03-10-2024
İsmet Berkan

İsrail’le ortak gelecek inşa etmeye çalışmaktan ‘İsrail bizi işgal edebilir’ demeye giden kısa yol!

İsrail’le ortak gelecek inşa etmeye çalışmaktan ‘İsrail bizi işgal edebilir’ demeye giden kısa yol!

Bütün İbrahimi dinler, yani tek tanrılı dinler, İslam dahil, Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ın milattan önce 1312 yılı dolaylarında, bu dinin peygamberi Musa’ya Sina Dağı’nda bizzat Tanrı tarafından aktarıldığına inanır.

Tevrat aslında beş kitabın bir araya gelmiş halidir. Bu kitaplardan birincisine biz ‘Tekvin’ diyoruz, İbranicede ‘Bəreshit’ kelimesi kullanılıyor, İngilizce konuşan Hıristiyanlar ‘Genesis’ diyor. Hepsi ‘Yaradılış’ veya ‘Başlangıç’ anlamına geliyor.

Bu kitabın 15. bab’ında şöyle bir şey yazılı:

‘O günde Rab, Abraham’la ahdedip dedi: Mısır ırmağından büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar bu diyarı, Kenileri ve Kenizzileri ve Kadmonileri ve Hittileri ve Perizzileri ve Refaları ve Amorileri ve Kenanlıları ve Girgaşileri ve Yebusileri senin zürriyetine (soyuna) verdim.’

İşte bütün bu ‘vaat edilmiş topraklar’ efsanesinin kökeni esas olarak bu cümledir.

Dediğim gibi bu cümle kabaca 3300 yıl önce kayda geçmiş bir cümle; dün söylenmedi.

Nil’den Fırat’a çizgiler mi?

Yaygın söylenti modern İsrail devletinin bayrağındaki Davut Yıldızının altında ve üstünde yer alan iki kalın mavi çizginin Nil ve Fırat nehirlerini temsil ettiğini, İsrail’in bu iki nehir arasında kalan bütün toprakları kendisine bizzat Tanrı tarafından verildiğini kabul ettiğini söyler. Bayraktaki o çizgiler gerçekten o iki nehri mi temsil eder, şehir efsanelerinin konusudur, ama bu ‘Vaat edilmiş topraklar’ meselesi İsrail’de bugün bile güncel bir konu.

İsrail, evet hepsi de solcu ve seküler kişiler tarafından kuruldu. Siyonizm hareketi de temelde dinsel değil seküler bir harekettir. Ama İsrail dinin devlet işlerinde egemen olması anlamında modern liberal demokrasiler içinde din devletine en çok benzeyendir. Çoğu kanunları kökenini dinsel uygulamalarda bulur; yani bazı dini kurallar seküler devletin yasası haline de gelmiştir bu ülkede.

Ayrıca bugünkü İsrail ile 1948’de kurulan İsrail arasında dinin devlet hayatındaki yeri konusunda büyük farklar var. Bugün çok ama çok daha dindar, çok daha fazla din kurallarına göre yönetilen bir İsrail’den söz ediyoruz. O kurallar da temelde bundan 3300 yıl önce Tanrı tarafından Hazreti Musa’ya vahyedildiğine inanılan kurallar.

İsrail’in en büyük sorunu nüfusu

Nüfusu 10 milyondan az, bunun yüzde 25’e yakınını da başta Filistinliler olmak üzere Yahudi olmayanların oluşturduğu bir ülke olan İsrail’in aslında en büyük ve en stratejik sorunu da bu: Nüfus. İsrail’in Yahudi nüfusu artmıyor, buna karşılık Arap nüfusu artıyor. O yüzden ülkede aynen bir zamanların ırkçı Güney Afrika’sında olduğu gibi ciddi bir Apartheid rejimi uygulanıyor, ülkede Yahudi olmayanlar ikinci sınıf muamelesi görüyor.

Fakat İsrail’in 1948’den bu yana sürekli genişlediği, işgal ettiği Filistin/Arap topraklarını ilhak ettiği, en son ‘1967 sınırları’ denen sınırların çok ötesine geçtiği, özellikle Kudüs’ün Doğusu ile İsrail-Ürdün sınırını oluşturan Şeria Nehrinin Batısında kalan Filistin topraklarında neredeyse her gün işgalin ilhaka dönüşerek devam ettiğini unutmamak gerek tabii.

Nil’den Fırat’a toprakları işgal etse bile kontrol edemez

Peki ama İsrail’in genişlemesi sahiden efsanede yer aldığı gibi Mısır’daki Nil nehrinden bugün Irak, Suriye ve Türkiye topraklarından akmakta olan Fırat nehrine kadar devam edebilir mi?

