26-11-2024
İsmet Berkan

Türkiye’deki siyasi bölünmeyi doğru okumadan doğru siyaset güdülemez

Türkiye’deki siyasi bölünmeyi doğru okumadan doğru siyaset güdülemez

Bir dönem CHP içinde siyaset de yapan rahmetli Prof. Dr. Haluk Ülman üniversitede hocamdı. Ülman toplumlardaki siyasal bölünmeyi Fransa, İngiltere ve Amerika örnekleriyle anlatırdı.

Ona göre Fransa’da temel bölünme görüntüdeki Sosyalist-Muhafazakar bölünmesi değildi; Katolik-Protestan bölünmesiydi. İngiltere’deki İşçi Partisi-Muhafazakar Parti bölünmesinin kökeni aristokratlarla burjuvalar arasındaki kralın yetkileriyle ilgili tartışmaya gidiyordu. Amerika’da Cumhuriyetçi-Demokrat bölünmesinin kökünde ise merkezi hükümetin mi yoksa yerel hükümetlerin mi daha güçlü olacağı tartışması vardı.

Peki Türkiye’deki siyasi bölünme neydi? Ülman’a göre şeriatçı-laik bölünmesiydi Türkiye’deki bölünme.

Bu görüşü beni ikna etmiyordu, derslerde kendisiyle tartıştım, tartışmamız aslında üniversiteden çok sonra, uzun yıllar devam etti, her karşılaşmamızda konu gündeme geldi.

Türkiye’deki siyasi bölünmenin radikal laik modernistlerle (Cumhuriyetçilerle) halife özlemi çeken radikal şeriatçılar arasında olduğu fikri kökünü Atatürk’te, onun Nutuk’unda bulur.

Mustafa Kemal Atatürk başını Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi isimlerin çektiği bir muhalefetin gerçekte Osmanlı Sultanını ülkenin başına geri getirmeyi, halifeliği yaşatmayı savunduğunu öne sürerek bu muhalefeti ‘gerici ve cumhuriyet düşmanı’ ilan eder Nutuk’ta.

Atatürk’ün bu nitelemelerinin gerçekle ne kadar uyuştuğu konusu esasen son derece tartışmalıdır, ama Cumhuriyet’in kurucusu daha ilk günden kendi devrimlerinin ‘ötekisi’ni bu şekilde isimlendirmeyi tercih eder. Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni rejimin bu hayali veya gerçek düşmanıyla ciddi mücadele yürütür, bu mücadele sayesinde bir birlik duygusu oluşur, yeni rejim yerleşir.

Atatürk’ün bu tercihi yakın zamana kadar da Türkiye’de geçerli söylemi oluşturdu, CHP dışında iktidara gelen her parti, ki bunlar isimleriyle Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi bir noktada ‘Cumhuriyet düşmanı ve gerici’ olarak nitelendi ülkemizde.

Peki öyle miydiler? Bu partiler zaman zaman anayasayı tek başlarına değiştirecek çoğunluk da elde etti ama Cumhuriyet rejimi yerinde duruyor, hilafet makamı geri getirilmedi, Devrim Kanunları hala yürürlükte. Türkiye bugün Batıya 1930’larda olduğundan çok daha yakın. Demek ki onlara ‘Cumhuriyet düşmanı’ demek çok da doğru değildi.

Aslında son 74 yıldır neredeyse kesintisiz biçimde iktidarını sürdüren bu siyasi akımın Cumhuriyet rejimiyle de, Cumhuriyetin devrimleriyle de çok alıp veremediği yoktu ama kuşkusuz toplumun diğer yarısına ters gelen siyasi ve kültürel tercihlere sahipti, bu tercihlerini hayata geçirmekten de geri kalmadı. İşte bu tercihler ‘Cumhuriyet düşmanı gericiler’ tartışmalarını  zaman zaman yeniden alevlendirdi.

Peki ülkemizin siyasal bölünmesi cumhuriyet taraftarı radikal modernleşmecilerle cumhuriyet düşmanı radikal dinciler arasında değildiyse, kimlerle kimler arasındaydı?

