01-10-2024
İsmet Berkan

Bırakın devleti, bakkal dükkanı böyle yönetilir mi: Binali Yıldırım yargılanmayacak mı?

Bırakın devleti, bakkal dükkanı böyle yönetilir mi: Binali Yıldırım yargılanmayacak mı?

Yeri geldiğinde hiçbirimiz mangalda kül bırakmayız, ‘Türkiye Cumhuriyeti büyük bir devletin adıdır’ deriz.

Nedir devlet dediğiniz? Ülkede yasa-düzen hakimiyetinin olmasını sağlayan organizasyondur.

Yasa-düzen hakimiyetini sağlamak için bizden vergi toplar, topladığı bu vergileri de eğitimimiz, sağlığımız, güvenliğimiz, refahımız ve kanunların uygulanması amacıyla yargı hizmeti için kullanır.

Devletin bu bizden para toplama ve sonra o paraları harcama konusunda özel bir organizasyonu vardır. Bu organizasyona bugün Hazine ve Maliye Bakanlığı diyoruz.

2018 yılında başkanlık sistemine geçene kadar bu organizasyon iki ayrı çatı altındaydı. Para toplama işini Maliye Bakanlığı yapardı, para harcama işini de Hazine Müsteşarlığı.

Hazine her bakımdan uzman bir kuruluşun adı Türkiye’de. Devletin topladığı vergi gelirleri neredeyse hiçbir zaman devletin yaptığı harcamalara yetmediği, yani Türkiye sürekli bütçe açığı verdiği için Hazine aradaki farkı yurt içinden ve dışından borçlanarak sürekli kapatır.

Hazine’nin uzmanlık alanlarından belki en başlıcası budur: İç ve dış borçlanma yapmak, bunu pürüzsüz ve tartışmasız gerçekleştirmek.

Örneğin daha geçen hafta Türk Hazine’si dış borçlanmaya çıktı ve ihraç ettiği tahvillerle borçlandı. Bu borçlanmanın üstünde en ufak yolsuzluk, usulsüzlük gölgesi olmadı, hakkında tek satır tartışma çıkmadı.

Türkiye’nin elinde bu denli uzman, işinin bu denli ehli bir kurumu varken devlet adına yapılacak borçlanmaların, özellikle de dış borçlanmaların başka kurumlar eliyle yapılmak istenmesine gerek var mı? Hayır, elbette yok.

Gazetecilik mesleğim sayesinde bazı hazine müsteşarlarını tanıma, onlarla dostluk etme, sofralarına oturma olanağı buldum. Rahmetli Yener Dinçmen başlı başına bir efsaneydi, Mahfi Eğilmez, Selçuk Demiralp, Faik Öztrak, İbrahim Çanakçı tanıma onuruna eriştiğim müsteşarlardı.

Bu isimlerin yaptıkları görev sadece finans ve ekonomi konusunda yüksek bilgi gerektirmiyordu, aynı zamanda çok büyük bir devlet sevgisi ve devlet ağırlığı gerektiriyordu. Yani bu görev için çok yüksek bir karaktere de sahip olmak şarttı. Baktığınızda bu isimler (ve daha nicesi aslında) emekli olduklarında arkalarında en ufak bir gölge, en ufak bir yolsuzluk iması dahi bırakmadan köşelerine çekildi.

Bunca gevezeliği yapmamın sebebi dün İstanbul’da 40. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanan bir dava. Haberini şuradan okuyabilirsiniz.

Davanın konusu şu: Türkiye 2016 yılında bir ‘Varlık Fonu’ kurmaya karar verdi, biliyorsunuz.

