15-10-2024
İsmet Berkan

Daron Acemoğlu ve arkadaşları insanlık tarihinin hangi önemli sırrını çözdüler de Nobel aldılar?

Daron Acemoğlu ve arkadaşları insanlık tarihinin hangi önemli sırrını çözdüler de Nobel aldılar?

Haiti, sadece bir devletin değil Karayip denizindeki kocaman bir adanın da adı. Ama sanmayın ki bu adada sadece Haiti devleti var; adanın esas büyük bölümü adını Acun Ilıcalı ve onun Survivor yarışması nedeniyle de bildiğimiz Dominik Cumhuriyeti’ne ait.

Bu dev ada insanlığın sosyo-ekonomik ve siyasi tarihinin getirdiği önemli sorularından birinin son derece kristalize şekilde yaşandığı birkaç çarpıcı örnekten biri.

Soru şu: Üç aşağı beş yukarı benzer doğal kaynaklara ve insan kaynağına sahip ülkelerden biri zengin olup gelişirken diğeri neden aynı şeyi yapamıyor?

Daha genel de sorulabilir: Dünyadaki bütün ülkeler neden birbirlerine benzer hızda zenginleşip daha eşite yakın biçimde konumlanamıyor?

Sömürgeciliğin mirası

Bu genel sorunun bir cevabı var aslında. Dünyamızın özellikle sanayi devriminden sonraki sömürgecilik/kolonyalizm döneminde Batı ülkeleri Orta ve Güney Amerika, Afrika ve Asya ülkelerinin kaynaklarını sömürerek zengin oldu, sömürülen ülkeler ise geri kaldı.

Bu cevap çok doğru. Orada tartışma yok, çözülmeyi bekleyen bir sır da yok.

Peki kolonyalizm/sömürgecilik sonrası dönemde veya Osmanlı İmparatorluğu gibi hiçbir zaman sömürge olmamış ülkelerde neden gelişme farkları oldu?

Haiti’nin iki yarısındaki çarpıcı fark

Haiti adasına geri döneyim. Adanın ortasından bir sıradağ geçiyor; bu da doğal bir sınır oluşturuyor. Dağların Doğusu Dominik Cumhuriyeti, Batısı Haiti Cumhuriyeti.

Adanın bugün Haiti Cumhuriyeti olan bölümü Fransız sömürgesiydi, bugün burada hala yoğun olarak konuşulan dil Fransızca. Doğudaki Dominik Cumhuriyeti ise İngiliz sömürgesiydi, burada da İngilizce yaygın (İngiliz ve Fransızlardan önce adayı İspanya sömürgeleştirmişti, İspanyolca da yaygın olarak konuşuluyor).

Haiti 1700’lerin sonu 1800’lerin başında sömürgeci Fransa’ya karşı ayaklanan kölelerin devrimiyle bağımsızlığını kazandı. Adanın Doğu kısmındaki Dominik ise bağımsızlığını 1844’te elde etti.

Gördüğünüz gibi iki devlet de aslında sömürgeciliğe isyan sonucu oldukça erken dönemde sömürgecilerini kovmuş; egemenliklerini kullanır hale gelmişler.

Ama şimdi aradan geçen 200 yıla bakınca farklar çok belirgin: Haiti bir türlü işlemeyen demokrasisi, fakirliği, yolsuzlukları, insan hakları ihlalleri ve suç dünyasıyla meşhur. Buna karşılık Dominik Cumhuriyeti son 60 yıldır işleyen bir demokrasisi olan, Haiti ile kıyaslanamayacak kadar zengin, istikrarlı, barış içinde bir ülke. Haiti’de kişi başı gelir 3 bin doların biraz üstünde, Dominik Cumhuriyetinde ise 18 bin doları aşıyor.

Bu altı kat refah farkının sebebi nedir?

Japonya neden zengin oldu da Osmanlı fakir kalıp battı?

Daha dün sabah bu yılın Nobel Ekonomi Ödülünü aldığı açıklanan Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’ın çok sevdiği örnek olan ABD-Meksika sınırındaki Nogales kasabasına bakalım.

Sınır bu kasabanın tam ortasından geçiyor. Sınırın ABD tarafı elbette zengin, refah içinde, ama kasabanın Meksika tarafı işte Meksika standardında. Oysa insanlar aynı. Farkı yaratan ne?

Benim çok sevdiğim örnek: Türkiye ile Suriye, Irak gibi komşumuz Arap ülkeleri. Yüzyıllarca aynı kültür ve dinin altında yaşayan bu coğrafyada 20. yüzyıldaki ayrışmanın ardından oluşan refah ve uygarlık farkına bakın. Türkiye’yi bu iki önemli Arap ülkesinden farklı yapan neydi?