Fiili durum edemeyeceğini söylüyor; çünkü İsrail şu an mevcut 7,5 milyonluk Yahudi nüfusuyla bu genişlikte bir alanı diğer etnisitelerden ve dinlerden tamamen temizlemeden kontrol edemez. Bunu da zaten yapamaz.

Ama bu hayal de çok yaygın

Ama öte yandan bu hayalin İsrail’de bugün bile konuşulan bir şey olduğunu da görmeliyiz. Daha birkaç gün önce yaşandı, İsrail’in ana akım gazetelerinden biri olan The Jerusalem Post’ta 25 Eylül günü Mark Fish imzasıyla yayılanan bir yazı ‘Lübnan vaat edilmiş topraklardan bir parça mı’ başlığını taşıyordu.

Dikkat edin, ne The Jerusalem Post öyle marjinal, kıyıda köşede fikirlerin dile getirildiği bir gazete ne de makalenin yazarı Doğu Perinçek veya Yiğit Bulut’la kıyaslayacağımız bir kişi. Makale Lübnan başta olmak üzere dünyada o kadar tepki çekti ki gazete yazıyı web sitesinden kaldırmak zorunda kaldı.

Bu vaat edilmiş topraklar meselesini böyle uzun uzun anlatmamın sebebi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekimde Meclis’i açarken yaptığı konuşmada ‘Türkiye de İsrail’in hedefi’ demiş olması. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu ‘vaat edilmiş topraklar’ söylencesine atıfta bulunuyor ‘İsrail ileride ülkemizi de işgal edecek’ derken.

İmkansız bir proje

Haritaya bakınca görüyorsunuz zaten, İsrail’in Türkiye’yi işgal etmesi için önce Lübnan ve Suriye’yi işgal etmesi ve işgal ettiği bu toprakları kontrol altına alabilmesi gerekiyor. Sadece bu iki ülkede İsrail’de yaşayan insan sayısının iki katından fazlası yaşıyor. Türkiye nüfusu İsrail nüfusunun dokuz katına yakın.

Lübnan, Suriye ve Türkiye’de hiçbir silahlı direniş olmasa bile İsrail’in askeri, polisi ve diğer kamu görevlileriyle bu kadar büyük bir alanı yönetebilmesi, ‘kendi toprağı’ yapması fiziken mümkün olmayan bir şey. Kaldı ki mutlaka çok sert direniş olacaktır İsrail’in işgaline karşı. Hele Türkiye dev ordusuyla İsrail’in bugüne kadar hiç karşılaşmadığı kadar büyük bir askeri güç zaten.

Peki Cumhurbaşkanı bu kadar uzak ihtimali ve esasen akıldan mantıktan yoksun bir hevesi neden sanki yarın gerçekleşebilir gibi söylüyor? Bu sorunun cevabı iç politikada gizli olsa gerek, konunun uluslararası ilişkilerle ve hele Türkiye’nin güvenliğiyle ilişkisi çok arka planda.

Bayraktar’ı satın almak isteyen İsrail şirketi

Ha tabii şu var: Vaat edilmiş topraklar efsanesinin üstüne bir komplo teorisi daha eklemek mümkün, İsrail’in Türkiye’yi doğrudan işgal etmeyeceğini ama ülkemizin güneyinde kurulacak bir Kürt devletini desteklediğini, bu yolla Türkiye’ye düşmanlık edeceğini söyleyen bu komplo teorisi bilmiyorum üstünde durulmaya ne kadar değer bir şey.

Türkiye 40 yılı aşan PKK mücadelesinde Yunanistan’dan ABD’ye, Almanya’dan Fransa’ya ve İran’a pek çok ülkeyi PKK’ya destek vermekle açıkça suçladı, bu suçlamaları kanıtlayacak şeyler de vardı elinde ama İsrail’in PKK’ya destekle açıkça itham edildiğini ben hatırlamıyorum. Hatta tem tersine, bir dönem İsrail, PKK ile mücadelede Türkiye’ye yardım ettiği için Ankara’da pek sevilirdi. Mesela Erdoğan iktidarı insansız hava araçlarını satın almak ve kiralamak için İsrail’in bir şirketini tercih etmişti, bu İsrailli şirketin Türkiye’nin bugün öncü haldeki Türk şirketi Bayraktar ile ortak olması bile söz konusu olmuş, ama neyse ki Bayraktar’ın kurucusu rahmetli Özdemir Bayraktar İsrail şirketinden gelen (Ankara’nın da onayını aldığı anlaşılan) teklifi reddetmişti.

Sadece 365 gün önce bahar havası esiyordu

Daha ilginci şu: Bundan sadece bir yıl önce, henüz Hamas İsrail’e o şok edici saldırılarını yapmamışken, Türkiye ile İsrail arasında Tayyip Erdoğan ile Binyamin Netanyahu arasında bir kez daha bahar rüzgarları esiyordu.

