19-10-2024
İsmet Berkan

Kızmayın ama bugünleri ben 12 Eylül sonrası Türkiye’ye benzetiyorum

Kızmayın ama bugünleri ben 12 Eylül sonrası Türkiye’ye benzetiyorum

Yaşım 60. Hala 12 Eylül 1980’i hatırlayan, sayıları giderek azalan insanlardan biriyim.

12 Eylül darbesi olduğu gün Cumhuriyet gazetesinde spor servisinde çalışan bir çocuktum. Henüz liseye devam ediyordum, o yüzden geceleri gazetede daimi nöbetçi kalıyor, gündüzleri de okula gidiyordum.

11 Eylül gecesi de nöbetçiydim. Sabaha karşı 03.00 sularında gazete servisi beni eve bıraktığında annem camdan sarkıp seslendi, ‘Darbe olmuş, gazeteden aradılar, servisle herkesi toplayıp geri dönecekmişsiniz.’

Darbeden sonra Cumhuriyet gazetesi iki kez ülke çapında, birkaç kez de bölgesel olarak kapatıldı, yayını yasaklandı.

O yüzden gazete sıkıyönetim komutanlıklarından gelen yayın yasağı kararlarını aşırı ciddiye almaya ve yeniden kapanmayı önlemek için normalin ötesinde dikkat göstermeye çalışıyordu. Kapalı kalmak, ekonomisi zaten pamuk ipliğine bağlı Cumhuriyet gazetesi için ciddi yıkım demekti.

Gazetenin sansürcübaşısı

Gazetenin haber merkezinin camekanlarından biri, çeşitli sıkıyönetim komutanlıklarından gelen yayın yasağı kararlarını içeren minik kağıtların asılı olduğu kağıttan bir duvara dönmüştü. Yazı işleri Müdürümüz rahmetli Okay Gönensin sayılarının çokluğu yüzünden takibi çok zorlaşan bu yayın yasağı kararları için beni görevlendirdi. Birdenbire gazetenin sansürcübaşısı oldum.

Gerçi artık sansür yapmaya da gerek kalmamıştı. Ne ajanslar ne muhabirler haber yapıyordu yayın yasağına takılma ihtimali olan şeyleri. Biz çoğu zaman olan biteni, daha doğrusu bir şeyler olduğunu bu yayın yasaklarından öğreniyorduk. Ne bileyim, Edirne’de Kapıkule’de bir subay beylik tabancasıyla gümrükçüleri vurmuştu mesela. Olaydan haberimiz gelen yayın yasağı sayesinde oldu. Cinnet mi geçirmişti, yoksa kaçakçılık parası bağlantılı bir olay mıydı, soruşturamadık bile.

‘Albay Özkan’ aradı mı titrerdik

Hiç unutmuyorum, İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’nda medyadan sorumlu kişiler içinde bir albay vardı, telefonda söze ‘Albay Özkan’ diye başlardı. Onun adını duyduk mu hemen kağıdı kalemi almak, bildirilen yayın yasağını not etmek gerekirdi. O işi ben yapardım.

Yayın yasakları hayatın o kadar geniş bir alanını kapsıyordu ki, bazen gazeteye koyacak haber bulmakta bile zorluk çeker olmuştuk.

Haber bulamamak, dün denebilecek kadar kısa süre önce ‘haber’ kabul edilen şeylerin yazılamaması (mesela Günaydın gazetesi domates ve soğan fiyatlarını yazdığı için kapatılmıştı) Türk medyasında derin bir değişime neden oldu.

Yazacak haber kalmayınca magazin patladı

Cumhuriyet gazetesi o toplara girmiyordu, ama zamanın büyük gazeteleri, mesela Günaydın, mesela Hürriyet, mesela Milliyet hala yazılmasına engel getirilmeyen magazin haberlerine ve sıradan suç hikayelerine ağırlık vermeye başlamıştı, okurlarını bu yolla ellerinde tutmaya çalışıyorlardı. Tam olarak o zaman başladı magazin haberlerinin gazetelerin birinci sayfa haberi olması.

Bugün Türkiye’de sıkıyönetim yok. Haber medyasının telefonlarını arayıp lafa ‘Albay Özkan’ diye başlayan ve selamsız sabahsız ‘Şunu yazamazsınız’ diyen de yok. Ama çok ciddi bir haber kısıtı altında yaşıyoruz.