Bu tartışmalı bir karardı. Çünkü Varlık Fonu esas olarak petrol gibi doğal kaynakları sayesinde düzenli biçimde cari fazla veren ülkelerin bu yüksek kârı bütçeye koymaktan çekindikleri için kurduğu kurumlar. Örneğin Norveç’in çok zengin bir Varlık Fonu var, Malezya’nın varlık fonu bir dönem ciddi yolsuzluklara konu oldu. Suudi Arabistan’ın, Katar’ın, BAE’nin, Kuveyt’in, öyle muazzam bir doğal kaynağı olmadığı halde ciddi cari fazla veren Singapur’un varlık fonları var. Fon elindeki parayı bütçeye koyup harcamak (ve enflasyon yaratmak) yerine yatırım amacıyla kullanmak için kuruluyor.

Türkiye’nin böyle bir doğal kaynağı yok; cari fazlası da yok. Ama olsun, hükümet özendi ve Varlık Fonu kurdu. Fonun varlıkları da başlangıçta sadece kamu bankaları ve elde kalan bazı KİT’lerdi. Zaman içinde bunlara TürkTelekom, Turkcell gibi devlet şirketine dönüşen özel şirketler de eklendi. Hatta son olarak Koza-İpek’in altın madenleri de fona girdi. Tuhaf bir durum.

Birinci günden beri bu fonun neden kurulduğu merak konusu. Fonu kuran iktidar, yani bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ilk kuruluşu döneminde de Başbakan Binali Yıldırım fonun ucuz maliyetli dış borçlanma sağlayacağını iddia ettiler ama bu iddia geçerli olamazdı; devletin hiçbir şirketi devletin kendisinden daha ucuza borçlanamazdı; çünkü borç verenlere aynı sağlamlıkta borcu geri ödeme güvencesi veremezdi.

Şimdi 40. Ağır Ceza Mahkemesinde başlayan yargılama sayesinde öğreniyoruz; hani hazine müsteşarlarının kapısına dayanıp ‘Size ucuz dış kaynak buluruz’ diyen ama kapıdan geri gönderilen aracılar Hazine yerine doğrudan Başbakanlığa gitmiş 2016’da.

Hazır Varlık Fonu kuruluyor, orayı dolandırmaya kalkışmışlar. İşin başını bir Türk çekiyor, adı Bülent Göktuna. Mineks International adıyla bir de şirketi var, ama bu anonim şirket bile değil, limited şirket.

Göktuna kendine göre bir konsorsiyum oluşturmuş, bu konsorsiyum aracılığıyla Varlık Fonu için ilk yıl 15, sonraki yıllarda da 20 milyardan az olmayacak tahvil ihraç edeceklerini söylüyor. Toplam 75 milyar dolarlık tahvil ihracı söz konusu. Oysa Varlık Fonu’nun içindeki varlıkların toplam değeri bırakın 75’i ilk yılın borçlanma miktarı olan 15 milyar dolar dahi etmiyor. Varlık değerlerini boş verin, bu şirketler hiç o kadar kâr etmiyor.

Ama Binali Yıldırım ve Başbakanlık bu vaade inanıyor, henüz kuruluşu resmiyet bile kazanmamış olan Türkiye Varlık Fonu adına Bülent Göktuna ve konsorsiyumuyla sözleşme de imzalıyor.

Sözleşmeye göre 2017 yılında yapılacak 15 milyar dolarlık tahvil ihracı için ilk ağızda 25 milyon dolarlık bir ‘danışmanlık ücreti’ ödenecek. Bu ücretin yine sözleşmeye göre Allen&Associates adlı İngiltere merkezli bir danışmanlık şirketine ödenmesi gerekiyor.

Dediğim gibi henüz Varlık Fonu kuruluşunu tamamlamadığı için aslında bir varlığı veya parası da yok. O yüzden bu 25 milyon dolar ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ diye düşünülerek olsa gerek, Başbakan Binali Yıldırım’ın onayıyla Örtülü Ödenek’ten veriliyor.

Veriliyor ama daha ilk anda pürüz çıkıyor. Para doğrudan yurtdışına Allen&Associates’e gönderilirse bir de stopaj doğacak; bunun önüne geçmek için ilk ödeme Bülent Göktuna’nın Mineks adlı limited şirketine yapılıyor, hem de anında, bir gün bile gecikmeden.

