Birkaç Fethullah Gülen hatırası
Fethullah Gülen öldü, bir zamanlar ağzından ‘Hocaefendi’ lafını eksik etmeyenler dahil herkes ona hakaret yarışında.
Mahalle baskısı o kadar büyük ki az hakaret edenler veya etmeyenler hemen linç kalabalıklarının önüne atılıyor.
Fethullah Gülen’le gazetecilik sıfatımla birkaç kez yüz yüze geldim. Hatta galiba Türkiye’yi terk etmeden önce son görüştüğü iki gazeteciden biri de benim.
Gelin bugün bu görüşmeleri anlatayım.
Zaman gazetesinin Ankara bürosunda darbe iması
İlk kez, 1996 yılı sonları olmalı, Ankara’da Zaman Gazetesi’nin Kızılay’daki bürosunda bir pazar günü bir grup gazeteciyle birlikte yüz yüze gördüm Fethullah Gülen’i.
Hep ‘Nedir acaba hikmeti’ diye düşünüyordum, açıkçası fazla ciddiye aldığım da yoktu. O görüşmede biz gazetecilere dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Ahmet Çörekçi’nin darbeye hazırlandığını ima etti.
Ankara gazetecileri olarak 28 Şubat’ın gelmekte olduğundan hepimiz haberdardık, zaten bu pek sır değildi, ama içerideki ‘radikal’in Fethullah Gülen’in ‘Alevi’ imasıyla Çörekçi olduğunun hissettirilmesi bizim istihbaratımızla uyuşmuyordu.
Yavuz Gökmen patlatıyor: Ya Hocam boşver bunları, bizim Şaban ne olacak onu söyle?
O toplantıdan aklımda en çok rahmetli Yavuz Gökmen’in Fethullah Gülen’in bu tuhaf imaları anlatırken sözünü kesip ‘Ya Hocam boşverin bunları, bizim Şaban’ın durumu ve takımın hali ne olacak’ diye sorması kaldı.
Gülmekten ölecektim.
İyi bir Galatasaraylı olan Yavuz Gökmen, Hakan Şükür’ün o sıralar yaşadığı evlilik-aşk bunalımlarının futbolunu etkilemesinden şikayetçiydi, Gülen’e bunu soruyordu.
Galatasaraylılar hatırlayacaktır, Şükür’ü o bunalımından çıkarmak için Fethullah Gülen sahiden çaba harcadı, onu yeniden evlendirdi.
Cevdet Saral’dan gelen telefon
Tam tarihi hatırlamıyorum, 1998 sonu veya 1999 başları olmalı.
Bir gün bir telefon geldi, hiç tanışıklığım olmayan Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral beni makamına davet ediyordu. Üstelik tuhaf bir saatte, akşam vakti.
Gittim. Cevdet Saral ve yanında bir kişi daha vardı. Görüştüğümüz oda Saral’ın makam odası olamazdı, başka bir odaydı. Saral’la birlikte olan polis müdürünü gözüm bir yerden ısırıyordu, ama nereden tanıdığımı çıkaramamıştım.
Önce sırf tanışmak amacıyla davet edildiğimi sanıyordum ama görüşme gizemli, hatta tuhaf bir hal almaya başladı.
Saral beni bir nevi sorguluyor ve imtihan ediyordu. Din inancım nasıldı, cemaatlere nasıl bakıyordum, Fethullah Gülen için ne düşünüyordum?
Öteki polis müdürü Osman Ak’tı, Fethullah Gülen’i soruşturuyorlardı
Bu imtihanlardan geçmiş olmalıyım ki Saral esas söylemek istediğini söyledi: Yanındaki arkadaşı Ankara Emniyet İstihbarat Şube Müdürü Osman Ak’tı ve ikisi, başka pek az memurun bildiği son derece gizli bir soruşturma yürütüyorlardı.