Birkaç kez verdim bu örneği, yeniden vereyim: İnternet sitelerini daha kolay taramamı sağlayan bir ‘RSS feed’im var; Türkiye’deki belli başlı haber sitelerini ve haber ajanslarını buradan izliyorum.

Taramak için oturduğumda 20’ye yakın yerli web kaynağından 3000’e yakın başlık çıkıyor karşıma her 24 saatte. Üç bin başlık üç bin haber veya köşe yazısı demek.

12 Eylül’cüleri kıskandıracak enformasyon kontrolü

Çok kabaca söylüyorum, bu 3000 başlığın zaten 2000 kadarı aynı haberin farklı sitelerdeki versiyonları oluyor. Diyelim Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bir konuşma yapmış, doğal olarak her site bu konuşmanın haberini yayınlıyor. Yani aslında 100 haber var ama ben 2000 başlık görüyorum.

Peki geri kalan 1000 başlık neyin nesi? Gününe göre değişmekle birlikte kalan başlıkların 650-750 kadarı Google’dan daha çok trafik alma ümidiyle yapılan ve bizim ‘SEO haberleri’ dediğimiz içerikler. Haber falan değiller.

Son kalan 250-350 başlık ise köşe yazılarıyla şirketlerden gönderilen basın bültenlerinden oluşuyor çoğunlukla.

Sadece bir siteye özgü ‘özel haber’ diye bir şey yok gibi. Zaten kazayla bir site bir özel haber yakalayıp yazacak olursa onlarca site anında o haberi çalıyor, kendi haberi gibi yayınlıyor.

Yani ben 3000 başlık tarıyorum ama aslında çabam bu başlıkların içindeki gizli 100 habere ulaşmak için. Peki bu 100 haber ne?

İşte eskilerin deyimiyle ‘zurnanın zırt dediği yer’ tam da bu sorunun cevabında gizli.

Bu 100 haberin, abartısız söylüyorum 90’ı aynı üç kaynaktan, Anadolu Ajansı, DHA ve İhlas’tan gelen haberler. Yani ajans haberleri.

Bugün evet ülkemizde sıkıyönetim yok, ‘Albay Özkan’ diye telefon edip yazı işlerini titreten subaylar da yok ama 12 Eylül rejimini kıskandıracak çapta bir büyük enformasyon kontrolü var.

Benim 42-43 yıl önce tutmak zorunda kaldığım yayın yasakları dosyama gerek yok. Artık istenmeyen hiçbir şey zaten haber olarak yazılmıyor. 

İktidarın istemediği hiçbir şeyi duymuyorsunuz

Siz okurların iktidarın duyulmasını arzu etmediği şeyleri duymanız, onlarla ilgili ve olup bitenlerle ilgili bilgi sahibi olmanız hemen hemen imkansız. 

Biz 10Haber’de bu tür duyulması arzu edilmeyen çok sayıda haber yayınladık bugüne kadar, dikkat ettim, her yeni haberin üstüne atlayıp çalan diğer siteler ocaktaki bu sıcak kestaneye elini bile sürmedi. Sansür fazlasıyla içselleştirilmiş durumda.

Unutmayın, bu ülkede Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın damadı, rejimin o sıradaki en kuvvetli iki numaralı ismi Hazine ve Maliye Bakanlığı görevinden istifa etti, istifasını kimse iki gün boyunca yazmadı, yazamadı. Çoğunluk istifa haberini Cumhurbaşkanlığı’nın ‘sağlık sebepleriyle görevden affını istedi’ açıklamasıyla öğrendi. Bu istifanın arka planını ise maalesef benden başka yazan ve yayınlayan olmadı.

Daha kaynağında yapılan bu enformasyon kontrolünün sonuçlarını aslında her gün yaşıyorsunuz. 12 Eylül nasıl bir magazin haberleri ve sıradan suç haberleri patlamasını beraberinde getirdiyse bugün de benzer bir patlama yaşıyoruz. Çeteler, dolandırıcılar, ünlülerin hayatı, sosyal medya fenomenlerinin yaptıkları gündemin ön sıralarında.

Kızmayın ama durumumuzu ben sahiden 12 Eylül sonrasına çok benzetiyorum.