Tersten bir örnek: Türkiye ile Japonya’yı kıyaslayın. İki imparatorluk neredeyse eş zamanlı denebilecek şekilde (Hatta Osmanlı, Japonya’dan çok önce) Batılılaşma reformlarına girişti. Ama Japonya’da reformlara başlandıktan birkaç on yıl sonra demir-çelik endüstrisi olan, borsası gelişmiş gerçek bir kapitalizm oluştu, üstüne emperyalist heveslere de girildi. Buna karşılık Osmanlı uzun çöküşünü ve yok oluşunu yaşamaya devam etti. Neden Japonya kapitalizme ve sanayi devrimine geçmeyi başardı da Osmanlı başaramadı?

Bu soruların cevaplarını artık bilimsel olarak biliyoruz

Bu verdiğim örnekler uzun on yıllardır tartışılan, sosyo-ekonomi ve siyaset bilimi disiplinindeki akademisyenlerin türlü çeşitli teorilerine konu olan büyük sorular.

Sosyal bilim, elbette fizik veya kimya gibi neden-sonuç ilişkileri son derece belirgin bir disiplin değil. O yüzden tartışmaya ve farklı teorilere her zaman yer var.

Ama işte, Daron Acemoğlu, Simon Johnson ve James Robinson’un son 12 yılda yaptıkları yayınlar temelde bu tartışmaları büyük ölçüde sonuca bağladı. Artık bu farklılıkların nedenini biliyoruz, ‘başarılı’ örneklerin neden başarılı olduğu hakkında elimizde bir bilimsel reçete bile var.

İşte Nobel temelde bu reçeteye verildi. On yılların tartışması, spekülasyonları, teorileri sona erdi Daron Acemoğlu ve arkadaşları sayesinde.

Daron Acemoğlu’nun anlattığı reçete

Daron Acemoğlu özellikle bu reçeteyi yıllardır yaptığı her konuşmada anlatıyor. Onun reçetesi öyle büyük ilgi görüyor ki, artık iki arkadaşıyla birlikte tamamen farklı bir alanı (teknolojik sıçramaların refaha etkisi, yeni teknoloji yapay zekanın yaşanacak etkisi vs) araştırmaya başlamış olsa bile onu konuşma yapmaya davet edenler bu eski konuyu merak etmeye de devam ediyor.

İşte daha geçen ay İstanbul’daydı, reçeteyi yeniden anlattı. Dün Nobel’i aldığını öğrendiğinde Atina’daydı, aynı konuda konferans veriyordu. Nobel haberi üzerine verdiği demeçler de o eski reçeteye ilişkin. Kimse ona yapay zekanın nasıl toplumsal eşitsizlik yaratma potansiyeli taşıdığını ve bunun çözüm yollarını sormuyor, oysa o konu da son derece önemli ve Acemoğlu ile arkadaşlarının katkısı da büyük.

Peki nedir bu reçete? Bu sabah Nobel ödülü haberini veren The Wall Street Journal gazetesinin haberinin ilk cümlesi konuyu güzel anlatıyor: ‘Neden bazı uluslar gelişip zenginleşirken diğerleri fakir kalıyor? Bu yılın Nobel ekonomi ödülü bu soruyu tek bir cümleye indirgiyor: Kurumlar önemlidir.’

Evet, kurumlar önemlidir. Özellikle kapitalizm çağında bir ulusun zenginleşmesi, refaha ermesi kolektif bir çabayla mümkün. Bu kolektif çabayı ortaya çıkarabilmek için birbirinden farklı fikirlere tahammül eden, bu fikirlerin getireceği yaratıcı katkıyı kullanmayı başaran ve o katkıyı pozitif bir çıktıya çeviren kurumlar lazım. O kurumlar o yüzden demokrasinin, özgürlüklerin, hukukun üstünlüğünün, adaletin doğru işlemesinin kurumları. Baktığınızda zengin ülkelerin neredeyse tamamının liberal demokrasiyle yönetilen ve hukukun üstünlüğüne dayalı ülkeler olması tesadüfi değil.

Demokrasi olmadan, otoriter kalkınan yok mu?

Ha günümüzde karşımıza çıkan otoriter kalkınma, otoriter kapitalizm örnekleri yok mu? Var elbette, en çarpıcısı 40 yıl önceye kadar Güney Kore’ydi, şimdi Çin mesela. Ama otoriter kapitalizm bir yere kadar. Kore’de otoriter yönetim zenginleşmeyi getirdi, zenginlik özgürlük özlemini besledi ve bu ülke nihayet işleyen bir demokrasiye sahip oldu. Ondan sonra zenginliğini birkaç kat daha arttırdı.