Osman Ak’ı nereden tanıdığımı hemen hatırladım. Birkaç yıl önce Hanefi Avcı ile birlikte yanıma gelmiş, Emniyet İstihbarat’ın Susurluk olaylarında hiçbir kusuru olmadığını, aksine bu yasadışılıklar konusunda jandarma ve MİT’le mücadele ettiklerini anlatmışlardı.
İstihbaratçıların dünyaya bakışı başkadır
Gazetecilik hayatımda gerek polis istihbarat, gerek MİT ve gerekse askeri istihbaratçılarla kaçınılmaz temaslarım ve tanışıklıklarım oldu.
Bu tecrübeler ışığında bende ‘istihbaratçı kafası’ dediğim bir önyargı oluştu onlara karşı. Hep tetikteydiler ve her zaman herkesten şüphe duyuyorlardı. Bu onların mesleklerinin gereği belki. Ama bunu hissettiğim için ben de her zaman onlara karşı tetikteydim ve söyledikleri en sıradan şeylerin bile arkasında gizli anlamlar, gizli sorgular arar hale gelmiştim.
Cevdet Saral’ın benimle görüşürken yanında Osman Ak’ın da olması bana refleks olarak bunları düşündürttü.
Polis Akademisinden başlayarak her yerde FETÖ izi
Cevdet Saral dini inançları kuvvetli bir polis müdürüydü. Fethullah Gülen’in yazdıklarını ve konuşmalarını bu gözle şahsen de incelemiş ve Gülen’in ‘sapkın bir tarikat’ olduğuna hükmetmişti.
Ama sapkınlık sadece dini sapkınlık değildi ona göre. Bu sapkınlık esas bu dini yapılanmanın ‘mahrem’ örgütlenmesinde gizliydi. Ona göre ‘Fethullahçılar’ başta polis teşkilatı (ve bu teşkilatın da özellikle istihbarat birimi) olmak üzere devlette ve sivil hayatın etkili noktalarında her yere sızmıştı.
İncelemelerine Polis Akademisi’nden başlamışlardı, ama çember kaçınılmaz biçimde genişliyordu. Bürokrasiden siyaset dünyasına pek çok kişiyi de (yine istihbaratçı deyimiyle) ‘iltisaklı’ olarak saptamaya başlamışlardı. Karşılarına çıkan bazı isimlere ve makamlara inanamıyorlardı.
Sınırlı bir alan için, polis teşkilatı için başlayan soruşturmaları genişledikçe genişliyordu ve öğrendiklerinden dehşete kapılmaya başlamışlardı.
Telefon dinlemeleri büyük gizlilik içinde yapıyor, topladıkları bilgilerin hep kilitli tutulan bir odadan dışarı çıkmasına izin vermiyorlardı.
Soruşturmalarını o sırada başbakan olan Mesut Yılmaz’dan aldıkları sözlü bir izinle (Cevdet Saral ile Mesut Yılmaz’ın bir yakınlığı vardı) sürdürüyorlardı ve böyle bir soruşturma yaptıklarından Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ve istihbarat dairesinin haberi yoktu; çünkü onlara güvenmiyorlardı.
Yazmamı istiyorlardı
Doğal olarak bunca gizli bir soruşturmayı saatlerdir bana neden anlattıklarını, benden ne istediklerini merak ettim. ‘Yazmamı mı istiyorsunuz bütün bunları’ dedim.
Cevdet Saral, ‘O sizin takdiriniz, ama yazarsanız isim vermeden yazın’ dedi. Bu sözleri usulen söylemişti; bir gazeteciye sır verdiğinde o sırrın sır olarak kalamayacağını bilecek kadar akıllı ve tecrübeli bir isimdi Cevdet Saral.
‘Öyleyse’ dedim, ‘Zaten sizin soruşturmanın gizliliği ortadan kalkmış, soruşturmanız sızmaması gereken kişilere sızmış. Şimdi siz ön almak için, soruşturmanızı engelleyecek kuvvetler devreye girmeden benden sizi övmemi istiyorsunuz.’
