30-11-2024
İsmet Berkan

Ioanna Kuçuradi zarafeti diye bir şey var

Ioanna Kuçuradi zarafeti diye bir şey var

Aydın Doğan Vakfı her yıl kültür, sanat, edebiyat, bilim gibi alanlarda yaptığı çalışmalarla öne çıkan birkişi veya kuruma Aydın Doğan Ödülü veriyor.

Bu ödül o kişi veya kuruma ömür boyu yaptığı çalışmaları için veriliyor. Bu yıl Aydın Doğan Büyük Ödülünü felsefeci ve insan hakları savunucusu Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi aldı. Kuçuradi’ye ödülü pazartesi akşamı düzenlenecek törenle verilecek.

İşte bu törenden önce AD Vakfı Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ bir grup gazeteci ile Prof. Dr. Ioanna Kuçuradi’yi buluşturdu. Bu yemek ve sohbet daha önce katıldığım benzerlerinden o kadar farklıydı ki kendimi bu konuda uzun uzun düşünürken buldum.

Biz gazeteciler egosu yüksek insanlarız ve kendimizi gerekmediği kadar çok önemsiyoruz. Kendimizden başkasını beğenip takdir ettiğimiz pek olmaz. Ama o gece ben dahil hepimiz uzun uzun Ioanna Kuçuradi’yi aldığı bu ödül için alkışladık. Ben böyle toplantılarda alkışa pek katılan biri değilim ama ben de alkışladım, hatta alkışladığımı fark ettiğimde de şaşırdım.

Prof. Dr. Kuçuradi’ye yönelik alkış o masanın etrafındaki 20’ye yakın gazeteciden öyle içten gelen şekilde yükseldi ki zorlasanız bu sonucu alamazsınız.

İşin ilginci hayatta gördüğüm en mütevazı insanlardan biri olan Ioanna Kuçuradi bu alkıştan ötürü mahçup oldu, ne diyeceğini bilemedi.

Esasen gecenin tamamı her bakımdan alışılmış olanın dışındaydı.

Biz gazeteciler böyle toplantı ve buluşmalarda biraz huysuz oluruz. Bir yandan yemek yerken bir yandan konuşmacıyı dinler, onun ağzından manşet olacak bir kelime, bir cümle yakalamaya çalışırız. Baktık o söylemiyor, onu zorlarız, bazen sıkıştırırız.

Bazıları bu çabayı tamamen yanlış anlar, gazetecilerin onu eleştirdiğini, onu sevmediğini sanır ama yanılır: Biz manşet peşindeyiz, bize manşetlik bir cümle veren herkesi severiz!

Bu kriter açısından bakınca Ioanna Kuçuradi hiç de sevilecek biri değil! Çünkü neredeyse hepimizin söz aldığımızda ‘Hocam’ diye hitap ettiği Kuçuradi mikrofona eğildiğinde ya birkaç kelimeden, çok nadir olarak da birkaç cümleden oluşan cevaplar verdi. Hep kısa kısa, hep neredeyse şifreli cevaplar.

Yemekli toplantı tam da 25 Kasım akşamı yapıldı, üstelik İstanbul’un Elmadağ semtindeki Hilton Otelinde. Bizim biraz ilerimizde, Taksim meydanında veya İstiklal Caddesinde o sırada belki de kadınlar polisten dayak yiyordu; öyle ya o gün Kadına Karşı Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’ydü ve kadın örgütleri Türkiye’nin bu çok can yakan sorunu hakkında gösteri yürüyüşü yapmak istiyordu. Polis İstanbul’un merkezini muhasaraya almıştı, metro seferleri bile durdurulmuştu.

O yüzden çoğumuzun Ioanna Kuçuradi’ye ilk sorusu bu konularda oldu. Amaç ağzından sert bir cümle almaktı. Ama Kuçuradi sert cümleler yerine meselenin özünde yer aldığını düşündüğü ‘erkeklerin kendilerine hakim olamaması’ndan söz etti. Kuçuradi’ye göre o yüzden çoğu durumda kadın öldüren erkek dönüp intihar da ediyordu.

Normalde bu aramızdaki özellikle kadın gazetecilere ciddi hayal kırıklığı verecek bir cevaptı ama kimse hayal kırıklığına uğramadı. Çünkü Ioanna Kuçuradi başka bir seviyeden, felsefenin seviyesinden bakıyordu meseleye, bizler ise aşağıda, zemindeydik.

Bu kendiliğinden saygı oluşturma konusu bence sahiden düşünülmesi gereken bir şey. Bilmiyorum, Erzurum’da genç bir felsefe doçenti olarak çalışırken de Kuçuradi o gece tanık olduğum türde bir saygıyı mesela sınıfa girer girmez oluşturuyor muydu, ama o gece hepimizin sorgusuz sualsiz ona saygı duyduğumuza kuşku yoktu. O yüzden bu ödülün aslında ne kadar yerinde ve zamanında bir ödül olduğunu da düşündüm.

Ioanna Kuçuradi kısa cümlelerle, hatta bazen sadece kelimelerle konuşunca gazeteci arkadaşlarımız aldı mikrofonu eline ve uzun uzun kendileri nutuk atmaya başladı, hatta bir ara aramızda tartışma bile çıktı. Baktım, Kuçuradi bu durumu gülümseyerek izliyor.

