13-12-2024
İsmet Berkan

Mete Atatüre’nin ödül konuşması benim beynimi nasıl açtı?

Mete Atatüre’nin ödül konuşması benim beynimi nasıl açtı?

Çarşamba akşamı İstanbul’da Kuruçeşme Divan’da çok önemli bir ödül töreni vardı. Türkiye’nin en prestijli bilim ödülü olan Rahmi Koç Bilim Madalyası bu yıl Cambridge Üniversitesinin efsanevi Cavendish Lab’inin yöneticisi, genç Türk bilim insanı Mete Atatüre’ye verildi.

Ödülün haberini 10Haber’de okudunuz, Ertuğrul Özkök’ün ödül gecesinden gayet renkli izlenimlerini de gördünüz, ben de işin bilim kısmını yazmak istiyorum.

Cambridge Üniversitesi modern anlamıyla fizik biliminin başladığı yer. Isaac Newton burada ‘Lucasian Matematik Profesörü’ydü. Bu prestijli kürsüde biliyorsunuz Stephen Hawking de oturdu.

Aynı üniversitenin bir de zamanında Yeni Zelandalı efsanevi deneysel fizikçi Ernest Rutherford tarafından yönetilmiş Cavendish Lab’i var. Burası, ödül töreni gecesinde de hatırlatıldı, 30 Nobel ödülü birden çıkarmış bir deneysel fizik merkezi. Çok önemli buluşların yapıldığı bir yer.

Şimdi orayı Türkiye’de Bilkent Üniversitesinden mezun olmuş, Boston Üniversitesi ve Zürih’te Albert Einstein’ın okulu ETH’da doktora ve doktora sonrası çalışmalar yapmış, derken Cambridge’e geçmiş bir genç deneysel fizikçi, Mete Atatüre yönetiyor geçen yıldan beri.

İtiraf edeyim, elbette Mete Atatüre’yi Türkiye’deki ününden ve görünürlüğünden ötürü biliyorum, bilim okur yazarlığının artması, ülkemizde ifade özgürlüğünün sınırlarının genişletilmesi gibi konularda çabalarını da beğenerek izliyorum ama bir fizikçi olarak tam neyle meşgul olduğunu bilmiyordum.

Ödül gecesi bunu öğrendim ve onun yaptığı kısacık bir konuşma sayesinde büyük bir aydınlanma da yaşadım. Tören sonrası kendisine de söyledim ama ayaküstü konuşulacak şeyler değil bunlar, iletişime geçip kendisinden bazı kaynak materyaller isteyeceğim en kısa zamanda.

Ben tabii fizikçi değilim, bu konulara amatör ilgim var, bilgi kaynağım ise pek ender olarak fizik makaleleri oluyor; daha çok o makalelerin popüler dille anlatıldığı metinler benim kaynağım.

Tabii popüler kaynaklar ister istemez satış kaygısı güden şeyler ve onların sözünü ettiği fizik genellikle fizik biliminin birbirine çok uzak iki ucu.

Yani ya çok küçük, doğanın izin verdiği en küçük enerji demeti olan Planck Sabiti seviyesinde olan kuantum evreninden söz ediliyor ya da çok ama çok büyük, koca evren seviyesinde meselelerin anlatıldığı astrofizikten, ona bağlı olarak Einstein’ın genel görelilik teorisinden.

Popüler fizik yazını bu iki temel alanın hakimiyetinde; bunların arasında kalan bölgeden söz eden pek az. 

Buna karşılık son yıllarda yapılan önemli buluşların ve geliştirilen teknolojilerin neredeyse tamamı bu söylediğim arada kalmış bölgenin en geniş disiplini olan ‘katı hal fiziği’ sayesinde yapılıyor (Kendim için her yerde söylüyorum, yarın yeniden dünyaya gelsem fiziğin malzeme bilimi alanında çalışmak isterdim).

Mete Atatüre’nin bana aydınlatma yaşatan konuşmasına geleceğim, ama önce biraz arka plan bilgisi vermeliyim.

Burada da defalarca yazdım, kuantum seviyesinde, yani atom altı parçacıklar seviyesinde bizim gündelik deneyimimizle anlamakta güçlük çektiğimiz, gündelik tecrübelerimize ters düşen tuhaflıklar oluyor.

Peki bu tuhaflıklar sadece en minik, kuantum seviyesinde şeylerde mi oluyor? Hangi noktada kuantum tuhaflıkları sona eriyor ve ‘klasik fizik’ kuralları işlemeye başlıyor? Atomda mı, molekülde mi, bir grup atomun bir araya gelmesinde mi? Sınır ne?

Emin olun dünya kadar bilim insanı bu sınırı, geçiş noktasını, kuantum davranışlarının sona erip bizim gündelik tecrübemize uygun davranışların başladığı çizgiyi bulmaya çalışıyor.

Mete Atatüre belki o sınır çizgisini bulmaya uğraşmıyor ama tam da o sınır çizgisinde ve belki de ‘yeni fizik’ diye nitelenmesi gereken bir alanda çalışıyor.

Örneğin fotonların katı hal fiziğinin maddeleriyle etkileşimlerini inceliyor. Bize sunumda muhteşem bir kelebek örneği gösterdi. İnanılmaz güzel bir mor renkteydi kelebek ve ona o mor rengi veren ışık kırılmasının sırrı elektron seviyesinde gizliydi. Eksik bir elektron çarpan fotonun dalga boyunu kırıyor ve o rengi beynimizde ortaya çıkarıyordu.

Benim Atatüre’nin çalıştığı alanı ‘Belki de yeni fizik diye nitelemek gerek’ demem de buradan geliyor. Kuantumun bir üst seviyesinde bazıları doğada da olan, bazıları ise insan eliyle manipüle edilen yeni yeni durumlar, yeni yeni kristal çeşitleri, Atatüre’nin deyimiyle ‘Yeni yeni parçacıklar’ vardı.