Çin şimdi zenginleşiyor ama bu zenginleşmeyi özgürlük taleplerinin izleyeceğini bildiği için bugünkü devlet başkanı aracılığıyla otoriterliğin dozunu arttırıyor.

Daron Acemoğlu da dün söylemiş zaten, otoriter kalkınma istikrarsız ve daha az yenilikçi.

Türkiye’nin durumu hiç parlak değil

Peki buradan Türkiye’ye düşen ders ne? Nobel’i kazananlardan biri Türkiye doğumlu, lise son sınıfa kadar burada eğitimini almış, İstanbul’la bağını hiç koparmamış biri olunca ister istemez bu soru soruluyor. Zaten sormasanız da Daron Acemoğlu’nun aklı hep doğduğu ülkede olduğu için Türkiye’yi de düşünüyor ve soruyu cevaplıyor aslında.

Türkiye özellikle son 10 yıldır daha çok otoriterleştiği, özgürlükleri kıstığı ve en vahimi liyakatsızlıkla kurumların altını oyduğu için çok da parlak durumda değil.

Osmanlı 1839’da Tanzimat Fermanı ile modernleşme, kapitalistleşme adımları atmak istemişti ama başaramadı. Çünkü yapması gerekenin kapitalizmi geliştirmek olduğunu anlamadı, devleti kurtarmayı hedefledi. Oysa ikisi aynı şeydi. O yüzden Batılı kurumları, en önemlisi de eğitim ve hukuku kuramadı. Oysa Japonya işe eğitim ve hukuk düzeninden başladı, şaşırtıcı derecede kısa bir dönemde feodal Samuraylar ülkesi olmaktan çıkıp modern kapitalizmi oluşturdu.

Cumhuriyetin kurumları liyakatsizlik kurbanı

Türkiye’de cumhuriyeti kuranlar Osmanlı’dan farklı olarak konuyu tam olarak kavramıştı. Kapitalizmi geliştirmeye odaklandılar, bunun için işe eğitim ve hukuktan başladılar. Onların kurduğu, sonraki nesillerin geliştirdiği kurumları bugün altüst etmekle meşgulüz.

Kısacası şu: Daron Acemoğlu bugün Türkiye’ye her ne yapıyorsak tersini yapmamızı tavsiye ediyor. Özgürlükleri arttırmayı, hukuk güvencesini sağlamayı, eğitim sistemini çağdaşlaştırmayı, işleyen bir piyasa kurmayı…

Siyasetin çelik çomak oyunları

Siyasetin çelik çomak oyunları

Okurların kahir ekseriyetindeki refleks bende de var. Bir haberde ‘yeni anayasa’dan, ‘ilk dört madde’den vs söz ediliyorsa onu okumuyorum.

Okumuyorum, çünkü bunun hayatımı ilgilendiren bir gündem maddesi olduğunu düşünmüyorum. Kaldı ki gerçekleşemez bir projeden söz edildiğinden, amacın ülkeye yeni ve sivil bir anayasa kazandırmaktan çok Tayyip Erdoğan’a yeni cumhurbaşkanlığı süresi elde etmeye dönük olduğundan, sorunlarımızın anayasadan önce anayasanın ve kanunların uygulanması olduğundan, uygulamaların da tek bir kişinin tercihini yansıttığından adımdan emin olduğum kadar eminim.

Daron Acemoğlu’nun Nobel’inden söz ettiğim yazıda kurumların ne kadar önemli olduğunu söyledim. Yargı kurumuna bakın, kişiye göre değişmeyen, evrensel kurallar uygulayan bir yargımız artık yok burada. Kişiler için uygulama yapıyoruz. Tek başına Osman Kavala’yı düşünmek bile bu söylediğimi kanıtlıyor. Kaldı ki böyle çok örnek var.

Tamam ben okumuyorum Anayasa haberlerini, ama bu konu da yazılıp çizilmeye, yapay bir gündemle tartışılmaya devam ediyor.

Bundaki amaç da iktidarın bizleri gerçek meseleler yerine böyle yapay konularda oyalamak istemesi, bize çelik çomak oynatması tamamen.

Allah aşkına başka her şeyimiz bitti, Anayasanın ilk dört maddesine mi gelip takıldık yani… Amaç buradaki kültür savaşı damarını gıdıklamak, o damarın tepki verip negatiften bile olsa bu konuyu konuşmasını sağlamak. 

‘Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ tuhaf cümlesindeki semantik mi yani sorunumuz. Anayasaya ‘Yargı bağımsız ve tarafsızdır’ yazdık diye yargı bağımsız ve tarafsız mı oldu ki şimdi ‘milletin ülkesi ve devletiyle bölünmez bütünlüğü’ yazınca içimizdeki bölücü hevesler sona ersin?

Boş verin bu gündemleri.