Lafı uzatmaya gerek yok, sonucu hepimiz biliyoruz, Türkiye Varlık Fonu o tahvilleri ihraç etmedi, 15 milyar dolar borçlanmadı ama o arada verilen danışmanlık ücreti buhar oldu gitti. Yani devlet 25 milyon dolar dolandırıldı.

Oysa aynı devlet Hazine Müsteşarlığına dönüp ‘Varlık Fonu için 15 milyar dolarlık tahvil çıkaralım’ dese beş kuruş danışmanlık ücreti vermesi gerekmeyecekti, ama zaten Hazine ‘Ne gerek var bu borçlanmaya’ deyip işi durduracaktı. 

Bırakın Hazine’yi, Varlık Fonu’na dahil edilen Ziraat Bankası, Halk Bankası gibi bankalara ‘Yahu biz 15 milyar dolarlık tahvil ihracı düşünüyoruz’ deseler yine 25 milyon dolar harcamaya gerek olmadan işi ucuza çözebilirlerdi ama bunları yapmadılar, hayli gölgeli ve tartışmalı bir ismin nasıl bir araya getirdiği bilinmeyen konsorsiyumuna güvendiler.

Bu işin Başbakanlık ve devlet tarafında herhangi bir yolsuzluk, rüşvet olmadığını varsaysak bile vahim bir durumla karşı karşıyayız. Yapılan amatörlüğün ve iş bilmezliğin boyutu o kadar büyük ki insan düşünürken utanıyor ve ‘İnşallah rüşvet aldıkları için böyle yapmışlardır’ diye aklından geçirmek istiyor. Çünkü öbür türlü, devlet yönetsinler diye seçtiğimiz insanların ve onların kendilerine bürokrat diye seçtiklerinin kendi emirlerindeki bir kuruma soru sormak yerine dolandırıcıların tuzağına bu kadar kolay düşüp Örtülü Ödenek’ten 25 milyon doları tek kalemde çıkarıp ödediği gerçeğiyle yüz yüze kalıyoruz.

Daha da vahimi şu: Türkiye’de yolsuzluk konusunda, devlet parasının uçup gitmesi konusunda o kadar büyük bir duyarsızlığa kapılmış durumdayız ki, sadece sekiz yıl önce başbakanlık yapan bir insan için Meclis’te soruşturma komisyonu kurulmasını istemek aklımıza bile gelmiyor, bu 25 milyon dolarlık, artık mahkemelere yansımış yolsuzluk CHP’nin gündeminde bile yok.

İnsan ne diyeceğini şaşırıyor sahiden.

Hoşça kalın Güneri Bey, öğrettikleriniz için minnettarım

Hoşça kalın Güneri Bey, öğrettikleriniz için minnettarım

Sabahın kör vaktinde acı haber geldi, Güneri Cıvaoğlu ölmüştü. Böyle bir haber almak kaçınılmaz biçimde insanın aklından onlarca anının geçmesine neden oluyor.

Güneri Cıvaoğlu bizim mesleğimizde her bakımdan bir efsanenin adıydı. Bu mesleğin en yüksek doruklarında yöneticilik yapmış olmasına rağmen son gününe kadar muhabirdi Güneri Bey.

Daha birkaç hafta önce, sabah sabah Ertuğrul Özkök aramış, Güneri Beyin Milliyet’teki köşesinde yer alan bir haberi bana doğrulatmaya çalışıyordu. Haberden haberim bile yoktu ama kısa sürede anlaşıldı, Güneri bey bütün Türk basınına bir kez daha haber atlatmıştı.

Özellikle 90’lı yıllarda daha çok Hasan Cemal, Ertuğrul Özkök, Yavuz Donat onunla her gün gazetecilik rekabetindeydi; hepsini defalarca atlattı. Benim Güneri Beyle aynı alanda ve aynı anda gazetecilik rekabetim çok daha az oldu ama ben de sürekli birlikte bulunduğumuz bir gezideki haberleri ertesi sabah onun köşesinde okumaktan kurtulamadım.