Atatüre kuantum seviyesinden başlayıp evren seviyesine varana kadar giden uzun çizgide her aşamada, her seviyede yeni yeni karmaşık sistemler ortaya çıktığını söylüyor.

Yani biz daha kuantum seviyesindeki davranışları çözmeye, buradan Einstein’ın rüyasını gördüğü bir büyük birleşik teori bulmaya çalışıyoruz ama Atatüre’ye göre kuantum seviyesinin bir üstünde, en az onun kadar kompleks bir başka sistem daha var, onun üstünde bir sistem daha, onun üstünde bir tane daha… Taa evren seviyesine varana kadar.

Biliyorsunuz, ‘Sicim Teorisi’ gibi karmaşık matematiğe sahip teoriler üzerinde epey çalışıldı, hala sonuç alınamadı. Veya kuantum kütle çekim teorisi çalışıp evrenin bütün sırlarını çözeceğini düşünen geniş bir kesim var hala.

Mete Atatüre onlardan değil. O doğanın olmasını istediğimizden çok daha karmaşık olduğunu söylüyor.

Atatüre’nin sokaklarında bisikletiyle dolaştığı Cambridge’de yüz yıllar önce çalışmış olan Sir Isaac Newton kütle çekim kanunuyla evrenin sırrını çözdüğünü düşünmüştü, ama o kadar basit değildi. Sonra Einstein diye biri geldi, Newton’un söylediklerini değiştirdi. Dünya onunla evrenin sırrını çözdüğünü düşünmeye tam başlamıştı ki Niels Bohr, Werner Heisenberg, Erwin Schrödinger gibi isimler gelip bu işlerin o kadar da basit olmadığını, doğanın içinde bir başka doğa olduğunu gösterdiler.

Şimdi de Mete Atatüre gibi fizikçiler bize diyorlar ki, doğa gerçeğinin tamamını görmemiz o kadar da basit olmayacak, çözmemiz gereken daha çok sır var ve bu sırların çoğu da kuantum veya evren seviyesinde değil arada kalan bölgede.

Sizi bilmem benim için büyük bir aydınlanma oldu.

Yeni Suriye’nin ve HTŞ’nin garantörü Türkiye mi?

Yeni Suriye’nin ve HTŞ’nin garantörü Türkiye mi?

MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Şam ziyaretinin fotoğraflanması ve ilan edilmesi, hepimizin sandığından çok daha büyük sembolik öneme sahip bir şey. Tabii Türkiye’nin dar ve intikamcı siyasi atmosferi bu ziyareti Emevi Camisinde kılınan bir namaza indirgemiş durumda ama konu bu değil.

Konu Türkiye’nin Suriye’nin yeni rejiminde, Suriye’nin geleceğinde önemli bir role soyunması.

Hatırlayın, 2013 yılında Türkiye ve Katar’ın çabalarıyla bir Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu kuruldu. Bu koalisyonda Suriye iç savaşında Esad rejimine karşı savaşan bütün grupların bulunması arzulandı. Merkezi İstanbul’da olan bir ‘hükümet’ ve bir ‘parlamento’ bile oluşturuldu, hatta henüz koalisyon içinde olmayan gruplar için o parlamentoda sandalyeler rezerve edildi.

Sabah bu koalisyonun hala var olup olmadığını, etkin olup olmadığını anlamak için onların web sitesine bakayım dedim. Web sitesi Hama savaşında takılmış kalmış, ne Humus’un kurtarılmasından söz ediyor ne de Esad’ın ülkeden kaçıp devrimin başarılmasından. Oysa bu koalisyonun amacı o devrimdi.

Peki kim yönetiyor Suriye’yi? Aslında yine bir koalisyon yönetiyor ama öyle sürgünde yaşayan kişilerden değil sahada çarpışan gruplardan oluşan bir koalisyon bu.

Ve MİT Başkanının da ziyaret edip görüştüğü kişiden anlıyoruz ki bu koalisyonun etkin gücü HTŞ ve onun artık savaş ismi Ebu Muhammed Colani’yi değil gerçek adı Ahmed eş-Şera’yı kullanmaya başlayan lideridir.

Bu örgütün dar ideolojisi bütün dünyayı tereddüde sevk eden bir şey. Umarım Ankara da bu dar ideolojiden tedirgindir ve o ideolojinin tek başına hakim ideoloji olmaması için gayret sarf ediyordur.

Yok, yarın HTŞ’nin kendince ‘ılımlı’laştırdığı halde hala aslında bir hayli sert ve dar olan ideolojisi Suriye’de yaşayan herkese dayatılmaya çalışılırsa ülkeyi yeni bir iç savaşın bekleyeceğini herkes görüyor.

Ankara bu örgütle angajmana girerek doğrusunu yapıyor kuşkusuz ama bu angajman örgüte gözü kapalı verilen bir desteğe dönüşecek olursa Türkiye Suriye konusunda bugün kazandığı uluslararası zeminden çok daha fazlasını kaybeder.

Şunu da anlıyorum: Dışarıdan Suriye’ye “ağabey” gibi davranmak, “Siz bilmezsiniz bizim dediğimizi yapın” demek ters teper.

Ama herhalde Türkiye’nin ‘devlet aklı’ denen şeyi, geçmişte Türki Cumhuriyetlerden başlayarak girmiş olduğu “ağabeylik” tecrübelerinden nasıl hasarla çıkıldığını hatırlıyordur ve yeni bir davranış biçimi geliştirmiştir.

Türkiye gözü kapalı HTŞ’nin garantörü olamaz ve olmamalı.