Ah be Fuat, daha yapacak çok şey vardı…

Ah be Fuat, daha yapacak çok şey vardı…

Kötü haber artık WhatsApp’tan geliyor. Dün sabah erken saatlerde Fuat Keyman’ın kansere yenik düşüp öldüğü haberi geldiğinde dondum kaldım.

Türkiye’nin yeni nesil uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi akademisyenleri içinde en parlaklardan biriydi Prof. Dr. Fuat Keyman.

Onunla 1997 veya 98’de Bilkent’te tanıştım. O zamanlar, yani 90’ların ikinci yarısında Ankara’daki Bilkent muazzam bir akademik merkezdi. Bugün hala Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olan Bilkent’te o zamanlar kimler yoktu ki… Halil İnalcık’tan Tosun Terzioğlu’na, Hasan Bülent Kahraman’dan Ayşe Kadıoğlu’na, Erdağ Aksel’den Fuat Keyman’a bugün inanılması zor bir kadro bir aradaydı. 

Türkiye ve Bilkent o ‘karanlık’ denen 90’lı yıllarda bile yurtdışındaki Türk akademik diasporasından önemli insanları ciddi ciddi çekiyordu kendine. Bugünse yurtdışına doğru büyük bir akademisyen kanaması yaşıyoruz maalesef.

Bilkent Üniversitesi fizik ve matematik dahil temel bilimlerden sosyal bilimlerin bütün alanlarına ve güzel sanatlardan konservatuara kadar büyük bir olaydı.

Fuat’la işte o zamanlar, tam da 28 Şubat’ın başörtüsü kavgalarının ortasında tanıştım. Ben başörtüsü yasağını getiren Anayasa Mahkemesi kararını eleştiriyor ve yasaktan kurtulmanın olası yollarını yazıyordum; o sıralar Radikal’den köşe arkadaşım Etyen Mahçupyan ise başörtüsü yasağını savunuyor sanmıştı yanlışlıkla beni ve itiraz ediyor, kızıyordu. Ben de kendimi anlatmaya çalışıyordum, Etyen’le hoş bir polemik yürütüyorduk.

İşte o dönemin ortasında yazdıklarımın ne anlama geldiğini doğru okuyan ve benim gibi düşünen kişilerden biriydi Fuat Keyman. Türkiye demokratik bir hukuk devleti olarak kalmaya devam edecekse bu beğenmediğimiz Anayasa Mahkemesi kararını değiştirmenin tek yolu vardı, yeni bir Anayasa Mahkemesi kararı almak. Nitekim, bu yasaklar zaten yıllar sonra tam da bu yolla sona erdi. Demokratik sabır sonuç aldı.

Fuat’la o zaman başlayan arkadaşlığımız sonra o Bilkent’ten ayrılıp Koç Üniversitesine geçtiğinde de, ardından Sabancı Üniversitesine geçip burada önemli idari roller üstlendiğinde de devam etti. 

Gerek yazdığı yazılar, gerek katıldığı TV programlarıyla kamuoyunda geniş bir tanınırlık kazandı, görüşlerini her kesime dinletmeyi başardı.

Herhalde en önemli özelliği, Türkiye’deki mevcut ve çok keskin kutuplaşmanın iki tarafında da yer almamasıydı. O kutuplaşmayı besleyen mahalle baskısından kendini ayırmayı her zaman başardı, bu anlamda fikri bağımsızlığını hiçbir zaman bırakmadı, bir cemaate teslim etmedi. Bizimki gibi cemaatçiliğe fazlasıyla meyyal bir toplumda başarılması zor bir şeydi, Fuat Keyman bunu başardı.

Daha önemlisi, Fuat Keyman hiçbir cemaat tarafından aforoz edilmemeyi, bir çeşit ‘sükut suikasti’ne kurban olmamayı da başardı. Herkesle konuşabiliyor, herkese sesini duyurabiliyordu.

Aslında görüşleri son derece netti, dünyada daha soldan bakıyordu. Birkaç kez onunla bu konuyu konuştuk. Herhangi bir görüşü dile getirirken üslubun ne kadar önemli olduğunu, neyi nasıl söylediğinin ve kimseyi dışlamadan konuşmanın ne kadar hayati olduğunu çok iyi biliyordu.

Çok erken, çok büyük bir kayıp Fuat Keyman’ın kaybı.