Benim bu sorum duvarı yıktı, ima yoluyla yapılan dans sona erdi, her şey açık açık konuşulmaya başlandı. Öyle şeyler anlattılar ki ikna oldum.
İki ya da üç gün art arda bana anlatılanları yazdım, yanlış hatırlamıyorsam Radikal’de bu yazıların bazıları manşetten de yayınlandı.
Karşı hamle Hürriyet’ten geldi
Benim yazılarımın yayınlanmasından bir süre sonra bir sabah Türkiye, Hürriyet gazetesinin ‘dev telekulak çetesi’ manşetiyle uyandı. Gazete Ankara Emniyet Müdürü ile İstihbarat Şubesi Müdürünün gizli soruşturması hakkında yapılan bir soruşturmayı anlatıyordu.
Telefon dinlemelerin ucu Çankaya Köşkü’ne kadar uzanmıştı. Aslında Saral ve Ak Çankaya Köşkü’nü dinlememişler, dinledikleri bir kişi Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in çok sevdiği danışmanlardan birini aramış, o danışman da böylece dinlemeye takılmıştı.
Tam o günlere ait kupürleri bulamadım ama aynı konuda daha sonra Mülkiye Müfettişleri tarafından hazırlanan rapor da aylar sonra Hürriyet’e bir kez daha manşet oldu. Bu kez Cevdet Saral ve Osman Ak için ‘8. kat çetesi’ nitelemesini uygun görmüştü Hürriyet.
Bu karşı hamleler Cevdet Saral ile Osman Ak’ın soruşturmasını öldürdü. Her iki polis müdürü de kariyerlerini, mesleklerini kaybetti bu yüzden. Gerçi son bir hamleyle 1999 Mart ayında bir fezleke yazıp soruşturmalarını savcılığa yolladılar ama bu tabii ümitsiz bir çabaydı.
Dokunan yanıyor
Yıllar sonra, sırf ‘İmam’ın Ordusu’ adıyla bir kitap yazdığı için Ergenekon soruşturmasına dahil edilip hapse atılan gazeteci Ahmet Şık tutuklandığında ‘Dokunan yanar’ diye seslenmişti. İlk yananlardan biri Cevdet Saral ile Osman Ak’tı işte.
İlginç bir tesadüf olsa gerek, Saral ile Ak’ın soruşturmasını yasadışı ilan edip kapattıran dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı, yıllar sonra Ahmet Şık’ın Fethullah Gülen’in devlete nasıl sızdığıyla ilgili yazdığı kitabın bir numaralı kaynağıydı aslında. O polis müdürü de yananlar arasına katıldı, Fethullahçılar ondan da ciddi intikam aldı.
Bu da, cemaatin veya bugünkü adıyla FETÖ’nün legal ile illegal arasındaki ince çizgide nasıl durduğuna, zaman zaman en büyük düşmanlarını bile kendi masumiyetine ikna etmeyi nasıl başardığına büyük bir örnek bence.
Nuh Mete Yüksel’in soruşturması
Yine aynı dönemde, bir gece aTV’nin ana haber bülteninde Ali Kırca’nın yayınladığı bir video kaydı, deyim yerindeyse ortaya bomba gibi düşmüştü.
Bu, Fethullah Gülen’in kendi taraftarlarıyla yaptığı bir konuşmanın videosuydu, hiç kuşku yok, Gülen’e beklenen mehdi muamelesi yapan ve onun her dediğini kayda almaya çalışan cemaat tarafından kaydedilmiş, ama sonra nasıl olmuşsa dışarı sızmıştı.
Videoda Fethullah Gülen taraftarlarına ‘Adliyede, mülkiyede ve askeriyede’ örgütlenmelerini, ‘Devletin kılcal damarlarına kadar girmelerini’ öğütlüyordu.
İşte bu video ve Cevdet Saral’ın son dakikada yolladığı fezleke Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin o zamanlar adı çok bilinen savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından açılan bir soruşturmaya konu oldu.
