13-11-2024
İsmet Berkan

Sen bana mutluluğu rakamlara çevirebilir misin Abidin?

Sen bana mutluluğu rakamlara çevirebilir misin Abidin?

Bugün Ümit Alan yazmasa bu konuya hiç girecek değildim, ona teşekkür borçluyum bana bu eski meraklı konumu hatırlattığı için.

Ümit Alan’ın sözünü ettiği ‘Gayrısafi Milli Mutluluk’ aslında uzunca bir süreden beri dünya iktisatçılarının kendilerine dert edindiği konulardan biri.

Bir ekonomiyi biz geleneksel olarak adına ‘Gayrısafi yurtiçi hasıla’ denen, bütün ekonomik faaliyetlerin ve gelirlerin alt alta yazılıp toplanmasıyla oluşan bir rakamla değerlendiriyoruz. Buna ‘Milli gelir’ deniyor, bu rakam nüfusa bölünüyor, kişi başı gelir bulunuyor. O rakamı dolara çeviriyoruz, bu sayede uluslararası kıyaslama imkanı buluyoruz vs vs.

Ama bu milli gelir hesabı bir ekonominin yaratması gereken refah ve huzuru ölçmede çok sağlıklı bir hesap değil. Bunu da başından beri biliyoruz.

‘Parayla saadet olmaz’ derler, ne kadar doğru tartışmalı ama tam tersi kesinlikle doğru: Parasız saadet hiç olmaz.

Parasız saadet belki olmaz ama ekonominin amacı da tek başına zenginlik yaratmak olamaz. İnsan faaliyetlerinin toplamını temsil eden, ulusal devlet çağında hiç tanımadığımız milyonlarca başka insanla bizi sırf aynı ülkenin vatandaşıyız diye aynı torbanın içine atan milli ekonomi hesaplarının esas göstermesi gereken şeyin insanların mutlu ve müreffeh yaşayıp yaşamadığı olması gerektiğini söyleyen çok kuvvetli bir görüş var.

Bu görüş bir dönem çok popülerdi. İşte o dönemde, Ümit Alan da örneğini veriyor, Bhutan Krallığı bir dönem Gayrısafi Milli Mutluluk Endeksi uygulamaya başladı. Sadece Bhutan da değil, bir dönemin Fransası da bu konuyu ciddi tartıştı, hatta ülkenin benzer bir endeks hazırlamaya başlayacağı açıklandı, ama bildiğim kadarıyla henüz bu endeks yayınlanmadı.

Ama daha iyisi var: Birleşmiş Milletler oturdu, böyle bir endeksin nasıl olabileceğini uzun uzun konuştuktan sonra bir ‘İnsani Gelişmişlik Endeksi’ yayınlamaya başladı.

Mutluluk, tabii ölçülmesi zor bir şey ama BM endeksinde yer alan unsurlar insanı mutluluğa eriştiren genel unsurlar olarak görülüyor. Bunlar arasında evinizde telefon olup olmamasından eğitim süresine kadar onlarca farklı şey var. Biliyorsunuz Türkiye’nin bu endeksteki durumu hiç parlak değil. Endekse bakınca dünyanın zaten zengin olan ülkelerinin aynı zamanda insani olarak en gelişmiş ülkeler olduğunu görüyorsunuz ama bir önemli fark var: Bu ülkelerin hiçbiri dünyanın en büyük ekonomileri de değil, ama büyüklükleri kendi yurttaşlarını refah içinde yaşatıyor.

Tabii Ümit Alan’ın yazısının konusu bu değil. O bu mutluluk endeksini bir çeşit metafor gibi kullanıp bizim genel mutsuzluğumuza bakıyor ve bir teşhiste bulunuyor. Ki onun teşhisine tamamen katılıyorum: Mutluluğun bugünle bağlantısı sınırlı; esas olarak geleceğe dönük beklentilerle ilgili. Yani gelecekten ümitliysek bugün de mutlu oluyoruz, bu bize yaşama enerjisi veriyor.

Ben 60 yaşındayım ve güncel isimlendirmeyle hangi kuşağa mensubum bilmiyorum; bana ‘Baby Boomer’ diyen de var, X kuşağı diyen de… Neyse bu çok önemli değil, ben ve benden bir sonraki kuşak (Y Kuşağı mı) anne babalarından daha iyi hayata sahip son kuşaklar olabilir.

Dolayısıyla ‘son mutlu nesil’ belki bizlerdik, bizden sonrakiler maalesef daha kötümser bir hayata girişti, ki içlerinden önemli bölümü artık yetişkin ve iş hayatının da içinde zaten.

Tabii unutmayın bugün Türkiye nüfusunun çoğunluğunu 40 yaş altındakiler oluşturuyor ve geleceğe ilişkin ümitsizliğin, dolayısıyla mutsuzluğun kaynağı da orada.

Bugün 50 yaşında olanlar, örneğin belki çalışıp oturdukları evleri satın almayı başardılar ama 40 yaş ve altındakilerin aynı şeyi başarması çok kolay değil (Bununla ilgili eski bankacı Kerim Rota’nın inanılmaz güzellikteki yazısını buraya bırakayım, okumayanlar da okusun).