20 Eylül 2023’te Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan BM Genel Kurulu için gittiği New York’ta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile görüşmüştü. İki ülke arasında çok sayıda proje vardı ve görüşmede Erdoğan’ın İsrail’i ziyaret etmesi konusunda iki lider anlaşmıştı.

Türkiye, İsrail’e Doğu Akdeniz’de bulduğu doğal gazı Avrupa piyasasına satabilmesi için müthiş kârlı bir alternatif sunuyordu: İsrail’den Türkiye’ye hayli kısa ve ucuza mal olacak bir boru hattı yapmak, böylece İsrail gazını Türk enterkonnekte sistemine bağlamak, aynı sistemin Bulgaristan’a açılan ağzından da Avrupa’ya gaz satmak.

İsrail’e Manavgat’tan su projesi

Türkiye’nin İsrail’e bir önerisi daha vardı: Antalya’dan Kuzey Kıbrıs’a uzanan bir içme suyu boru hattımız var. Bu hattı Kıbrıs’tan İsrail’e uzatmayı ve en çok ihtiyaç duyduğu stratejik madde olan suyu satmayı öneriyordu Türkiye.

Zaten iki ülke arasında müthiş bir ticaret vardı. İsrail, Türkiye’nin milyarlarca dolar dış ticaret fazlası verdiği ülkeydi ve bu ticaret her geçen gün daha da büyüyordu. İsrail’in marketleri Türkiye’den giden ürünlerle doluydu.

3300 yıllık kitabı yeni mi okudular?

Bir yıl önce Tayyip Erdoğan iktidarı İsrail’le nurlu ufuklara doğru yelken açmaya hazırlanıyordu, bugünse İsrail’in Türkiye’yi işgal edeceğinden söz ediyoruz. Üstelik de bunu 3300 yıl önce vahyedildiğine inanılan bir kitaptan hareketle söylüyoruz. Acaba geçen yıl bu kitaptan haberleri yok muydu?

Bir tuhaflık yok mu bu işte? Nasıl bir stratejik akıl bu? Hangisine güveneceğiz, geçen yılki stratejik akla mı bugünküne mi?

Sadece Türkiye’de olan şeyler: Müjde, sır perdesi aralanıyormuş…

Sadece Türkiye’de olan şeyler: Müjde, sır perdesi aralanıyormuş…

Bugün, savcılık ve polis eşliğinde adli tıp uzmanlarından oluşan bir grup Cem Garipoğlu’nun mezarını açacak, içindeki kalıntılardan örnekler alacak.

Amaç, o mezarda yatanın sahiden Cem Garipoğlu olup olmadığını bir kez daha kesinleştirmek.

‘Bir kez daha’ diyorum, çünkü aynı Adli Tıp Kurumu’nun 10 yıl önce yaptığı bilimsel incelemeye göre mezarda yatan kişi Cem Garipoğlu zaten.

Hatırlamak bile istemediğimiz bir vahşi cinayetin failiydi Cem Garipoğlu. Oldukça varlıklı bir ailenin çocuğu olduğu ve cinayet de gerçekten vahim bir vahşetle işlendiği için bu konu kamuoyunu çok meşgul etmişti.

Sonra Cem Garipoğlu bu cinayet nedeniyle cezaevinde yatarken tuhaf biçimde intihar etti. İntiharın ardından da toprağa verildi.

Ama onun öldürdüğü Münevver Karabulut’un ailesi yıllardır ısrarla aslında Cem Garipoğlu’nun ölmediğini, öldü süsü verilerek cezaevinden kaçırılıp yurtdışına yollandığını iddia ediyor.

Bu iddiayı o kadar uzun süre o kadar ısrarla dile getirdiler ki en sonunda mahkeme mezarın açılmasına karar verdi.

İşin tuhafı şu: Acılı aile devletin Adli Tıp Kurumu’nun 10 yıl önce yaptığı DNA incelemesine inanmıyor olabilir, ama buna inanmayanlar, zengin ve güçlü bir ailenin Adli Tıp’a sahte rapor hazırlatıp devasa bir komplo ile çocuklarını hapisten kurtaracağına inananlar acılı aile ile sınırlı değildi. Medyada bu geride kalan 10 yıl içinde Cem Garipoğlu’nun aslında yaşadığına dair o kadar çok kez iddia çıktı ki saymak mümkün değil.

Baksanıza medyamız olayı ‘Sır perdesi aralanıyor’ diye takdim ediyor.

Eh işte görüyorsunuz sonunda bir mahkeme de bu tezlerde gerçeklik payı gördü ki, mezarın açılması talimatını verdi.

Ne oldu da devlet kurumları ve yargı inandırıcılıklarını bu denli kaybetti? Sormamız gereken soru bu.

Tabii en vahimi, mezardaki kişinin Cem Garipoğlu olmaması halinde yaşanacaklar.

Sadece Türkiye’de yaşanabilecek bir olay bu.