Ankara’da devletin bazı üst düzey isimleri o dönemde bu soruşturmadan çok ümitliydi, nihayet Fethullah Gülen yumağını çözecek ipin ucu yakalanmıştı, buradan devam edilmeliydi. Bu duygu ve düşünceler pek çok ortamda gazetecilere de aktarıldı.
Ben de bir gün bunları derleyen bir yazı yazdım. Yazdığım yazı Radikal gazetesinde ‘Düğmeye basıldı’ manşetiyle yayınlandı. Devlet Fethullah Gülen için harekete geçecekti.
Gülen’den gelen davet telefonu
Yazının ve Radikal’in manşetinin yayınlanmasını izleyen günlerde, hemen bir veya iki gün sonra bir telefon aldım. Uygunsam Fethullah Gülen benimle görüşmek istiyordu. ‘Uygunum’ dedim.
Randevu günü gazetede Cengiz Çandar’ın da aynı gece Gülen’le görüşmeye davet edildiğini öğrendim. Benim otomobilimle birlikte gittik randevuya.
Randevu İstanbul Altunizade’de örgüte ait lise binasındaydı. Okula arabamı park ettim, bizi kapıda karşılayıp yukarı aldılar. Merdivenlerden tırmanarak üçüncü kata geldiğimizde bizden ayakkabılarımızı çıkartmamız istendi. Çünkü dördüncü kat ve onun üstündeki kat artık ‘yurt’ katıydı, bu katlarda terlikle dolaşılıyordu.
Ayakkabılarımızı çıkardık, verilen terlikleri giydik, tırmanmaya devam ettik.
En üst katta Fethullah Gülen vaaz veriyordu
Biz mi randevu saatinden önce gitmiştik, yoksa Fethullah Gülen’in vaazı mı uzamıştı şimdi hatırlamıyorum, ama en üst kata geldiğimizde görevliler dilersek Fethullah Gülen’in ‘ev’ olarak kullandığı bölümde bekleyebileceğimizi, dilersek toplantının sonuna girebileceğimizi söyledi.
Ben hemen atıldım, ‘Girelim toplantıya’ dedim. Bizi geniş ve karanlık bir salona aldılar. Kürsü veya sahne değil ama minik tek basamaklık bir yükseltinin üstünde Fethullah Gülen konuşuyordu. Karanlık salon hınca hınç doluydu. Bir plastik sandalyeye de biz iliştik.
Tam bizim geldiğimiz sırada salonda o zamanlar adı pek bilinen iş dünyasından bir isim Fethullah Gülen’e yarı dini yarı ahlaki bir konuda soru soruyordu.
Gülen bu bence son derece basit soruya epey uzun ve anlaşılmaz bir cevap verdi, arada Kuran’dan bölümler olduğunu tahmin ettiğim Arapça cümlelerle süslü cevapta uzaydan da söz etti, Jüpiter gezegeninden de. İçimden gülmek geldi, kendimi zor tuttum.
Salonda İstanbul sosyetesinin tamamı vardı
Biraz sonra toplantı sona erdi. Işıklar yandı ve ben salonu dolduran kalabalığı görme şansına sahip oldum.
Kadınlı erkekli, İstanbul’un iş dünyası ve sosyetesinden çok sayıda tanıdık simaya denk geldim, hatta bazılarıyla el sıkışıp selamlaştım bile. Fethullah Gülen’in konuştuğu insanlar onun klasik kahverengi ayakkabı giyen badem bıyıklı cemaatine hiç benzemiyordu.
Bana göre tamamen boş konuşmalar yapıyordu ama dinleyenler herhalde bu sözlerde bir hikmet görüyordu. İlginç bir durum.
Bebeklerine dua isteyenler
Toplantı dağılırken ilginç bir durum daha dikkatimi çekti. Gece vakti yapılan bu toplantıya bazıları yanlarında küçük çocukları, hatta bebekleriyle gelmişti.
