, bu şirketler hiç o kadar kâr etmiyor.
Ama Binali Yıldırım ve Başbakanlık bu vaade inanıyor, henüz kuruluşu resmiyet bile kazanmamış olan Türkiye Varlık Fonu adına Bülent Göktuna ve konsorsiyumuyla sözleşme de imzalıyor.
Sözleşmeye göre 2017 yılında yapılacak 15 milyar dolarlık tahvil ihracı için ilk ağızda 25 milyon dolarlık bir ‘danışmanlık ücreti’ ödenecek. Bu ücretin yine sözleşmeye göre Allen&Associates adlı İngiltere merkezli bir danışmanlık şirketine ödenmesi gerekiyor.
Dediğim gibi henüz Varlık Fonu kuruluşunu tamamlamadığı için aslında bir varlığı veya parası da yok. O yüzden bu 25 milyon dolar ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ diye düşünülerek olsa gerek, Başbakan Binali Yıldırım’ın onayıyla Örtülü Ödenek’ten veriliyor.
Veriliyor ama daha ilk anda pürüz çıkıyor. Para doğrudan yurtdışına Allen&Associates’e gönderilirse bir de stopaj doğacak; bunun önüne geçmek için ilk ödeme Bülent Göktuna’nın Mineks adlı limited şirketine yapılıyor, hem de anında, bir gün bile gecikmeden.
Lafı uzatmaya gerek yok, sonucu hepimiz biliyoruz, Türkiye Varlık Fonu o tahvilleri ihraç etmedi, 15 milyar dolar borçlanmadı ama o arada verilen danışmanlık ücreti buhar oldu gitti. Yani devlet 25 milyon dolar dolandırıldı.
Oysa aynı devlet Hazine Müsteşarlığına dönüp ‘Varlık Fonu için 15 milyar dolarlık tahvil çıkaralım’ dese beş kuruş danışmanlık ücreti vermesi gerekmeyecekti, ama zaten Hazine ‘Ne gerek var bu borçlanmaya’ deyip işi durduracaktı.
Bırakın Hazine’yi, Varlık Fonu’na dahil edilen Ziraat Bankası, Halk Bankası gibi bankalara ‘Yahu biz 15 milyar dolarlık tahvil ihracı düşünüyoruz’ deseler yine 25 milyon dolar harcamaya gerek olmadan işi ucuza çözebilirlerdi ama bunları yapmadılar, hayli gölgeli ve tartışmalı bir ismin nasıl bir araya getirdiği bilinmeyen konsorsiyumuna güvendiler.
Bu işin Başbakanlık ve devlet tarafında herhangi bir yolsuzluk, rüşvet olmadığını varsaysak bile vahim bir durumla karşı karşıyayız. Yapılan amatörlüğün ve iş bilmezliğin boyutu o kadar büyük ki insan düşünürken utanıyor ve ‘İnşallah rüşvet aldıkları için böyle yapmışlardır’ diye aklından geçirmek istiyor. Çünkü öbür türlü, devlet yönetsinler diye seçtiğimiz insanların ve onların kendilerine bürokrat diye seçtiklerinin kendi emirlerindeki bir kuruma soru sormak yerine dolandırıcıların tuzağına bu kadar kolay düşüp Örtülü Ödenek’ten 25 milyon doları tek kalemde çıkarıp ödediği gerçeğiyle yüz yüze kalıyoruz.
Daha da vahimi şu: Türkiye’de yolsuzluk konusunda, devlet parasının uçup gitmesi konusunda o kadar büyük bir duyarsızlığa kapılmış durumdayız ki, sadece sekiz yıl önce başbakanlık yapan bir insan için Meclis’te soruşturma komisyonu kurulmasını istemek aklımıza bile gelmiyor, bu 25 milyon dolarlık, artık mahkemelere yansımış yolsuzluk CHP’nin gündeminde bile yok.
İnsan ne diyeceğini şaşırıyor sahiden.