25-10-2024
İsmet Berkan

DNA’sını bile bildiğimiz teröristin yüzünü mü bilmiyoruz?

DNA’sını bile bildiğimiz teröristin yüzünü mü bilmiyoruz?

Bu işler böyle nankördür. Yüz saldırıyı daha failleri harekete bile geçemeden önlersiniz, ama aradan biri kaçınca ilk konuşulan, güvenlik zaafı olur.

Önlediğiniz saldırılar için kimse size madalya takmaz, hatta bunlar çoğu zaman kamuoyunda duyulmaz bile. Ama kaçırdığınız tek bir şey bütün meslek hayatınıza mal olabilir.

Ankara’nın Kahramankazan ilçesindeki TUSAŞ tesislerine yapılan tam da böyle ve maalesef çok büyük güvenlik zaaflarını yüzümüze vuran bir saldırı.

Bakın burada dün çok iyimser bir şey söyledim, o teröristlerin Suriye’den Türkiye’ye girdikten sonra Ankara’ya gelene kadar izledikleri rotanın adım adım bir günde ortaya çıkacağını iddia ettim.

Yanıldım. Dün öyle bir açıklama olmadı. Açıklama olmadığı gibi polis başta olmak üzere güvenlik çevrelerinde büyük bir suskunluk vardı. Sebebini yazmaya çalışacağım.

Geçen yıl 1 Ekimde Ankara’da İçişleri Bakanlığı nizamiyesine saldırmak isteyen iki terörist bir gece önce Türkiye’ye girmiş, gece boyunca sürücüsünü öldürüp gasp ettikleri araçla yol yapıp Ankara’ya varmış ve yerelde hiç destek almadan hemen eylemlerini yapmışlardı. Bu acelenin sebebi Türkiye’nin çok sıkı güvenlik ağıydı.

Ama TUSAŞ’a saldıranlar için durum böyle değil. Onlar en azından iki gündür Kazan’daydı. Saldırıdan bir gün önce de bir taksiye binmiş ve TUSAŞ’ın kapısına kadar gidip gelerek bir çeşit keşif yapmışlardı.

Hatta bir iddiaya göre en az beş gündür Ankara’daydılar. Ankara’da yerel PKK hücrelerinden destek almış, günlerce şehirde barınmış, sokakta dolaşmışlardı.

Emniyetin suskunluğunun sebebi buydu.

Biliyorsunuz saldırıyı iki terörist gerçekleştirdi. Bunlardan kadın olanı şans eseri TUSAŞ’a çok yakın bir yerde yol kontrolü yaparken olayı duyan ve hemen koşup gelen Özel Harekatçı polislerle çatışırken üstündeki bomba düzeneğini patlattı. Yaralanan yedi polis o bombanın şarapnelleriyle yaralandı.

Erkek olan ise nizamiyeden 50 metre kadar ileride ve içeride olan insan kaynakları ve eğitim binasına girdi. Bu bina içinde üst kata çıkmak isterken öldürülmese, o sırada binada eğitimde olan onlarca insanı o öldürebilir, çok büyük bir katliam yapabilirdi.

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bu teröristlerden birinin, erkek olanın kimliğini dün öğle saatlerinde açıkladı, kadın olanın kimliğiyse daha sonra belli oldu.

Erkek teröristin adı Ali Örek, kadın teröristin adı ise Mine Sevjin Alçiçek’ti.

Peki bu isimler nasıl saptanmıştı? Temelde iki yöntem kullanılmıştı: Parmak izi ve DNA kontrolü.

Yani ülkemizin güvenlik kuvvetleri bu teröristlerin parmak izlerine, hatta bazı durumlarda DNA örneklerine bile sahipti. En azından şunu yapıyordu polis: Parmak izinden isim tespit ettiğinde hemen ailesinden birilerini buluyor, DNA eşleşmesiyle ismi bir kez daha teyit ediyordu (Daha önce Mersin’deki bir PKK saldırısında dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bu DNA eşleşmesini beklemeden bir kimlik açıklamış, hatta o kimlikten hareketle CHP’yi itham etmişti, ama sonra bu açıklaması yanlış çıkmıştı. Artık DNA eşleşmesiyle kimlik tam teyit edilmeden açıklama yapılmıyor).

Bu durumda karşımıza çıkan soru şu: Parmak izini bildiğimiz, hatta DNA örneğine sahip olduğumuz teröristin yüzünü tanımıyor olabilir miyiz?

Galiba öyle. Çünkü bu iki PKK’lı Kazan’da MOBESE dahil pek çok güvenlik kamerasına defalarca yakalanmış. Hiç öyle şapka takmış, yüzlerini gizlemek ister bir halleri de yok. Ama polisimizin ve jandarmamızın ortak kullandığı ‘Yüz tanıma sistemi’ onları görmemiş, fark etmemiş.

Fark edilmeyen tek şey bu değil: Bakın bu sabah Ankara’da büyük bir PKK/KCK operasyonu için düğmeye basıldı, 33 kişi gözaltına alındı. Acaba bu sabahki bu operasyonların TUSAŞ saldırısıyla bağı nedir? Bu gözaltına alınanlar mıydı, iki teröriste lojistik destek verenler?

Ankara emniyeti bir büyük sarsıntının eşiğinde bana soracak olursanız.

Bütçe açığını kapamak: Devletimiz ne kadar adil?

Bütçe açığını kapamak: Devletimiz ne kadar adil?

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ekonomiyi düzeltip işleri yeniden ‘normal’ ve ‘rasyonel’ bir rotaya sokmak istediğine kuşku yok.

Bu normalleşmenin ve rasyonelleşmenin önemli adımlarından biri Maliye politikalarında yeniden disiplini sağlamak, o disiplinsizliğin üstüne gelen deprem harcamalarının da etkisiyle çok büyük bir yüke dönüşen bütçe açıklarını azaltmak.

Nasıl azalacak bütçe açığı? Sihirli bir yol yok, aynı anda iki şey yapılacak: 1. Bütçe gelirleri arttırılacak; 2. Bütçe giderleri kısılacak.

Gelir arttırma dediğimiz devletin saldığı vergi ve harçlarla ilgili bir şey. İşte son olarak savunma sanayiine fon sağlamak için kredi kartlarına harç koymayı bile gündemine aldı iktidar. O kadar sıkışık ki durum, Maliye deyim yerindeyse sineğin yağının bile peşinde.

Ama bir yandan da devletimiz bir basit yasa maddesiyle milyarlarca liralık gelirinden vazgeçti bile.

Bugün ayrıntısı 10Haber’de var; e-ticaret siteleri için getirilen lisanslama bedellerinden daha konu uygulamaya bile geçemeden vazgeçildi. Sebebi ne? Bilmiyoruz. Ama devletin en az 20 milyar liralık gelirden vazgeçtiğine kuşku yok.

Böyle hareketler yapılınca, birkaç şirket lehine bu denli çok para söz konusu olunca insan ister istemez uygulanan ekonomik programın adil olup olmadığını tartışıyor.

KDV oranları biliyorsunuz artık yüzde 20. Satın aldığımız pek çok ürün ve hizmetin üstünde böyle büyük bir vergi var. Hiçbirimiz sesimizi çıkaramıyoruz buna. Çünkü devletimiz bizden fedakarlık yapmamızı, enflasyon düşene kadar dişimizi sıkmamızı istiyor. Ama aynı devlet bir minik kalem darbesiyle inanılmaz bir gelirden vazgeçebiliyor.

Bu normal değil, adil hiç değil.