10-10-2024
İsmet Berkan

Dokuz gündür Cumhurbaşkanı gelince ayağa kalkıp kalkmamayı konuşan bir parti Türkiye’ye ümit olabilir mi?

Dokuz gündür Cumhurbaşkanı gelince ayağa kalkıp kalkmamayı konuşan bir parti Türkiye’ye ümit olabilir mi?

Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanlığı döneminde bir ‘helalleşme’ politikası başlatmıştı.

Kabaca söylediği şuydu: CHP uzak veya yakın geçmişte bazı toplum kesimlerini üzmüş olabilirdi, ama bunu bir daha yapmamaya söz veriyor, üzdüğü kesimlerden de ‘helallik’ istiyordu.

Politika ince ayarlanmıştı. CHP özür dilemiyor ve doğal olarak affedilmeyi de beklemiyordu, tek yaptığı ‘Gelin helalleşelim’ demekti, bir anlamda gelecekte aynı üzüntüleri yaşatmayacağını ima ediyordu.

Bazıları bu ‘helalleşme’ politikasını sevinerek karşıladı, özellikle artık Ak Parti muhalifi pozisyonuna geçen muhafazakar kesimi temsil iddiasındaki kalemler Kılıçdaroğlu’nun başörtülü kadınlardan helallik istemesini çok önemsedi ve ihtiyatlı bir iyimserlikle destek verdi.

Kılıçdaroğlu ‘helalleşme’ politikasıyla aslında partisinin benim ‘kültür savaşı’ dediğim genel büyük savaşta artık savaşan tarafta yer almayacağını ilan ediyordu.

Parti içinden bu politikaya itirazlar gelince ‘Hesaplaşma başka helalleşme başka’ dedi Kılıçdaroğlu.

Başka pek çok şey gibi bu ‘helalleşme’ mevzusu da bugün unutuldu gitti; çünkü CHP esas olarak bu politikayı içselleştirmemişti, belki genel başkanı iyi niyetliydi ve bir toplumsal barış yolu açmaya, partisini bazı toplum kesimlerinde peşinen ‘kötü adam’ yapan ve sözünün dinlenmesine bile engel olan bazı şeyleri ortadan kaldırmak istiyordu, ama partisi ve o partinin kendi geniş çevresi bu adıma ikna olmuş değildi.

Zaman zaman gayet içten pazarlıkçı ve çıkarcı bir tutumla parti ve geniş çevresi bazı konuları konuşmayı bırakıyor, kültür savaşına ara veriyordu belki ama bunlar hep oy kazanmak içindi. Seçimin ertesi günü aynı hava geri geliyordu, kültür savaşında CHP’nin bizzat kendisi ve geniş çevresi ansızın yeniden nefer oluyordu.

Nitekim, daha sonra Kılıçdaroğlu’nun yerine genel başkan seçilen Özgür Özel bu ‘helalleşme’ politikasının partinin yetkili kurullarında hiç tartışılmadığını açıkladı, ‘Biz de medyadan öğrendik’ dedi. Anlaşılan bu, tek başına Kılıçdaroğlu’nun fikriydi.

Şimdi benzer bir durum daha var. Özgür Özel partisini kültür savaşının tamamından değilse bile bazı bölümlerinden çekmek istiyor. Bu bölümlerden biri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın meşruiyetini tanımak.

‘Ben muhalefet yapmaya devam edeceğim, ama Cumhurbaşkanlığı makamına da saygılı olacağım’ dedi.

Geçmişte CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce’nin seçim gecesi basit bir gerçeği ifade etmek için söylediği ‘Adam kazandı’ lafıyla başına neler geldiğini biliyoruz. CHP ve geniş çevresi Erdoğan’ın seçimi kazandığını açıkça kabul etmek bile istemiyordu.

Ama tabii 2023 seçimi, özellikle de ikinci tur, yani 28 Mayıs CHP ve geniş çevresi üstünde ciddi bir etki yarattı. Yine Erdoğan’ın seçimi kazandığı resmen kabul edilmedi, herhangi bir tebrik mesajı yayınlanmadı ama hiç değilse acı gerçek kabullenildi. Dikkat ettiyseniz Mayıs 2023’ten sonra Erdoğan’ın meşruiyetini çok daha az konuşuyor CHP ve geniş çevresi.

Dokuz gün önce CHP yönetiminden milletvekillerine bir yazılı mesaj, daha doğrusu bir çeşit talimat gitti. 1 Ekim günü Anayasa gereği Meclis yeni yasama dönemine başlayacak ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da gelip açış konuşması yapacaktı. CHP yönetimi milletvekillerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan Genel Kurul salonuna girdiğinde ayağa kalkmalarını istiyordu.