Peki ne olacak, bundan sonra hep mi mutsuz bir ülkede yaşayacağız? Hayır, öyle düşünmüyorum.

Ulusal çapta mutluluk ve mutsuzluğun ekonomi dışında en önemli belirleyicisi siyasetin kendisi. 

Siyaset bize bir gelecek ufku gösterdiğinde, bu ufku eğer hep birlikte benimser ve gerçekleştirmek için ortak heyecan yaratabilirsek genel olarak mutluluk düzeyimiz de artıyor. Tabii bunun belli şartları var:

İlk şart şu: Siyaset kapsayıcı olacak, ayrımcı değil. Yani bir hedef koyduğunda bu hedefe sadece kendi sadık taraftarlarını ulaştırmayacak, hepimizi alıp oraya taşıyacağını belli edecek.

İkinci şart ise şu: Konan hedef, hedef gibi olacak, boş laf olmayacak. İşte Atatürk’ün ‘muasır medeniyetlerin seviyesine ulaşma, onları aşma’ hedefi gibi mesela. Bu anlamda ‘Türkiye Yüzyılı’ kimseye bir şey ifade eden bir hedef değil; çünkü içinin neyle doldurulduğunu kimse bilmiyor.

Sağolsun Ümit Alan, kendisine de söyledim zaten, bugünkü yazıyı kurtardı.

Memleketin birinde… TV’de gördüğünüz o konuşan kafaları kim seçiyor sanıyorsunuz?

Memleketin birinde… TV’de gördüğünüz o konuşan kafaları kim seçiyor sanıyorsunuz?

Memleketin birinde bir spor adamına çok da önemli olmayan bir TV kanalında futbolla ilgili bir haftalık programda yorumcu olması teklif edilmiş.

Başka yerden teklif olmadığı için spor adamı da bu teklife sevinmiş, program için hazırlıklar başlamış, hatta tanıtım için çekimler bile yapılmış.

Ama tam programın başlayacağı hafta bir telefon gelmiş bu spor adamına: ‘Maalesef sizi programa çıkaramayacağız…’

Neden peki? ‘Sosyal medyanıza bakmışlar, sakıncalıymışsınız…’

Spor adamı bu cevaba şaşırmış, çünkü zaten az kullandığı sosyal medyasında siyasi olarak anlaşılabilecek hiç paylaşımı yokmuş, zaten siyasetle uzaktan bile olsa ilgilenmiyormuş.

Bu itirazını söyleyip neyin sakıncalı olduğunu sorunca ‘Benden duymuş olmayın ama’ cevabını almış, ‘Siz birkaç kez viski kadehi paylaşmışsınız…’

Sonuç olarak antenden veya uydudan değil, sadece internet üstünden izlenen bir kanalda futbol programında bile TV’ye çıkmak ciddi bir denetimden geçmeye neden oluyor. Ve sizin içki içmeniz, viski kadehi paylaşmanız sakıncalı bulunmanıza yetiyor.

Futbol programında bu oluyorsa o memleketteki siyaset programlarında, her akşam ekrana çıkan o konuşan kafaların seçiminde nasıl ince elenip sık dokunuyordur, siz düşünün.

Peki ama bu masal ülkesinde o denetimleri kim yapıyor, kimin TV’ye çıkıp kimin çıkmayacağına, neyin sakıncalı olup neyin olmayacağına kim karar veriyormuş?

Bunun için bir adres var: O ülkenin en üst yöneticisinin sırf bu iş için kurduğu bir kurum ve o kurumun başkanı karar veriyor çoğu şeye.

Yeni bir TV mi kuracaksınız veya eski bir TV’yi mi satın alacaksınız? O kurumdan doğrudan veya dolaylı izin almak önünüzü çok açabilir.

Ama bu izni almanın da bedeli var: Oradan gelecek listelerde yer alan isimleri TV’ye çıkartmalı, onları konuşturmalısınız.

Evet, memleketin birinde böyle ‘en ziyade müsaadeye mazhar’ isimlerden oluşan bir liste var. Bir de tersi liste var tabii: Sureti katiyede ekranda görülmesi istenmeyenler listesi…

Sanmayın ki bu listeler sadece siyaset veya ekonomi konuşanlar için geçerli. Hayır, başta anlattım, futbol konuşanların da listesi var, daha fenası dizilerde oynayan oyuncuların da listesi var.

Evet şaka değil. Türkiye’de TV’lerde gösterilen dizilerde oynayacak oyuncularımız da ‘sakıncasızlar’ ve ‘sakıncalılar’ diye ikiye ayrılıyor.

Bir kere o ‘sakıncalı’ listesine girmeyegörün, ne kadar şöhretli ve iyi bir oyuncu olduğunuzun anlamı kalmıyor, hiçbir yapım şirketi, hiçbir TV kanalı o oyuncuyu ekrana getiremiyor.

Her fırsatta sosyal medyada duyar kasmalarını istediğiniz o ünlüler var ya, kendinizi bir an onların yerine koyun: Sosyal medyada birkaç kişinin yüreğini soğutmak uğruna mesleğinizi yapamaz hale gelmek ister misiniz?

Bugünün susan, konuşacak olursa da tek taraflı konuşabilen Türkiye’si kolay mı kuruldu sanıyorsunuz?