Kuçuradi uzun yıllardan beri insan haklarıyla ilgili. Ve Türkçenin doğru kullanılması, kavramların doğru bilinmesi konusunda son derece hassas. ‘Bir şey değerse hak değildir, haksa değer değildir’ diyor mesela. Çünkü ‘değer’ olan şeyler doğal, doğuştan edinilen, sırf insan olduğumuz için sahip olduğumuz şeyler. Haklar ise belirli bir mücadele sonucu kazandığımız şeyler; o söylemedi ama ben ekleyeyim, üstelik kazandığımız gibi kaybedebileceğimiz şeyler aynı zamanda. Ama değerler her zaman var ve olacak.

Bir arkadaşımız ‘dini değerler’ diyecek oldu, hoca hemen itiraz etti: ‘Onlar değer değil, değer yargıları.’

O seviyeden baktığınızda gerçekten de öyle. Din bir inanç konusu. O inanç kendi değer yargılarıyla var.

Benzer bir şeyi ‘Cumhuriyet değerleri’ için de söyleyebiliriz; bunlar da Cumhuriyet rejiminin nasıl olması gerektiğine ilişkin değer yargıları.

Tabii şunu da eklemeli: Değer yargısı illa kötü bir şey değil.

Ben Kuçuradi’yi dinlerken kendimi Immanuel Kant okuyormuş gibi hissettim, mikrofonu bir elime geçirdiğimde bu izlenimimi de sordum kendisine. ‘Benim’ dedi, ‘Değerlerim var, kendimi hep değer yargılarından arındırmaya çalışıyorum.’

Biz gazetecilere verdiği güzel manşetlik laflardan biri ‘İnatla umutluyum’ sözüydü. Hani 19. yüzyıl Fransız modernizminin büyük şairi Baudelaire’in ‘Mutlaka modern olmak gerekir’ sözü gibi bir sözdü bu: Mutlaka umutlu olmak gerekir.

Kuçuradi bugün 88 yaşında ve dimdik ayakta. Hala doktora dersleri veriyor, hala makale yazıyor, hala öğrencilerinin yaptığı çevirilerle satır satır didişiyor, doğru kelimeleri bulmaya özen gösteriyor.

Onun bu inatçı umutluluğu, inatçı iyimserliği biz çok gerilerden gelenlere bu hayatta kötümser olma lüksü vermiyor elbette.

Tabii, Ioanna Kuçuradi’den söz ederken bir de onun zarafetinden söz etmemek olmaz. Zarafet sanıldığı gibi dış görünüşten gelen bir şey değil, tam tersine tamamen içten gelen bir şey.

Saatlerce bizim tuhaf konuşmalarımıza, attığımız yerli yersiz, anlamlı anlamsız nutuklarımıza zarafetle katlandı hoca. Güncel konulara, uzmanlık alanı olmayan alanlara girmemesi, onun yerine birkaç kelimelik cevaplar vermesi de zarafetindendi.

Sadece bu bile gönlümdeki büyük ödülü onun almasına yetti.

Suriye dersleri: Boşluklar böyle doluyor

Suriye dersleri: Boşluklar böyle doluyor

Düne kadar pek çok insanın gözünde Beşar Esad ülkesindeki iç savaşın galibiydi. Evet milyon kişi ölmüş, şehirlerde taş üstünde taş kalmamış, ülke ekonomisi darmadağın olmuştu, ama Nusayri azınlığın rejimi milyonlarca Sünniyi yönetmeye devam edecek askeri başarıyı elde etmişti.

Şimdi son üç gündür bu ‘başarı’nın nasıl ve ne pahasına elde edildiğine birinci elden tanık oluyoruz: İran’dan gelen destek, İranlı milisler ve Hizbullah savaşçılarının verdiği destek, Rusya’nın verdiği destek sayesindeymiş bu ‘zafer.’

O destek biraz zayıfladığında geriye Esad rejimi de kalmamış meğer. Bakın, artık dünyada kimseden destek alamayan muhalifler ellerindeki derme çatma silahlar ve imkanlarla 72 saatte Halep’i ele geçirdi. Esad’ın kara birlikleri dağıldı gitti.

Evet havadan Esad ve Rusya bombalıyor ama sahada üstünlük HTŞ liderliğindeki muhalif gruplarda.

İlginç olan, o muhalif grupların için Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu unsurlarının da bulunması.

Oysa Esad’ın zaferini en açık kabul etmeye hazır ülkelerin başında Türkiye geliyordu. Daha birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Beşar Esad ile görüşme isteğini yinelemişti.

Suriye’de yaşanan bu gelişmeler Türkiye açısından son derece vahim bir durumu bir kez daha gözümüzün içine sokuyor. Bu ülke barış ve istikrardan hala çok ama çok uzak.

Dolayısıyla en uzun kara sınırımızın olduğu bu ülke daha çok uzun yıllar boyunca Türkiye için başlıca güvenlik sorununu oluşturmaya devam edecek. Bu ülkeyle ilgili hayallere kapılmamak lazım.