Temel görgü kuralları ve temel nezaket dünyanın her yerinde Cumhurbaşkanı bir salona girdiğinde ayağa kalkılması gerektiğini söyler. Bu kural o kişinin şahsıyla ilgili değildir, Cumhurbaşkanlığı o ülkedeki en yüksek makam olduğu için öyledir (Bir görgü kuralı daha: Cumhurbaşkanı davet etmez, çağırır. O yüzden Cumhurbaşkanlığı’ndan gelen ‘davetiye’lerin altında ‘Ben geleceğim veya gelmeyeceğim’ diye bildirim yapabileceğiniz bir telefon numarası yer almaz. Cumhurbaşkanı çağırdı mı gidilir).

Fakat CHP bir süreden beri Cumhurbaşkanı Erdoğan için ayağa kalkmıyordu. Bu sefer kalkacak mıydı? Nitekim bazı CHP’liler oturuma katılmadı, böylece Erdoğan için ayağa kalkmaktan da kurtuldular ama salondaki milletvekilleri ayağa kalktı.

Bu konu inanmayacaksınız ama tam dokuz gündür CHP’deki iç kavganın başlıca konusu. Özgür Özel kim bilir kaç kez bu tutum hakkında konuşup kendini savundu, dün aynı şeyi yaparken ağzından bir de laf kaçırdı, sonra gece yarısı o lafın bağlamından kopartıldığını iddia etti ama konu temelde şu: CHP, Erdoğan için ayağa kalkarak kazandı mı kazanmadı mı?

Aslında benzer bir tartışma Özgür Özel’in Cumhurbaşkanı ile art arda iki kez görüştüğü ‘normalleşme’ veya ‘yumuşama’ politikalarında da gündeme gelmişti: Bunun bize bir faydası var mı yok mu?

Basit ve temel nezaketin, karşılıklı konuşurken birbirine hakaret etmemenin kayıp-kazanç konusu olarak ele alınması ve eğer kayıpsa bunun ‘yumuşak ve zayıf muhalefet’ olarak kabul edilmesi bilmiyorum bir tek beni mi şaşırtıyor?

Aradan hakareti, sıfat kullanmayı ve diğer sembolik jestleri çıkardığınızda geriye söylediklerinizin içeriği kalır. Özgür Özel bunu yapmaya çalışıyordu ve anlaşılan siyaset arkadaşları onun söylediklerinin zayıf içerikli olduğunu düşünüyor, bu zaafın saldırgan bir üslupla kapatılmasını öneriyor.

Meselenin bir de şu yanı var: Bu nezakete geri dönme adımı Özgür Özel’in sadece kendisinden kaynaklanan bir politika mı, yoksa CHP’nin politikası mı?

Anlaşılan aynen Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’si gibi bu ‘nezaket’ de bir tek kişinin kararından kaynaklanıyor; dolayısıyla parti tarafından içselleştirilmiş, benimsenmiş bir ortak politika değil.

Helalleşmenin (Özgür Özel bu politikayı doğru bulduğunu söylemişti bir seferinde) nasıl buhar olduğunu bire bir yaşayan Özgür Özel’in yerel seçimin üstünden geçen altı ayda kendi ‘normalleşme’ politikasını partisiyle de tartıştığını, onlara benimsettiğini ve yukarıdan aşağıya yaydığını düşünmek istiyor insan, ama hayır, bir basit nezaketin gördüğü tepkiye bakınca bu konunun partide hiç konuşulmadığını, hiç karara bağlanmadığını da anlıyor.

Özgür Özel doğal olarak karizmasıyla, üstün liderliğiyle ve dediğim dedikliğiyle meşhur bir insan değil (Tayyip Erdoğan pek çok liderlik vasfına rağmen uzun yıllar boyunca partisinde de hükümette de ‘dediğim dedik’ değildi, kararlar hep istişareyle alınırdı. Bugünkü Tayyip Erdoğan 2013’te ortaya çıkmaya başladı).

Tam da bu sebeple Özgür Özel’in tek kişilik veya çevresindeki dar bir kadroyla değil geniş katılımlı bir yönetim sergilemesi, örneğin Parti Meclisi’ni daha sık toplayıp her konuda onların görüşünü alması ve temel politika değişikliklerini çok daha geniş katılımla partisine benimsetmesi beklenir.

Ama durum öyle değil. 

‘Tek adam partisi’ dediğimiz Ak Parti’de MKYK Erdoğan’ın da katılımıyla düzenli olarak ve sık sık toplanıyor, Tayyip Erdoğan düzenli aralıklarla ‘İl Başkanları İstişare Toplantısı’ düzenliyor, parti her yasama döneminde en az bir kez milletvekilleriyle hafta sonu çalışma kampı yapıyor, burada iç meselelerini konuşuyor.