Sadece müthiş bir muhabir değildi Güneri bey. Bir iyi yaşama ustasıydı. Bütün o gazetecilik telaşının, gündelik kavga gürültüsünün arasında hayatını güzelleştirmeye, yemekse en iyisini yemeye, içkiyse en iyisini içmeye, kıyafetse en güzelini giymeye vakit bulurdu. Vakit bulmak ne kelime, özellikle bunun peşinden koşardı.

Milliyet’in yeraltı otoparkında tozlar çamurlar içinde 73 model bir Jaguar durdu aylarca. Sonunda merak ettim, ‘Güneri Beyin arabası’ dediler. Gittim Güneri Beye, ‘Kullanmıyorsanız bana satsanıza’ dedim.

‘İsmetcim’ dedi, ‘Satarım, satmak da istiyorum, ama sana satmam.’

Neden peki?

‘Bu dünyanın en güzel arabalarından biri, ama beni bile çok yordu, seni daha fazla yorar, sana bu kötülüğü yapmam.’

Sonunda Güneri Bey arabayı kimseye satmadı, büyük masrafa girip yeniden toplattı aracı, rengini de müthiş bir ördek başı yeşiline çevirdi ve kullandı.

Tanıdığımda benim için bir çeşit nefret objesiydi; Tercüman gazetesinin genel yayın müdürüydü. Ben Cumhuriyet’te çalışıyordum ve Tercüman her bakımdan benim inançlarımın tersini temsil ediyordu.

Ama bir şeyi fark ettim: Güne Tercüman okumadan başlayamıyordum ve orada kendime okunacak çok şey buluyordum. Bir gazeteyi hem sevmemek, hem de o gazetede okuyacak o kadar şey bulmak Güneri beye saygı duymama neden oldu. Bugünkü gibi uyduruk bir sağcı gazete değildi Tercüman, iyi bir gazeteydi.

Güneş’i kurarken bana da iş teklif etti, üstelik rüyamda görsem inanmayacağım bir maaş verecekti. Ama ben daha mesleğimin başındaydım ve Cumhuriyet’te öğrenecek çok şeyim olduğunu düşünüyordum, gitmedim Güneş’e.

Ama onun Güneş gazetesinde sağladığı maaş standardı sayesinde bütün Babıali’nin hayat standardı yükseldi.

Kolay beğenmez, beğenmediği şeyi de bazen küstahlık seviyesinde sert biçimde söylerdi. Mesela bir seferinde o zamanların efsane gazetesi Posta’nın Genel Yayın Yönetmeni Rifat Ababay’la birlikte kendimize özene bezene diktirdiğimiz ceketlerimizi beğenmemişti, bizi de epey bir aşağılamıştı.

Son olarak Ertuğrul Özkök sayesinde geçen yıl bir şarap tadımı yemeğinde aynı masada olduk. Sağlık sorunları vardı ama hayat iştahı maşallah yerindeydi, yemekten sonra ‘Hadi’ dedi bize, ‘Bir de falanca yere gidelim, orada bir kadeh içelim…’ Ben ona katılamadım o öğleden sonra.

Bodrum’da yaşıyordu daha çok artık. Kendisine bir de Vespa motosiklet almıştı, onunla dolaşıyordu. İki yıl önce bir akşam Aydın Doğan dahil bir grubu yemeğe davet etmişti, ben de bulunmuştum o akşam. Neşeli bir Güneri Cıvaoğlu’nu ve onun güzel hikayelerini dinlemekten daha güzel ne olabilirdi?

Birkaç hafta önce Ertuğrul Özkök, Güneri Beyin sağlığının iyi olmadığını, doktorların ona çok az ömür biçtiğini haber verdiğinde çok üzüldüm. Özkök’le dakikalarca Güneri Beyi konuştuk, o daha da üzgündü.

Hoşça kalın Güneri bey, bana öğrettikleriniz için hep minnettar kalacağım.