Gülen özellikle çocuklara çok ilgi gösterdi, neredeyse hepsini kucağına aldı, onlarla şakalaştı, bazılarına yanda hazır duran oyuncaklardan hediye etti ve duasını da esirgemedi.
Ben o sırada bunu sıradan bir durum sanıyordum, sonradan Fethullah Gülen’in terli fanilasına, üzerine okuduğu söylenen F serisi 1 dolarlara falan muska muamelesi yapıldığını görünce bu çocuklara dua almanın anlamını yeniden düşündüm.
Zeytinyağlı biber dolması ve pırasa
Neyse nihayet kalabalık dağıldı, biz de Fethullah Gülen’le onun ev olarak kullandığı bölümde yalnız kaldık.
Benim çocukluğumdan, bizim evden de bildiğim türden bir yemek masası vardı. Üstü muşabbayla kaplı. Tabaklar, çatal bıçak vs yerleştirilmişti, Gülen bizi masaya davet etti.
Bir kenarda bir çeşit spor/masaj aleti duruyordu. Ona baktığımı görünce ‘Sağlığım için bu aletleri kullanmamı istiyorlar, ama ben sıkılıyorum’ dedi, bir yandan buzdolabından yemekleri çıkarıyor ve masaya koyuyordu. Servise yardım etmeyi teklif ettik, ama o kabul etmedi, bizi misafir ediyordu.
‘Kusura bakmayın ben sürekli perhizdeyim, bunlar da benim perhiz yemeklerim’ dedi. Şeker hastası olduğunu biliyordum, kısa süre sağlığından söz ettik. ‘Allaha şükür iyiyim’ dedi. Sofradaki yemek zeytinyağlı biber dolması ve zeytinyağlı pırasaydı. Cengiz de ben de toktuk aslında, ama Gülen’e ayıp olmasın diye eşlik ettik.
Sahiden düğmeye basıldı mı, merak ediyor
Sofrada konuşma bir noktada benim ‘Düğmeye basıldı’ yazıma geldi.
‘Bizim arkadaşlar da’ dedi, ‘Sizin yazdığınızı teyit ediyor, benim için Ankara’da düğmeye sahiden basıldığı, bir gücün harekete geçtiği anlaşılıyor.’
Kimdi acaba o arkadaşlar? Kendi örgütünü, istihbarattan adliyeye her yere sızmış olan örgütünü kastediyordu.
Biz o sırada ‘mahrem imamlar’ı, o geniş istihbarat ağını hiç bilmiyorduk ama Gülen’in içeriden bilgi alma kapasitesinin de farkındaydık.
‘Amaçları beni tutuklayıp hapse atmak’ dedi. Suçsuzluğuna inanmak ne kelime, hakkında suçlanmayı gerektirecek hiçbir şey olmadığına inanıyordu, bu soruşturmayı cadı avı gibi görme eğilimindeydi. ‘Hapiste ölmemi istiyorlar’ diye ekledi, sağlık durumundan da söz ederek.
Belki haklıydı, bir video kasetle, bir takım istihbari çalışmalarla kimse hapse atılmazdı. Ama daha sonra kendi örgütü nice insanı bunlardan çok daha azıyla hapislerde nasıl süründürdü hepimiz biliyoruz. Sağlık durumu hapiste kalmaya izin vermeyen nice insan cezaevlerinde öldü. Fethullah Gülen ise o korkusundan söz ettiği günden sonra 25 yıl daha yaşadı.
Ve Gülen gidiyor
Görüşmeden sonra Cengiz Çandar’la evimize doğru dönerken birbirimize ‘Neden çağırdı bu adam bizi ve ne demek istedi’ diye sorduk.
Anlam veremediğimiz bir görüşme olmuştu. Biz ondan bir şey öğrenir de yazarız beklentisiyle gitmiştik ama daha çok o bize soru sormuş, bizim ağzımızı aramıştı. Özellikle benim.
İki gün sonra Fethullah Gülen ‘sağlık kontrollerinden geçmek üzere’ diyerek Türkiye’den ayrıldı. Gidiş o gidiş.