Buna karşılık CHP’de ne il başkanlarına ne Parti Meclisi’ne, ne de milletvekillerine böyle düzenli mekanizmalarla danışılıyor.

Öyle olunca da, aslında komik bir konu olan Cumhurbaşkanı gelince ayağa kalkalım mı kalkmayalım mı meselesi bile fırtınalar koparıyor.

CHP, Ak Parti ile kıyaslayınca içinden çok sayıda farklı sesin çıkmasına izin vermesi nedeniyle daha ‘demokrat’ gibi gözüküyor ama görüntü aldatıcı. CHP kakafoniyi demokrasiyle karıştırmamalı.

Kılıçdaroğlu döneminde de bu böyleydi, bir minik klik Kılıçdaroğlu’nun adaylığının tartışılmasını engelledi ve onu Türkiye’nin önüne koydu; şimdi Özgür Özel döneminde de değişen çok bir şey yok, Özel ve çevresindeki birkaç kişi partiyi yönettiklerini sanıyor.

Mesele partinin kötü yönetilmesinden kaynaklanıyor, yönetim sorunları kamuoyuna derin siyasi görüş farklılıklar olarak yansıyor, sonra da demokrasi olarak övülüyor.

Fark da bu işte: Ayağa kalkalım mı kalkmayalım mı?

Kaç para kazandınız, değdi mi?

Kaç para kazandınız, değdi mi?

Köfteci Yusuf Türkiye’nin en büyük köfteci zincirlerinden biri. Kendi web sitesinde şirket vizyonunu şöyle anlatmışlar: ‘1996’da İznik’te başlayan esnaflığımızdan ödün vermeden Türkiye et ve restoran sektörünün lider firması olmak, yurtdışında da şubeleşerek dünyanın önde gelen restoran markalarından biri olup memleketimize kazanç getirmek.’

30 milyon lira sermayeli ve Yusuf Akkaş’ın tek sahibi olduğu şirketin Ankara’daki bir şubesine 15 Şubat günü giden gıda müfettişleri yanlarına 400 gramlık bir döner numunesi alarak çıktı.

Numune Tarım Orman Bakanlığı’nın Ankara’daki laboratuvarında incelendi, 27 Şubatta verilen raporda numunenin domuz eti içerdiği açıkla yazıldı.

Bakanlık ardından 29 Şubatta bir kez daha Köfteci Yusuf’a gitti, bu kez 300 gram köfte numunesi alındı. Bu numuneyle ilgili laboratuvar raporu da 7 Martta çıktı. Evet, köftelerde de domuz eti vardı.

Demek şirket ‘Eyvah bizden 15 Şubatta alınan numunede domuz eti var, bari bir süreliğine domuz eti kullanmayı bırakalım, bakanlık yeniden denetime gelebilir’ diye düşünmedi, kıymaların içine domuz eti karıştırmaya devam etti.

Dünyanın pek çok yerinde domuz tüketiliyor. Türkiye’de ise tüketim, şarküteri ürünleri de dahil olmak üzere aslında sıfıra yakın.

O yüzden ülkemizde domuz eti çok pahalı; çünkü besi domuzu yok. Ama ne var? Avcıların vurduğu vahşi domuzlar var. Bunlar öldürülüyor ve genellikle vurulduğu yerde bırakılıyor. Dokunmak bile istemiyor insanlar yaban domuzlarına.

Köfteci Yusuf’un domuz etlerinin kaynağı olsa olsa bu neredeyse bedavaya gelen yaban domuzları olabilir. Çünkü köftesine ve dönerine koyması gereken dana ve kuzu etinden daha ucuz eti ancak o şartlarda bulmuş olabilir.

Yaban domuzlarının etinin ne ölçüde sağlıklı olduğunu bilmeye ise imkan yok; çünkü bunlar mezbahada normal denetim süreçleriyle kesilmiyor, dediğim gibi avcılar tarafından vurularak öldürülüyor ve kim bilir hayvanın ölmesiyle kesilmesi arasında ne kadar zaman geçiyor. Hayvan öldüğü anda bakteriler harekete geçiyor, çürüme başlıyor. Kesime gelen etlerdeki bakteri oranını kestirmek sahiden imkansız.

Köfteci Yusuf maliyetinin bir bölümünden kurtulmak için bu son derece sağlıksız domuz etini dönerine ve köftesine (ve kim bilir başka hangi ürünlerine) karıştırıyordu. Bilmiyorum bu sayede kazancı ne olmuştur, ama şunu söyleyebilirim: 1996’da başladığı esnaflığı bu sebeple sona bile erebilir.

Domuz eti kullanmak Türkiye’de sahiden büyük tepkiye sebep olacak bir şey.