Geçmişte bu konuda bir de kitap yazmış (Seçimi Kazanan İdare Fırkasıdır, Çocuk!– Türkiye’de Siyaseti Okuma Kılavuzu) biri olarak benim görüşüm aslında son derece net: Türkiye’de temel siyasi bölünme cumhuriyetin uyguladığı modernleşmenin hızı ve dozajı konusundaki tartışmada kendini bulur. Bu bölünmenin tarihsel adı ‘Türkçülük-İslamcılık çekişmesi’dir ama günümüzde buna ‘Modern-Muhafazakar çekişmesi’ adını vermek gerekir.

Geçen haftadan beri Prof. Dr. Beşir Atalay yönetiminde Ömer Demir, İbrahim Dalmış, Ömer Toprak ve Cem Eyerci tarafından yapılan “Türkiye’de Kimlikler: Din, Ekonomi, Siyaset” adlı araştırmayı yazıp duruyorum.

Bu araştırmanın bize söylediği son derece önemli şeyler var. Bunların başında bazı konuların gerçekte siyasal tartışmaların dışında ve ötesinde bir kapsayıcılığa sahip olması geliyor. Örneğin inançlı olmak, örneğin demokrasi, örneğin cumhuriyet rejimi, kadın-erkek eşitliği, çevreyi korumak vs bunlar siyasal bölünmelerimizle ilgisi olmayan, hemen hepimizi ortaklaştıran bazı konular.

Kaldı ki, siyasetin konusu olan kimi şeyler ve değer yargıları da öyle siyah-beyaz ayrımı yapılabilir şeyler değil. Her biri birer ‘spektrum’ yani kişiden kişiye değişen derecelerde desteklenen veya eleştirilen şeyler.

Araştırmacılar toplumu ‘modernler’ ve ‘muhafazakarlar’ adını verdikleri iki büyük gruba bölmüş, ama tam da bu yüzden bu grupları ayıran çizgiler öyle keskin çizgiler değil, örneğin modernlerin ‘düşük’ dereceli olanlarıyla muhafazakarların düşük dereceli olanları merkezde birbirinden keskin bir çizgiyle ayrılmıyor, büyük ölçüde birbirine girmiş durumda, resme grinin tonları olarak yansıyor.

Burada alınması gereken en önemli ders gerek modernlerin ve gerekse karşılarındaki grup olan muhafazakarların birer ‘spektrum’ olması. Yani içlerinde ultra radikal modernler de var, daha muhafazakara yakın olanlar da. Aynı şekilde muhafazakarlar içinde çok katı olanlar da var, moderne epey yakın düşenler de.

Araştırmacılar açıkça modern grubun toplumda ciddi bir çoğunluğu oluşturduğunu söylüyor. Muhafazakar grup giderek küçülen bir azınlık aslında.

Fakat bir kez daha söylüyorum, bu ikili ayrılığı keskin ideolojik ayrılıklar olarak görmek hata olur. 

Baktığımızda Türkiye’nin 1950’den beri iktidarda olan muhafazakar kesim siyasi partilerinin aynı zamanda en kalkınmacı, ekonomik anlamda en modernleşmeci partiler olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin bugün sahip olduğumuz ekonomik altyapısının önemli bölümü bu iktidarlar tarafından son 75 yılda yapıldı. Kültürel olarak kendini ‘modern’ kanatta sayan pek çok bireyin muhafazakar partilere oy veriyor olmasının altında yatan temel güdü, bu olgu.

Muhafazakar partiler serisinin sonuncusu olan Ak Parti aldığı oyları, elde ettiği seçim başarılarını zaman zaman ‘dindarların zaferi’ olarak takdim ederken bir iletişim taktiği uyguluyor aslında. Amacı modernist kesimin partisi CHP’nin kültürel tepki vermesini sağlamak; bu yolla onu sadece ultra-modernistlerin partisi olarak sınırlamayı da başarıyor.

CHP 2019 yerel seçiminden beri bu oyunu gördüğünü belli eder tarzda siyaset yapmaya gayret ediyor, ama ne kadar başardığı şüpheli, çünkü zaman zaman çok sert kültürel tepkiler veriyor, daha önemlisi kültürel tepki vermekten kalkınmacı, ekonomik olarak modernleşmeci mesaj vermeye zamanı kalmıyor.

