08-10-2024
İsmet Berkan

O katilin anne babası siz olsanız cinayetleri engelleyebilir miydiniz?

O katilin anne babası siz olsanız cinayetleri engelleyebilir miydiniz?

Çocuk sahibi olmanın, baba olmanın bende yarattığı ilk his, biteviye devam eden bir eksiklik hissiydi.

Acaba çocuklarım için yeterli bir baba mıydım, acaba onlar için en iyisini yapabilecek miydim, acaba onlara kendi ayakları üstünde duracak bireyler olmaları için gerekeni gereken kadar verebilecek miydim?

İkinci his de yine biteviye devam eden bir endişeydi.

Acaba başına bir kaza gelir miydi? Acaba bakkala yollamak güvenli miydi? Acaba bindiği araba kaza yapar mı? Acaba şu anda iyi mi? Acaba, acaba, acaba…

Sırf bende oldu diye söylemiyorum, ama bu iki temel hissin, derece farkları olmakla birlikte, gelmiş geçmiş ve gelecek bütün anne-babalar için geçerli, evrensel bir his olduğunu düşünüyorum.

Cuma günü İstanbul’da 19 yaşında bir adam gitti ikisi de liseden arkadaşı ve belki de sevgilisi iki genç kızı tarif edilemeyecek bir vahşetle öldürdü, ardından da kendi canına kıydı.

Bütün Türkiye’yi şoka sokan bu cinayetlerin bence iki önemli boyutu var. 

Biri politik boyut: Bu cinayetler ülkemizdeki kadın cinayetlerine, bitmeyen erkek şiddetine eklenen son halkalar oldu maalesef. 

İkinci boyut ise adına Z kuşağı dediğimiz kuşakla aramızdaki derin iletişimsizlik; aynı evin çatısı altında yaşasak dahi onları tanımıyor, ancak el yordamıyla biliyor olmamız.

Cinayetleri duyduğumdan beri katil Semih Çelik’in anne babasının yerine koyuyorum kendimi ve başlıktaki soruyu soruyorum ister istemez.

Bakıyorum sosyal medyaya, hatta geleneksel medyaya; her şey olup bittikten, Semih Çelik o güzelim iki genç kızı katlettikten sonra cevap vermek kolay: Neden anne baba oğullarını psikiyatri hastanesinde tutmamış, neden doktorlar o çocuğun eve dönmesine izin vermiş, çocuklarının tuhaf resimler çizdiğini gördüğü halde anne baba neden önlem almamış?

Bu çocuk iki yıl önce intihara kalkışmış. İntihar suç olduğu için poliste de kaydı oluşmuş. Onun dışında bir suçu, taşkınlığı, saldırganlığı, başkalarına verdiği zarar bilinmiyor.

Aile çocuklarını almış psikiyatri hastanesine yatırmış. Hatta birkaç kez yatırmış. Doktorlar intihar eğiliminin sona erdiğini düşünmüş olmalı. Zaten bir insanı ne kadar hastanede tutabilirsiniz ki? İlaç tedavisi vermiş, evine yollamışlar.

Acaba Semih Çelik ilaçlarını alıyor muydu? Acaba ölmeye olan meyli beraberinde başkalarını da öldürerek gitme fikrine tam olarak ne zaman dönüştü?

Ya o öldürülen güzelim genç kızlar?

İki yıl önce İkbal’in annesi Semih’in annesini aramış, ‘Senin oğlun benim kızımın beynini yıkamış, beraber intihar edecekler’ demiş, o günün akşamı Semih kalbine bıçak saplayıp ölmeye kalkışmış. Tarih 1 Mart 2022.

Ailesi İkbal’i korumak için Semih’le görüşmesini yasaklamış. Ama şimdi anlıyoruz ki iki lise arkadaşı gizli gizli görüşmeye devam ediyormuş.

Semih bir yıl önce yine liseden arkadaşı Ayşenur’la görüşmeye, hatta çıkmaya başlamış. En azından her hafta buluşuyor, saatlerce Semih’in odasında görüşüyorlarmış.

Cuma günü de işte evde böyle buluştular ama Semih, Ayşenur’u vahşi biçimde öldürdü. Sonra da yıkanıp çıktı, sanki hiçbir şey olmamış gibi İkbal’le buluştu. Biraz sonra İkbal’i de öldürdü, sonra da intihar etti.

İkbal’in babasının poliste anlattıkları her anne babanın tüylerini ürpertmeli aslında.

Baba kızının Semih’ten kötü etkilenmesi üzerine, yani kızıyla Semih’in 2022 başında birlikte intihar planları yapmaları üzerine kızını Semih’in okuduğu liseden alıp başka okula yazdırıyor. Bir psikoloğa gidiyorlar. Kızına kedi alıyor.

‘Kediyle ilgilenirken psikolojisi düzeldi. Son 1,5 yıldır gayet iyiydi, psikolojisi düzelmişti. Bizimle ilişkisi iyiydi. Semih Çelik’in annesinin de bizi arayıp ‘Oğlumun yeni bir kız arkadaşı var, çok mutlular, artık kızınızı rahatsız etmeyecek’ demesi üzerine daha da rahatlamıştık. Kızım 1,5 yıldır Semih’le hiçbir şekilde iletişim kurmamıştı’ diyor.

Biz anne babalar çocuklarımızın özel hayatı hakkında ne kadar az şey biliyoruz aslında. Bir yandan bilmememiz normal, hayat onların hayatı, ama bir yandan da işte böyle şeyler var.

Aynı evin içinde iletişimsiz olmak, birbirinden haberdar olmamak, birbirine güvenmediği için açılmamak, sırları paylaşmamak, dertleşmemek, yardım aradığında anne babaya değil başkasına yönelmek… Bunlar ailelerin, anne-babaların yabancısı olduğu şeyler değil eminim.

Medyamız her zamanki gibi suçlu bulma peşinde. Biz 90’lı yıllarda medya aracılığıyla yaratılan Satanist efsanesini de yaşadık, şimdi de bir ‘incel’ efsanesidir gidiyor.

‘Incel’ İngilizce ‘involuntary celibate’ kelimelerinden yapılmış bir kısaltma. ‘İstemeden bakir’ diye çevrilebilir. Benim gençliğimde bu çeşit erkek çocuklarına ‘abazan’ denir geçilirdi. Şimdi Amerika’dan başlayan bir alt-kültür haline geldiği anlaşılıyor. Zaman içinde kendilerine ideoloji de yaratmışlar; ideolojinin temelinde onlara yüz vermeyen genç kızlardan nefret yatıyor, açıkça kadın düşmanı bir grup intiharı hep bir seçenek olarak hayatında tutuyor ve bazıları ‘İntihar etmeden önce birkaç güzel kızı da beraberinde öldürmek’ istediğini açıkça söylüyor.

Bu son söylem cuma günü yaşadığımız olaya benziyor aslında, ama bir de önemli benzemezlik var: Semih’in bir değil iki kız arkadaşı var.

Incel, aynen 90’lı yıllarda pek merak sarılan Satanizm gibi marjinal bir alt kültür. Bunu yasaklarla, sansürle engelleyemezsiniz. Bastırılmış veya henüz başlayamamış cinselliklerin sonuçları bunlar.

Açıkçası benim başka bazı meslektaşlarım gibi bu cinayetlerden sonra şıpın işi aklıma gelen büyük çözümlerim yok.

Çok zor, daha çok da aile içinde ele alınması gereken bir mesele bu.

Liseli kız babası olarak endişelenmemek ve kendimi eksik hissetmemek elimde değil. Bir baba olarak aklıma gelen yegane çözüm kendi çocuklarımla iletişimin kopmasına izin vermemek, yargılamayan bir dille onlarla her şeyi konuşmak, onları da benimle ve anneleriyle konuşmaya teşvik etmek.

Bu yılın Nobel Tıp Ödülüne hepimiz çok şey borçluyuz

Bu yılın Nobel Tıp Ödülüne hepimiz çok şey borçluyuz

Bu yıl Nobel Tıp Ödülü Amerika’dan iki araştırmacıya, UMass Chan Tıp Okulu’nda doğal bilimler profesörü Viktor Ambros ve Harvard’da genetik profesörü Gary Ruvkun’a verildi.

İlk söylememiz gereken şey ödülün bir hayli gecikmiş olduğu. Çünkü Ambros ve Ruvkun bugün ödül alan çalışmalarını 31 yıl önce, 1993’te yapmışlardı.

İkinci söylememiz gereken şey bu iki araştırmacının tıpta açtığı kapının çok ama çok büyük olması, bu buluş nedeniyle onlara çok şey borçlu olduğumuz.

Hücrelerimizde genetiğimizi taşıyan DNA diye bir şey olduğunu, yanı sıra bir de RNA’nın bulunduğunu hepimiz ortaokul derslerimizden biliriz.

Bütün canlılar gibi bizim hücrelerimizin de bir ömrü var. O ömür tamamlandığında DNA kendi kopyasını RNA olarak çıkarıyor, o RNA da hem mevcut hücrenin bölünmesini sağlıyor, hem de eski hücreye ölüm emri veriyor.

1993 yılında Ambros ve Ruvkun önce bir solucanda, ardından da insan dahil bütün hayvanlar aleminde, RNA’mızın bu bölünmeyi yönetmek üzere, ‘mikroRNA’ adını verdikleri ve gerçek DNA’mıza göre çok daha kısa bir gen dizisinden oluşan bir RNA ortaya çıkardığını buldu.

Hücre bölünmesini, DNA’nın kopyalanmasını ve hücre ölümünü yöneten bilgi bu mikroRNA’daydı. O mikroRNA’da meydana gelebilecek minik bir hata bölünme sırasında ciddi arızalara neden olabilirdi. Arızaların en ciddisi kanser aslında; ardından diyabetten başka bozukluklara pek çok şey sıralanıyor.

Bugün RNA’nın bu kritik rolü sayesinde pek çok gen tedavisine sahibiz, daha da fazlasına da sahip olacağız. MikroRNA’nın keşfi geçen yıl ödüllendirilen mRNA’nın (messengerRNA) keşfine giden yolda en önemli adımdı. Biliyorsunuz, mRNA teknolojisi bize korona virüsünü yenecek silahı verdi, bugünlerde de bazı kanserleri yenecek silahları vermek üzere.

Bunların hepsi mikroRNA’nın keşfi sayesinde oldu. Üstelik bu daha başlangıç. Genlerimizi ve hastalıklarımızı daha iyi tanıdıkça, hangi genlerin hangi hastalık üzerinde etkili olduğunu öğrendikçe tıp daha da ileri gidecek.