Nasıl muhafazakar kanadın partisi Ak Parti zaman zaman bu kanat içindeki ‘ultra’ kesimlerin kontrolüne geçmiş izlenimi veriyorsa, CHP de zaman zaman kendi modern kanadının ‘ultra’larının kontrolünde gibi davranabiliyor.

Ak Parti bu ‘ultra’ kesimlerin etkisine girip örneğin İstanbul Sözleşmesi’ni iptal ettiğinden beri oy kaybediyor; çünkü kapsayıcılığı azalıyor. CHP son yerel seçim başarısını kendi kanadındaki ultra kesimlerin 2023 seçimiyle uğradığı hayal kırıklığı nedeniyle yerel seçimden önce siyasete küsmesine borçlu büyük ölçüde. Onlar susunca partinin kapsama alanı genişledi.

Her iki siyasi parti açısından da bu ‘ultra’ kesimleri kontrol altında tutmak önemli bir konu.

Partilerin oylarıyla içlerindeki ‘ultra’ kesimlerin seslerinin çıkması arasındaki bu neredeyse bire bir siyasal mühendislik ilişkisi parti yönetimlerine ve stratejistlerine çok şey söylüyor aslında.

Türkiye’deki gerçek siyasi bölünmeyi tam olarak anlamadan siyasette başarılı olmak mümkün değil. Bu araştırma siyasal bölünmenin temellerini gerçekten merak edenlere çok şey söylüyor.

Belediye kreşlerinin ‘korsan okul’ olduğunu nereden çıkardınız?

Belediye kreşlerinin ‘korsan okul’ olduğunu nereden çıkardınız?

Türkiye dün itibariyle saçma ötesi bir tartışmanın girdabına girdi. Tartışmanın kökünde Milli Eğitim Bakanlığı’nın durduk yerde suyu bulandırması, CHP’li belediyelerin çok önemli bir sosyal ve ekonomik ihtiyacı karşılamak üzere hızla açtığı kreşleri ‘korsan eğitim faaliyeti veren yerler’ olarak nitelemesi yatıyor.

Türkiye’de mevcut bir yönetmelik 0 yaşından 12 yaşına kadar çocukların devam edebileceği, ama eğitim kurumu olmayan yerleri sıralamış. 0-36 ay arasına ‘kreş’ adı veriliyor; 37-66 ay arasına ‘gündüz bakımevi’ ve 6-12 yaş arasına da ‘çocuk kulübü.’

Bunlar Milli Eğitim’in değil Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın iznine tabi yerler; yönetmelik izin için gereken şartları sıralıyor.

Belediyeler de kreş ve gündüz bakımevi açıyor. Bunlar çalışmak isteyen kadınları, anne-baba çalışmak zorunda olan aileleri ciddi rahatlatan yerler. İstanbul’da bu kreşlerde 10 binden fazla çocuk var, aileler ayda 1200 lira gibi ödenebilir bir ücret karşılığı çocuklarına güvenilir bir bakım elde ediyor, böylece kendileri çalışabiliyor.

Milli Eğitim bu kreş ve gündüz bakımevlerinde ‘okul öncesi eğitim’ verildiğine nereden kanaat getirdi bilinmez, ama kastedilen buradaki çocukların bir eğitmen eşliğinde toplu halde oyun oynaması, resim çizmesi, kimi motor yeteneklerini geliştirici faaliyetler yapmasıysa eğer, bu kurumların işinin bunları yapmak olduğunu herkes bilir. Onları okul öncesi adı verilen eğitimle kıyaslamak doğru olmaz.

Nitekim olmayacağını daha tartışmayı çıkarır çıkarmaz anladılar; ‘Biz kreşleri kapatmıyoruz’ diyerek savunmaya geçtiler. Sanırsınız ki CHP’li belediyeler ortada fol yok yumurta yokken paranoyaya kapıldı. Oysa resmi yazılarda açıkça ‘kreş adı altında eğitim’den söz ediliyor, bunların  yasa dışı olduğu anlatılıyor.

Keşke aynı Milli Eğitim Bakanlığı merdivenaltı Kuran kursları için de aynı hassasiyeti gösterse, ‘Bunlar izinsizdir, kapatılmalı’ dese…

Yarın İstanbul Belediyesini Ak Parti yeniden kazansa bu kreşleri kapatacak mı? Elbette hayır. Peki bugünkü bu tuhaf girişim nedir?